Ülkemizde söylenenlerin ve yazılanların yoğunluğuna, bir de yapıldığı belirtilenlere bakıldığında, “kentsel dönüşüm” kavramının oldukça iyi biçimde özümsendiği, içselleştirilmiş olduğu gibi bir algıya kapılınabilir. Çünkü kavram bu kadar yaygın, bu kadar kolay kullanılıyorsa, deyim yerindeyse modaya dönüşecek kadar dillendiriliyorsa, özümsenmiş olmalıdır. Bakıldığında, özellikle büyük kentlerde parsel ölçeğinde yapılan yıkma-yeniden yapma işleri de kentsel dönüşümdür; hektarlar ölçeğindeki yıkma yapma işleri de… Oysa yıkıp yeniden yapmayı, kentsel dönüşümün yerine ikame etmek olanaklı mıdır? Ülkemizde -hangi belediye olursa olsun- bu döngünün dışına çıkabilen kaç tane belediye vardır? Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın umuruna mıdır kavramın özüne uygun dönüşüm yapmak? Adına “kentsel dönüşüm sözleşmesi” denilen belgeler, aslında “kat karşılığı arsa sözleşmeleri” değil midir?
Kentsel dönüşüm, özünde bir “tasfiyeyi” amaçlayan şehircilik aracıdır. Sanayi Devrimi sonrası şehirciliğinin akımlarından, birikimlerinden süzgeçlenen bir sentezlemedir. Bugünkü anlamına 1990’larda kavuşmuş bir araçtır. Bir “tasfiye aracı” nitelemesi “neyin tasfiyesi?” sorusunu içermektedir. Terminolojik olarak bakıldığında, “eskimiş, demode olmuş, işlevlerini yitirmiş” kent dokularının ve kentsel ilişkilerin tasfiyesi olduğu görülmektedir. Daha doğrusu böyle görülmelidir. Ancak ülkemizdeki yerleşik algı penceresinden bakıldığında, bu öz, biçime gerçek anlamda yansımamakta; “yıkma-yeniden yapma” biçimi, öz olarak anlaşılmakta; böyle de pompalanmaktadır. Yani kentsel dönüşümün bir boyutu (yapıların yenilenmesi) bütünün yerine ikame edilmektedir. Sulukule’de bir kültürün tasfiyesine; Gaziosmanpaşa’da, Esenler’de temelde gecekondulaşmadan türemiş yapıların tasfiyesine; Tarlabaşı’nda tescilli yapıların tasfiyesine; Galata’da yerleşik kentsel ilişkilerin tasfiyesine; Okmeydanı’nda mülkiyetsizliğin tasfiyesine dönüşen ve adına “kentsel dönüşüm” denilen uygulamalar, yanlışın algıya dönüşmesine, yani bir galat-ı meşhur örneğinin daha oluşmasına neden olmaktadırlar.
Kentsel dönüşüm, çok boyutlu bir şehircilik aracıdır: Sosyal Boyutun, Ekonomik Boyutun, Finansman Boyutunun, Hukuksal Boyutun, Yönetsel Boyutun, Planlama ve Tasarım Boyutunun, Mühendislik Boyutunun, Fiziksel Boyutun, Çevre Boyutunun, Demokrasi ve Katılım Boyutunun, Taşınmaz Değerlemesi Boyutunun, Dağıtım Boyutunun “bütünü” ve yarattığı “sonuçlar” kentsel dönüşüm olarak nitelenebilecekken; bizde uygulamaların kötü bir mevzuata dayalı, finansmanı biraz önemseyen fiziksel boyuta –yıkmaya, yeniden yapmaya- indirgendiği görülmektedir. Öncelikle kente bütüncül olarak bakamadıkça, kentleşme sorunları kendi bütünselliği içinde kavranmadıkça, araçların doğru modellenmesi olanaklı değildir. Bu, ülkemiz koşullarında net olarak görülmektedir.
Bu boyutların hepsi çok önemli olsa da, bu yazıda yalnızca “adalet” boyutu üzerinde yoğunlaşılacaktır. Kentsel dönüşüm ve adalet hangi boyutta somutlanmaktadır? Uygulamaya bakıldığında “paylaşma ve uzlaşma” kavramında somutlansa da, bu boyutun “dağıtım” boyutu olduğu bilinmektedir. Mülkiyet olgusu, ülkemizde “insan-mekan” ilişkilerinin karmaşık yapısını ortaya koymakta iyi bir çıkış noktası olabilir. Mülkiyet boyutunun yanı sıra 1960’lardan bu yana tasfiye edilemeyen zilyetlik ilişkileri de dikkate alındığında, ülkemiz koşullarında kentsel dönüşüm, özünde kentsel mekandaki bu karmaşayı, yani hem mülkiyetten hem de zilyetlikten kaynaklanan sorunsalı rant odaklı çözmeyi amaçlayan bir araca dönüşmektedir. Mekanla hem mülkiyet üzerinden hem de zilyetlik üzerinden kurulan ilişkilerin, sonuçta “ne alınacağı, ne verileceği”; daha doğrusu “ne kadar alınacağı” pazarlığı temelinde yeniden düzenlenmesi, kentsel dönüşümün temel amacına dönüşmüş durumdadır.
Sosyal demokrasinin 3 temel ilkesi olan özgürlük, eşitlik, adalet ile kentsel dönüşüm ilişkilendirildiğinde nasıl bir tablo ile karşılaşılmaktadır? Kentsel mekanlara 3 ilkeden 2’si penceresinden bakıldığında, sorunun bir “orta katmanlar sorunu” olduğu ortaya çıkmaktadır.
Eşitsizlik üretirken adalet aramak…
Sosyolojik olarak yaklaşıldığında, kentsel mekanların ülkemizde eşitsizliklerin kaynağı olduğu hemen göze çarpmaktadır. Aslında sermayeyi elinde tutanlar kendi mekan alanlarını diledikleri gibi yaratma üstünlüğüne sahiptirler. Ancak salt İstanbul açısından bakıldığında bile, bu çözümün kentin tarihi, doğası ve kültürü ile örtüşmediği bir gerçektir. Burjuva sınıfını temsil etmesi gereken, bu nedenle burjuva değer yargılarıyla davranması kendisinden beklenen sermaye kesiminin önemli bölümünün feodal değerlerle hareket ettiği bile söylenebilir. İstanbul gibi bir kent, Avrupa’nın gelişmiş ülkelerinden birisinde olsa idi, bu kadar hırpalanabilir miydi?.. Bu kesim, yani sermaye kesimi, başta İstanbul olmak üzere ülkenin bütün değerli mekanlarını, kıyılarını, doğal değerlerini, sermaye birikiminin aracı olarak görmekte, mekanları metalaştırmaktadır.
Yoksul kesimler ve orta katmanlar açısından bakıldığında ise, çelişkili bir durum ortaya çıkmaktadır. 1950’lerden bu yana gelişen süreçlerde, yoksul kesimler, yasa dışı yollarla, imar planlarına aykırı biçimde barınma sorunlarını çözmüşlerdir. “Gecekondu” kavramında somutlanan bu “masum” çözümün 1980’lerden sonraki neo-liberalizm koşullarında başka biçimde boyutlandığı da izlenmektedir. Gecekondu türü yapılaşmaların bulunduğu alanların hemen hepsinde, kent mekanları, zenginleşmenin aracı olarak görülmektedir. Genellikle kamusal alanlar üzerine yapılan gecekonduların büyük bölümü, 2981 sayılı İmar Affı Yasası ile yasal temellere kavuşturulup mülkiyet sorunları çözülürken; bu kere adına “kentsel dönüşüm” denilen uygulamalarla kent rantlarından maksimum düzeyde pay alma süreçlerinin içinde yer almak istemektedirler. Salt barınma sorunun çözümüne yönelik önermeler, bu alanlardaki hak sahiplerini tatmin etmemekte, daha fazlasını istemektedirler. Bunun, bu süreçlerin içinde yer almayan, mülksüz ve kiracı olarak yaşayan orta katmanlar açısından büyük bir eşitsizlik olduğu kabul edilmelidir.
Bu “kentsel eşitsizlik çelişkisi”ni çözemeyen sosyal demokrasi, gecekonducuların desteğini yitirmişken, büyük oranda bu kentsel eşitsizliği en sıkıntılı biçimde yaşayan orta katmanların desteğiyle varlığını sürdürmektedir. Bu çelişkiyi hem gecekonducular hem de orta katmanlar açısından çözmek, sosyal demokrasinin en temel sorunlarından birisidir. Ve çözüm, genel sözlerle aranıp bulunacak ve inandırıcı olacak bir çözüm de değildir. Bu çelişki çözülemediği sürece, sosyal demokratların ve sosyalistlerin, emekçi kitleler açısından kalıcı bir “seçmen sadakati” yaratmaları da olası görünmemektedir.
Adalet alanı ise, daha sorunlu bir alandır. “Adaletin ne olduğu?” tartışmasız belirlenmiş değildir. Çünkü Platon’a göre, “adalet, bir idedir, bir fikirdir (yani gerçek bir şey değildir).” Bu nedenle “adalet fikri”nin kavramlaştırılması önem kazanmaktadır. Bu kavramlaştırma, kuşkusuz felsefe alanının konusudur. Ancak kişiler, “adalet istediklerini”, örneğin “adil bir dünya” istediklerini söylerken, bulanık bir özlemi dile getirmektedirler. Oysa “belirli bir tek durumda adalet istediklerini” söylerken, bir talebi dile getiriyorlar; kendilerine ya da bir başkasına bir şeyin -her tek durumda farklı bir şeyin ve bu ne olursa olsun belirli bir şeyin- verilmesi gerektiğini, o anda sahip olmadıkları, ama ister olsun ister olmasın, kendilerine ait olduğunu düşündükleri bir şeyin onlara verilmesi gerektiğini kastediyorlar; yoksun bırakıldıkları, kendilerinden “alınmış” ve onlara “geri verilmesi gereken” bir şeyi kastediyorlar; Platon’un Devlet’te belirttiği gibi, kendilerine “borçlu olunan”, “verilmesi gereken” bir şeyi (Kuçuradi 1993).
Bu pencereden bakıldığında, biz toplum, ama aynı zamanda sosyalistler olarak, barınma sorunu çözülmemiş yurttaşlara neleri borçluyuz? Kendi olanaklarıyla çözdükleri sorunları, bu kere başka düzlemde çözülürken, bir anlamda çözüm nitelik değiştirirken, onlara verilmesi gereken şey nedir? Kendilerine “ne” verildiği zaman ve “ne kadar” verildiği zaman adalet sağlanmış olacaktır? Sahip olunması gereken, bir toplumsal borç olarak nitelenecek şeyin belirlenmesinde, “sahip olanlarla”, “olması gerekenler” karşılaştırması hangi katmanlar açısından yapılacaktır?
Belirli bir durumda birine borcun (verilmesi gerekenin) ne olduğunu nasıl belirlediğimizi göstermekle, adalet fikrini bilgisel olarak kavramlaştırabilmek için nereye bakacağımızı görmüş oluruz: Bu yer de adaletsizliktir; bir fikir olan adalete karşılık bir durum, bir olgu olan adaletsizlik. Adaletsizlik terimi bir durumu, adalet terimi ise bir fikri (insan aklının bir tasarımını), genel bir talebi ya da bir üst ilkeyi dile getirmektedir, bir durumu değil. Böylece bir insansal durumu dile getiren ve çeşitli görünümlerle karşımıza çıkan adaletsizlikten hareket ederek, adalet fikri şöyle dile getirilebilir; adalet, kişilerin temel haklarının korunması talebi ve mevcut koşullarda gereklerinin, sürekli olarak, ülkeler ve dünya düzeyinde gerçekleştirilmesi talebidir (Kuçuradi 1993).
Felsefi düzlemdeki bu adalet kavramlaştırması, siyasal anlamda farklı tartışmaların konusu olmuştur. Örneğin liberalizm koşullarında adaletin sağlanmasında Locke, Rousseau, Hobbes ve Kant gibi önemli düşünürlerden etkilenerek yazdığı “Bir Adalet Kuramı” kitabıyla önemli tartışmaları açmış olan, birçok uzman tarafından eleştirilse de “adalet” tartışmalarına yeni boyutlar katmış olan sosyal liberalist John RAWLS’u; onu eleştiren liberteryen, tartışarak Robert NOZICK’i inceleyerek (Avşar 2006, Gümüş, Kocaoğlu 2015, Sağlam 2007), adalet konusunda somutlamalar yapmak gerekmektedir. Her iki siyaset bilimcinin kuramlarına bakıldığında, Rawls’un “dağıtımın adaleti” üzerinde yoğunlaştığı; oysa Nozick’in, “dağıtımın oluştuğu süreç” ile daha fazla ilgilendiği görülmektedir. Sosyalizm koşullarındaki değerlendirmeler için ise, Marksizmin kaynaklarına yönelme zorunluluğu vardır.
Anahtar kavram: yaratılan değerin paylaşımı
Kentsel dönüşümde, en kritik kavramlardan birisi, yaratılan değerlerin paylaştırılması, bölüştürülmesi, ya da dağıtımı boyutudur. Gözlenmektedir ki, ülkemizde kentsel dönüşüm tartışmalarının odaklandığı alan, kentsel dönüşümün yukarıda belirtilen boyutları ile belirlenen içeriği ve kapsamı değil, yaratılan rantların paylaşımı konusudur. Bu nedenle sosyal demokratların ve sosyalistlerin kentsel dönüşümde rantı ön plana çıkarmayan yaklaşımlar ortaya koymaları ve paylaşımcı çözümler önermeleri, enformel yapılaşmış alanlarda kolayca karşılık bulamamaktadır. “Daha fazlasını isteme” yaklaşımı baskındır ve bu eşik, aşılması kolay olmayan bir eşiktir. Ve hem eşitlik, hem de adalet konusu tam da bu noktada önem kazanmaktadır. Kentsel dönüşümün, ülkemizde “Uzlaşma-Paylaşım Modeli” olarak anılan bu aşamasının, yani “dağıtım” aşamasının, sosyal demokrasinin en temel ilkelerinden olan “adalet” ilkesi kapsamında formüle edilmesi gerekmektedir.
Sosyal demokrasinin “adalet” tartışmalarına, liberalizm koşullarında çok önemli açılımlar sunan John RAWLS, “Toplumun üyeleri, görece kıt olan malları, işbirliği yaparak, adil dağıtmaya çalışmalıdırlar. Bunun için, çıkar çelişkileri, her bir alan için özgül kurumları (anayasa, ekonomi politikasının belirlenmiş çerçeveleri vb) olan “adil bir temel düzen” içinde ele alınır,” demektedir. Rawls’a göre, “uzlaşım içinde kararlaştırılmış olan temel düzen ve usuller, adildir.” Yine Rawls, “herkes, en kötü durumda olanın bile olabildiğince iyi durumda olmasını kendi çıkarları gereği isteyecektir,” görüşünü dile getirmektedir.
Bu pencereden bakıldığında, ülkemizde, bir dönüşüm alanındaki halkın, orada yaratılacak değerde yalnızca kendisinin değil, bölgede yaşayan herkesin hakkı olduğunu kabulleneceği yeni bir toplumsal psikoloji oluşturulması gereği ortaya çıkmaktadır. Kentsel dönüşümde dağıtımın adil olmasında “adalet” kavramı, anahtar sözcüktür; toplumun bunu benimseyecek bir eşiğe çekilmesi gereği vardır. Sosyal demokratların ve sosyalistlerin, bu sözcük -yani sosyal demokrasinin en temel ilkelerinden olan “adalet ilkesi”- bağlamında, dağıtım aşaması için derinlemesine düşünce üretmesi zorunludur.
Sosyal demokrasinin ve sosyalistlerin hedeflemesi gereken, tek yanlılığı ve monotonluğu yadsıyan, mutlaklaştırılmış çıkarların söz konusu olmadığı, çıkarların adil biçimde dengelendiği, tek yanlı sahiplenmeleri kabul etmeyen, küresel ısınmayı ciddiye alan, yeşil enerjiye yönelen ve kentleri güzelleştirmeyi hedefleyen, yerel demokrasinin ve katılımın kurumsallaştığı kentleri kurmayı sağlayacak bir kentsel dönüşümdür.
Sosyal demokrasinin varlığını sürdürdüğü liberalizm koşullarındaki kentsel dönüşüm tartışmalarında kent mekanlarının kısıtlılığını, bu mekanlarda konumlanan kent yoksullarının ve orta katmanların sorunlarını, mekana yerleşenlerin mekanla kurdukları mülkiyet veya zilyetlik ilişkinin hukuksal niteliğini, bu alanlardaki sosyal sorunların çeşitliliğini göz ardı ederek, bu mekanlarda yaşayanların taleplerini dinlemeyerek girişilecek kentsel dönüşüm uygulamalarının sosyal adaletçi olmasını beklemek olanaklı değildir.
Kentsel dönüşümü “yerinde dönüşüm” gibi zaten kentsel dönüşümün özünde yer alan bir boyuta indirgemek kadar; en iyimser şehircilik terminolojisiyle “kentsel yenileme” olarak nitelenebilecek “yık-yeniden yap” boyutuna indirmek, sosyal demokratların ve sosyalistlerin yetinebileceği bir çerçeve değildir ve olmamalıdır. Kentsel dönüşüm tartışmaları, kentsel mekanlar açısından, kentlerde yeni bir toplumsal barışı, eşitliği hedefleyen “yeni bir kentsel sözleşme” bağlamında yürütülmek zorundadır. Bir yandan kent yoksulluğunu alt etmeyi hedefleyen, ama öbür yandan “kentlileşme” hedeflerini içerecek sosyal boyutu önceleyen bir hukuksal, toplumsal ve siyasal modellemeye gerek vardır.
Ve bu modelleme, kentsel alandaki eşitsizlikleri azaltan, adaleti somutlayan ve yeniden kuran bir kentsel dönüşüm modellemesi olmak zorundadır.
Prof. Dr. Erol KÖKTÜRK
Harita Mühendisi
kokturk.erol@gmail.com
Kaynaklar:
AVŞAR, Hüseyin, Siyaset Felsefesi Açısından John Rawls’un Adalet Teorisi, Yüksek Lisans Tezi, AÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi Anabilim Dalı, Ankara 2006, iv+156 s.
GÜMÜŞ, Özge Bilge, Bir Adalet Teorisi: John Rawls, http://www.academia.edu/11733338/Bir_Adalet_Teorisi_John_Rawls.
KOCAOĞLU, Mehmet, John Rawls-Adalet Teorisi ve Temel Kavramları, İmaj Yayınevi, 2. Baskı, Ankara 2015, ISBN: 978-605-5339-17-3, viii+204 s.
KUÇURADİ, Ionna, Adalet Nedir?, Ankara Barosu Dergisi, 1993/1, s: 80-88, http://www.ankarabarosu.org.tr/siteler/ankarabarosu/tekmakale/1993-1/2.pdf.
SAĞLAM, Rabia, Liberal Adaletin İki Farklı Görünümü: John RAWLS ve Robert NOZICK (Hakkaniyet Olarak Adalet Eleştirisinden Yetkisel Adalet Eleştirisine), EÜHFD, C. XI, S. 1-2 (2007), s: 181-217, http://docplayer.biz.tr/178655-Lgberal-adaletgn-gkg-farkli-gorunumu-john-rawls-ve-robert-nozgck-hakkaniyet-olarak-adalet-elegtirisinden-yetkisel-adalet-elegtirisine.html.