Zeynep Altıok Akatlı – Hangi Atatürk?

page_zeynep-altiok-akatli-ileri-demokrasi-cumhuriyetinde-hak-ariyoruz_202161046 “Öyle ulu ki, öyle kahraman ki
Vardığınızı sanırsınız,
O uzak…”*

Sahi size hangi Atatürk’ü sevdirdiler?

Nadir Nadi “ben Atatürkçü değilim” dediğinde ne demek istediğini gerçekten anlayabildiniz mi? Hangi Atatürk’ü anlamaya çalışıyoruz? “Beni görmek demek, behemahal yüzümü görmek değildir. Benim düşüncelerimi, benim duygularımı anlıyorsanız bu kafidir” diyecek kadar kendisini putlaştırmak isteyenlere karşı, daha o zamandan, bilimin referansıyla konuşan geniş yürekli, ileri görüşlü olanını mı; O’nun aksesuar olarak kullandığı bastonunu, şapkasını, kıyafetini taklit edip, ülkeyi tarihinde görülmemiş derecede büyük bir zulmün içine atan, bugünkü AKP iktidarına zemin hazırlayan sözde Atatürk sevicisi, darbeci Kenan Evren’in yarattığı “Gardrop” Atatürk’ünü mü? Hangisini? Padişah gibi yaşayabilmek varken canını zafer kazandığı savaş alanlarından birinde hiç düşünmeden verebilecek kadar vatansever olanını mı; herkesle her türlü siyasi ittifakı yapabilme midesizliğini örtebilmek için O’nun fotoğraflarını odalarının baş köşesine asanların ve kendi omurgasızlıklarını Atatürk fotoğraflarıyla örtmeye çalışanlarınkini mi?

Bugün bu ülke uçurumun kenarında mıdır? Evet. Kuşkusuz ki, her ülkenin geçtiği zor dönemler olacaktır. Bizler, Mustafa Kemal’in başlattığı mücadelenin bittiğini hiç düşünmedik zaten. Hiçbir zaman da dinlenmek üzere yola çıkmadık. Bundan sonra da bağımsızlık, özgürlük ve barış içinde yaşamak adına bu mücadeleyi sürdüreceğimizi haykırıyoruz. Ama ülkenin düştüğü durumdan daha vahim olan, daha dehşet verici olan şey, bu ülkenin kurucusu olan Mustafa Kemal Atatürk’ün tam da karşı olduğu putlara karşı putlaştırılması ve yalnızca herhangi bir odadaki herhangi bir fotoğraf haline getirilmesidir. Bu ülkenin bugünkü hale düşmesine en olumsuz katkı da, O’nu savunmayı onun fotoğrafı üzerinden siyaset yapıp iktidarla kapalı kapılar ardında pazarlıklara oturmak olduğunu sananlardan gelmiştir, gelmeye devam etmekte.

Ülke bir uçurumun başında. Esecek ters bir rüzgar bile bizi o uçurumdan aşağıya doğru savurmaya yetecek. Parlamento adeta “by-pass” edilmiş, tıpkı Mussolini’nin Faşist İtalya’sı veya Hitler’in Nazi Almanya’sında olduğu gibi, meclis kürsüsünden komisyonlara, hatta alt komisyonlara kadar tüm mevkiler işlevsizleştirilmiş durumda. Ana muhalafet partisi vekillerinden birisi olarak ben 7 Haziran ve 1 Kasım 2015 tarihinde milletvekili seçildiğimden bu yana vermiş olduğum 19 soru önergesi 1 araştırma önergesi ve 1 kanun teklifinden birine bile yanıt alabilmiş değilim. İktidar partisi dışında meclis gündemine sunulan her konu istişare aşamasından uzak tutularak kafa sayısına endeksli bir yaptırım anlayışı ile ele alınarak “bertaraf” edilmekte… İnsan hakları komisyonunda bile en basit görüş ayrılığını dile getirme veya öneri verme girişimi başkanın “oylamaya sunmak zorunda bırakmayın” şeklinde üstten ve ezici yaklaşımıyla engellenmekte.

AKP iktidarı, Saray’ın dümen kaptanlığında kendi rejimini adım adım inşa ediyor. Irkçılık ve gericilikle bezenmiş, salt çıkara dayalı neo-emperyal hayalleriyle kendine Osmanlıcı anlamlar yükleyip Hitler Almanya’sı benzeri bir süreci örgütlüyor.

7 Haziran’a kadar siyasetinin merkezine İslamcılığı alan ama bunda tam anlamıyla muvaffak olamadığını kavrayıp milliyetçi-muhafazakarlığa yönelerek ülkenin her noktasında şiddeti artıran AKP iktidarı, Saray’ın ebedi ve ezeli varlığı olarak gördüğü “başkanlık sistemi” için neredeyse kendisinden olmayan herkesi -yükselen çatışma atmosferinde- Kürtçü, hain, dış güç, lobici, paralel, Rusçu, Esed’ci, Aydın Doğan medyası, terörist vb. ilan etmeye devam ediyor. Daha kötüsü, toplumun en aydınlık, en eğitimli kesimlerini de bu çatışma atmosferi ve milliyetçi hezeyan içerisinde rehin almaya çalışıyor.

Faşizm: Önlenebilir bir felaket

Tarihte benzerlerine tanık olduğumuz bir süreçten geçiyor Türkiye. Totaliter bir rejime geçiş için tüm şartlar sistematik şekilde oluşturuluyor. Peki bütün bunlar gerçekleşirken, bizim payımıza düşen ne? Ülkenin demokrasiden yana güçleri, sol sosyal demokrat partileri, ezilenleri, ötelenenlerine düşen görev ne?

Belki de bugün en fazla bununla ilgilenmek gerekiyor. Tarihte demokrasi güçleri neleri yanlış yaptı, neleri eksik bıraktı da insanlığın en büyük utancını yazan rejimlerin ilmek ilmek örülmesini engelleyemedi? Dönüşen devleti, rehin alınan devlet mekanizmasını, inşa edilen yeni rejimi, kurulan diktatörlüğü tahlil etmek, ne yazık ki tek başına bizi başarıya ulaştırmayacak. Siyasal iktidarıyla, yasama üstünlüğüyle, yargı tahakkümüyle, zor aygıtlarıyla, ideolojik donatısıyla bir bütün olarak rejim değiştirilip devlet dönüştürülürken önümüzde büyük bir görev duruyor: Ülkenin demokrasi ve barış güçlerini etrafında toparlayacak birleşik bir mücadeleyi örgütlemek. Cumhuriyet devrimleriyle inşa edilen demokrasiyi tarih sahnesinden silerek yerine totaliter bir rejim ikame etme çabasını boşa çıkarmak ancak böyle mümkün olabilir.

Devlete geleneksel bir bakış açısı, anlamı kavranmamış ezberci tabular ile yaklaşmak, kişisel ikbal için popülist çıkışlarla prim yapma çabaları, “Önce Türkiye” şiarıyla yola çıkan Atatürk’ün partisinde “ben” diyerek yükselme gayreti at gözlüğüyle sadece karşıya bakmaktan farksız. Toplumsal muhalefet her ne kadar dağınık ve sendikalar, meslek odaları ve sivil toplum örgütleri güçsüzleştirilmiş de olsa, bu ülkenin 93 yıllık hafızasına kazınmış Cumhuriyet’imizin temel değerleri, totaliter bir rejime geçişin önünde en önemli engellerdendir.

Barış, demokrasi ve emek güçlerinin ortak mücadelesini bir siyasi iradenin etrafında toparlamak görevi Cumhuriyetin kurucu partisi olan Cumhuriyet Halk Partisi’ne düşüyor. CHP, böylesi bir birleşik mücadelenin ana gövdesi, taşıyıcısı, örgütleyicisi olmaya aday tek umut, tek güç bugün. Tarihten biliyoruz ki, böylesi dönemler, kısa vadeli örgütsel çıkarlar gözetilerek karşılanamaz. Bırakalım örgütsel çıkarları, örgüt içinde bir hizibin çıkarları veya kişisel koltuk kavgaları bir kenara bırakılmadıkça, böylesi büyük bir sorumluluğun altından kalkmak mümkün olmayacaktır. Sol ve sosyal demokrat partilerin en büyük erdemi olan örgüt içi demokrasi ülkemizde zaman zaman büyük bir handikapa dönüşebiliyor. Örgüt içi demokrasi; fikirleri partiye hakim kılma çabasını aşıyor, her yöntemi kullanarak rakiplerini yok etme faaliyetine dönüşüyor. Ülke bu şekilde gittiği sürece, bir zaman sonra hiçbir anlamı kalmayacak koltuklara sahip olabilmek adına verilen ve etik olmayan bir çeşit iç mücadeleye kilitlenmek, totalitarizme karşı verilecek mücadelenin önündeki en büyük engel olarak duruyor.

Bugün parti içinden başlayarak yan yana durmak, daha sıkı kenetlenmek, yoldaşça ilişkileri geliştirmek geniş kitleleri kucaklamanın yegane yoludur. CHP’nin bir çekim merkezi olması için enerjimizi, ürettiğimiz siyasi çözümleri hayata geçirmek için harcamalıyız. CHP’nin bir kitle partisi oluşundan kalkışla kendi içindeki farklı görüşlerin farklı kitleler üzerinde etkisini ve değerini kavrayarak temel sol/sosyal demokrat parti politikaları ekseninde birbirini bütünleyen güçler olarak hareket etmeliyiz. Yüzümüzü Cumhuriyet’e, laikliğe, Atatürk’ün öngörü ve derin vizyonunda şekil almış kurucu ilkelere, toplumsal barışa ve barış içinde bir arada yaşamaya dönmeli ve bu bakışımızı topluma -asla ödün vermeden- en iyi şekilde anlatmalıyız. Dönüşen değil, bilgiyi baskılardan arındırarak ve bağımsız yargıyı yeniden inşa ederek dönüştüren olmalıyız.

Saray güdümündeki siyasal iktidar muhalefet cephesini her noktadan parçalamak için amansız çalışıyor. Havuz gazeteleri yoğun bir biçimde propaganda faaliyeti yürütüyor, dün cemaatle birlikte cezaevine attığı insanları havuz kanallarına çıkarıp konuşturuyor, “eski” CHP’lileri “mezhep, Atatürkçülük” vb. konular üzerinden CHP’yi yıpratması için tam sayfa manşetlerden veriyor. Bu oyuna teslim olmayız, olmayacağız. Saray ve AKP’nin sıradan bir iktidar unsuru olmadığını, yeni rejimi inşa eden kurucu bir diktatörlük olduğunu kavramamız gerekiyor. Hata kabul etmeyecek, ayrışmanın kabul edilebilir olmadığı bir süreçten bahsediyoruz. Mümkün olan en geniş zeminde birlik ve dayanışma zaruri olandır. Aksi takdirde ortada Cumhuriyet diye bir şey kalmayacak.
Tam da bu süreçte yalnızca dışardan ve yandaşlardan değil, sözde bizim cephedekilerden de saldırılar artarak devam ediyor. 12 Eylül faşizminin bu ülkenin “bağzı” kesimlerinin genlerine kazıdığını anladığımız Gardrop Atatürkçülüğü devam ediyor.

“Beni görmek demek, behemahal yüzümü görmek değildir” demesine karşın tıpkı Kur’an sayfalarını insanları katletmek için kendilerine göre yorumlayanların yaptığı gibi, sadece onun fotoğraflarını odalarına asıp, ona bakarak geçmiş sıfatlarından, makamlarından güç alarak her türlü siyasi katliamı, ittifakı ve işbirliğini yapabileceklere ise sözümüz yok. Çünkü o söz, bir mücadelenin; bağımsızlık, özgürlük, barış ve sekülerizm mücadelesinin bir neferi olarak orada tüketilecek, yerinde harcanacaktır.

Yine de bir kez daha söyleyeyim. Ben Atatürk’ün fotoğrafını indirmem. Bunu söylemek bile zül geliyorken hele. Bu tartışma, ne CHP’nin ne de bu tür sığ ve kısır tartışmalara vakit harcamaktan kaçınacak olanların tartışmasıdır. Bu tartışma, siyaset kısırı olanların tartışmasıdır ki; bizim yolumuz onlarla kesişmedi, kesişmeyecek.

Ama görenler olmuş. Bir CHP vekili odasındaki Atatürk fotoğrafını belden üstü çıplak deri eldivenler giymiş kırk kişilik bir grupla, üstelik fotoğrafı da darp ederek indirmiş. Öyledir yani. Görmeyenlerin gördükleri hep öyle oldu, oluyor çünkü. Yandaşların gördükleri hep öyle oldu, oluyor çünkü. Bense onları tarihe ve halkın kırk senedir her seçim döneminde onlara verdikleri derse havale ediyorum. Yapılacak çok iş, bağımsızlaştırılacak ve özgürleştirilecek bir vatan bizleri bekliyor çünkü.

*Fazıl Hüsnü Dağlarca
Mustafa Kemal adlı şiirinden

Zeynep ALTIOK AKATLI
CHP Genel Başkan Yardımcısı
z.altiok@gmail.com