us-backed-kurds-are-on-a-roll--but-theres-a-catch

Osman Korutürk – Seçim Sonrası Türkiye ve Ortadoğu’daki Gelişmeler

Korutürk AKP’nin 1 Kasım seçimlerinde oyların %49,4 ünü alarak tek başına iktidar olması, dış politikamızın beş altı yıldan bu yana içine sürüklenmiş olduğu uçurumdan Türkiye’nin kendi iradesiyle oluşturacağı yeni akılcı politikalarla çıkamayacağı gerçeğini de açık seçik ortaya koymuştur. Kaldı ki, ‘Dış politika bir ülke ve içinde yaşayanlar için ne kadar önemlidir?’ sorusunun seçmen kitlesi tarafından düşünülüp düşünülmediği de çok bilinen bir husus değildir.

1960’ların başlarında, her hafta Dışişleri Bakanı Feridun Cemal Erkin’i TBMM’ne gönderip orada temsil edilen partilerin grup başkan vekillerine hükümetinin güncel dış politika karar ve yönelimlerini anlattırarak onların katkılarını isteyen Başbakan İsmet İnönü’nün, bu tutumunun gerekçesini “Dış politika ülkelerin bekasıyla (kalıcılığı) ilgili en önemli konudur. Milli olmalı ve tüm siyasi camiaca paylaşılmalıdır” diye izah ettiği anlatılır. Son seçim sonuçları bu gerekçenin artık seçmen nezdinde pek geçerli görülmediğini de düşündürmektedir. Tüm anketler halkımızın %70 civarında bir bölümünün hükümetin Suriye siyasetine karşı olduğunu gösterirken, Suriye’ye sınırdaş illerin çoğunda ve özellikle de Hatay’da AKP’nin birinci parti olmasının başka bir izahını bulmak kolay değildir. Ama kim ne derse desin, gerçekte dış politika dün olduğu gibi bugün de, ülkelerin bekasıyla ilgili en önemli konulardan biri olmaya devam etmektedir.

AKP dış politikası ülke çıkarlarıyla çelişiyor

AKP, 2002 yılında iktidara ilk geldiğinde Balkanlardan Kafkasya’ya, Ege ve Karadeniz’den Akdeniz’e, Yakın Doğu’dan Orta Doğu’ya uzanan ve genelde hem kendi içlerinde hem birbirleriyle ciddi sorunları bulunan, büyük çoğunluğu anti demokratik rejimlerle yönetilen problemli ülkeleri kapsayan çok geniş bir bölgede Türkiye’nin demokratik, laik, saygın ve güçlü bir ülke olarak yaşamasına imkan veren başarılı bir dış politika devralmıştı. Bu dış politika, Cumhuriyet tarihinin hiçbir döneminde, AKP ileri gelenlerinin şimdi iddia ettikleri gibi “renksiz, kişiliksiz, bekle-gör esasına dayalı, başkalarının dümen suyunda giden, pasif bir politika” olmamıştı. Türkiye’nin temel dış politika yönelimlerini, AKP tarafından tamamen değiştirilene kadarki uluslararası konumunu, özellikle komşuları ve yakın çevresi ile ilişkilerini sağlıklı bir şekilde değerlendirebilmek için Cumhuriyetimizin kurucu iradesinin, sahip olduğu büyük deneyim ve birikimle, bu konuda nasıl bir yön belirlemiş olduğunun anımsanmasında yarar vardır.

Cumhuriyetimizin temellerini atan ve devletin devamlılığı için gerekli ilkeleri saptayan Anadolu Devrimi’nin Atatürk’ün önderliğindeki siyasi liderliği, Osmanlı İmparatorluğunun çöküşünü yaşamış deneyimli ve birikimli seçkin bir kadro idi. Bu kadro, yeni devletin sınırlarını Misak-ı Milli ilkeleri çerçevesinde gerçekçi bir yaklaşımla yeniden çizerken, sanki bugün hudutlarımızın ötesinde olup biten gelişmeleri o dönemde öngörmüş de bu gelişmelere karşı önlemler düşünmüşçesine isabetli bir vizyon ortaya koymuş; çevre ülkeleriyle komşularımızın toplumsal özelliklerini, etnik yapılarını ve özellikle her birinin kendine özgü tehdit algılarını gerçekçi bir şekilde dikkate alarak, tam bağımsızlık temelinde barış esasına dayalı sürdürülebilir bir güvenlik mimarisi oluşturmuştur. Türkiye Cumhuriyeti -bu güvenlik mimarisinin ürünü olarak- Kafkasya, Balkanlar ve Arap coğrafyası ile afakilikten ve duygusallıktan uzak, seküler ve gerçekçi bir ilişkiler bağı oluşturmuş ve yaygın ve sürdürülebilir bir barışı hedef almıştır. Buna göre, Türkiye Cumhuriyeti, içinde yeraldığı geniş bölgede hiçbir dengenin içinde bir karşı ağırlık olarak taraf konumuna gelmemeye özen göstermiş; kendi işlevini bölgesinde “istikrar sağlayıcı” olarak belirlemiştir. İkinci Dünya Savaşı ertesi Stalin dönemi Sovyetler Birliğinin baskıları karşısında bu adı konmamış tarafsızlığını bozarak Kuzey Atlantik İttifakına katılmış olsa da, Türkiye, SSCB ile ilişkilerinde kendi özel konumunun gerektirdiği esnekliği göstermiş; 2009 yılına kadar bölge dengelerinin hiçbirinde herhangi bir ülkenin karşı ağırlığı olmamış ve dış siyasetinde hep bölgesinin istikrar kaynağı olmayı hedeflemiştir.

Bu birikimin yönlendirmesiyle Türkiye Cumhuriyeti, bölgede kendileri için ciddi çıkarlar gören ve bu çıkarlar gereği çeşitli yöntemlerle varlıklarını güçlü tutmayı amaçlayan bölge içi ve bölge dışı devletlerle ilişkisini duygusallıktan uzak ve bölgede ağırlığını korumayı hedefleyen bir “real politik” temelinde kendi siyasi öncelikleri doğrultusunda sürdürmüştür. İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’nin, tarafların karşılıklı olarak üzerine uygulamaya çalıştıkları tüm baskıya rağmen, tarafsız kalabilmiş olması, “real politik” tabanlı bu dış politikanın en büyük başarılarından biridir. Bu dış politika mirası, AKP iktidarına kadar tüm yönetim ve iktidarlarca dikkat ve titizlikle korunmuş, -yukarıda sözünü ettiğim İmparatorluk döneminden devretmiş birikim ve deneyimin öğretisiyle- Türkiye Cumhuriyeti, Araplar arası ihtilaf ve çatışmalara karışmamayı ve bu anlaşmazlıklarda taraf olmamayı bir temel dış politika ilkesi olarak benimsemiştir.

Ülke dış politikasının Ortadoğu’da düştüğü durum

İktidarının ilk yıllarında, bu geleneksel dış politikayı sürdüren ve önceliğini AB üyeliğine odaklanma olarak göstermeye özen gösteren AKP, ülkedeki hakimiyetini “konsolide ettiği”ne inandığı 2009 yılından itibaren nostaljik bir Yeni-Osmanlıcılık dürtüsü ve Müslüman kardeşler yönelimli bir “Sünni İslam Dünyası” kurup ona liderlik etme hayaliyle yepyeni bir rotaya dümen kırmıştır.

Ortadoğu’daki sınırları kendi çıkarları doğrultusunda yeniden düzenlemeyi, bu suretle hem enerji kaynaklarına erişiminin sürekliliğini sağlamayı, hem de İsrail’in bölgedeki güvenliğini arttırmayı, bu bağlamda Kürdistan dahil yeni ülkeler kurmayı öngören, ancak bu hedeflere ulaşma açısından gerçekçi olmayan ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’nden hatalı sinyaller alan AKP iktidarı, dönemin Başbakanı Erdoğan’ın, tüm bölge ülkelerinin tüylerini diken diken eden BOP’un Eşbaşkanlığını üstlenmesine kadar varan vahim bir vizyon eksikliğine kapılmıştır. Buna ek olarak, dönemin Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun son derecede bilinçsiz, hayalci jeopolitik değerlendirmeleri sonucunda ortaya konulup ve hepsi birbiriyle çelişkili neo-liberal/ muhafazakar/pan-islamist/mezhepçi/emperyal/milliyetçi düşüncelerin karmakarışık bir sentezi olan “stratejik derinlik” politikası, birbirine dolanmış karmaşık bir ilişkiler yumağı olan Kuzey Afrika ve Ortadoğu bölgesinde Türkiye’nin geleneksel konumunu adeta bir “ kara delik” içinde yok etme sürecini başlatmıştır.

Bu süreç içinde Türkiye; dünyada, mezhep odaklı siyaset yapan, erişemeyeceğini kendisinden başka herkesin bildiği hayali emperyal hedefler güden, zayıf, ilkesiz, güvenilmez, ortalık karıştırıcı bir Sünni Ortadoğu ülkesi olarak algılanmaya başlamış; küresel planda etken konumdan edilgen bir hale indirgenmiştir.

Türkiye bugün sadece Cumhuriyet tarihinin en büyük yalnızlığını yaşamamakta, yalnızlıktan da ötede birçok ülke ile ciddi gerilimler içine sürüklenmiş bulunmaktadır. Parçalanma durumuna gelmesinde talihsiz bir rol oynadığımız Suriye ile Irak, İsrail, Mısır, Libya, İran, Yemen, Birlesik Arap Emirlikleri, Fas, Tunus, Cezayir, ve şimdiki halde seslerini çıkarmasalar da Ürdün ile Lübnan değişik düzeylerde sıkıntı yaşadığımız ülkelerin ilk akla gelenleridir. Keza ABD ile de ciddi bir karşılıklı güvensizlik yaşanmaktadır. Suriye konusundaki siyasetlerimiz taban tabana zıt olan Rusya ise “büyük devlet” olduğu için bizi “şimdilik” idare ediyor gözükmektedir.

Suriye masasına oturduğumuzda bizimle aynı görüşü savunan tek bir ülke dahi yoktur. Bağımsızlık ilan edecek diye hop oturup hop kalktığımız YPG’nin bu konuma gelmesine yolaçan başlıca etken AKP’nin yanlış Suriye politikasıdır. AB ile ilişkilerimiz durma noktasına gelmiş; bu ilişkiler gerek biz gerek AB tarafından yekdiğerine karşı, artık sayemizde küresel bir boyut kazanan ‘sığınmacılar’ sorununa çözüm bulmak amacıyla karşılıklı pazarlık, hatta şantaj konusu olarak kullanılmaya indirgenmiştir. Daha ortada hiçbir şey yokken sınıra sıfır bölgesine kamplar kurup “Başımızın üzerinde yeriniz var” diye davet ettiğimiz sığınmacıları bugün insan kaçakçılarına teslim etmiş olduğumuzun herkes farkındadır. Dünya basını, batı yakasındaki tüm kıyı şeridimizden kontrolu kaldırdığımızı, buralardan denize açılmayı engellemeyi kendi kolluk kuvvetlerimize neredeyse yasakladığımızı, boğulmakta olan 3-5 kişiyi kurtararak dünyayı aldatmaya çalıştığımızı, ama bunu yaparken, ilişkilerimizin artık kopmuş olduğu AB’ne karşı bunları koz olarak kullanmak gibi ahlaklı olmayan bir siyaset izlediğimizi durmaksızın yazıp çizmektedir. Yabancı parlamentolarda bu konular rakip siyasi partiler tarafından birbirlerini suçlama sadedinde uluorta konuşulup söylenmektedir. Hükümet ise bu insancıl dramı AB’den, -lafta kalacağı şimdiden belli- bir “vize kolaylığı” ile bir miktar para kopartmak için “kullanma” çabasındadır.

Bugünkü koşullarda AKP dışındaki bir siyasi partinin tek başına iktidara gelmesi gerçekçi olmadığından, bütün bunlara son verilmesi ancak güçlü bir koalisyon kurulması ve tüm bu hatalarda ısrar eden AKP’nin dış politikasının bu koalisyonun protokoluyla Cumhuriyet’in “fabrika ayarlarına” döndürülmesiyle mümkün olabilirdi. Daha sonra bu fabrika ayarlarının üzerine de çağdaş ve laik “kullanıcı ayarları” konulmalıydı.

Ama, ne yazık ki muhalefet partileri, 7 Haziran’da seçmenin kendilerine bunu yapabilmek için verdiği inanılmaz büyük fırsatı, süreci yanlış yöneterek heba ettiler. Sonuçta, yazının başında da belirttiğim gibi, Türkiye’nin, Türkiye’ye 90 yıla yakın bir süre saygınlık sağlamış olan Atatürk’ün ‘Yurtta Sulh Cihanda Sulh’ politikasına kendi özgür iradesiyle dönmesi, ne yazık ki artık mümkün gözükmüyor. Ama bugünkü dış politikamızı böyle sürdürmemiz de imkansız. Bu durumda önümüzdeki korkulacak olasılık, kendi kontrolumuz dışında bazı gelişmeler sonucu dış politikamızın uluslararası camia ile uyum sağlayacak bir çizgiye çekilmesi olarak beliriyor. Kendi irademiz dışında gelişecek böyle bir durum bize nelere mal olacaktır? Bu da başka bir yazının konusu…

*Osman Korutürk,
Emekli Büyükelçi,
okoruturk@gmail.com