KORHAN GÜMÜŞ*
1980’lerden bu yana kamu hizmetleri imtiyaz sahibi özel kuruluşlar tarafından üstlenildi. Kentte kamuya ait alanlarla ilgili işlev değişiklikleri gündeme geldiğinde, idarelerin bunlara ilişkin bir programları yoktu. Bu nedenle ya terk edildiler, ya da özelleştirildiler. Yalnızca tersaneler, elektrik santralleri, endüstri mirası değil limanlar, parklar, yeşil alanlar, hatta sokaklar, kaldırımlar, mahalleler…
Yerelin, ulusalcı siyasetin bir aracı olarak kurumsallaşması
Belediye yöneticileri de halkın yaşam çevresinin iyileştirilmesine hep bir imar konusu, fiziksel mekanın inşa edilmesi olarak baktılar. Kentle ilgisi olmayan silo gibi konutlar, bitmek bilmeyen kaldırım yenileme işleri. Halkın yaşam koşullarında, çevresinde kalıcı bir gelişme sağlamak yerine süsleme fasad projeleri… Kente sanki inşaat şirketleriymiş gibi yaklaştılar. Bu nedenle, yerel kalkınma teknik bir gelişme olarak algılandı. Kentin gelişmesinin, bu modelde, basit bir mühendislik konusu gibi ele alınması kaçınılmazdı. Kent halkının büyük bir bölümü bu kamusal hizmetlerden yararlandı, birçok ilerleme kaydedildi. Bu yüzden belediyeler, planlama çalışması yaparken, yalnızca fiziksel çevreyi düzenlemeye çalıştılar. Planlama, imar faaliyetleri ile sınırlı kaldı. Siyasal meseleler ise daha çok merkezi idare ölçeğine taşındı.
Kamusal alanlar da özel kuruluşlar tarafından sahiplenildi. Yerel siyasetin ağırlıklı gündemi hep imar konusu oldu. Yerel siyasal kurumların yetki kazanmış olması, kendi bütçelerini yönetmesi temsil sorununun gölgesinden kurtulmasını sağlamadı. Daralan müzakere ortamında hizmet üreticileri öne çıktı ve yerel idareler siyaseti anlamsız kılacak bir şekilde teknikçi bir görünüm kazandı. Yolsuzluklar, haksızlıklar olağanlaştı. Yerel kamusal alan, himayeci siyasal ilişkiler ile piyasa aktörleri arasında bölüşüldü. Böylece, yerel temsilin çok boyutluluğu konusu, yerel yönetimlere yansımadı. Belediyeler, üniversiteler, uzmanlık mesleklerini temsil eden kurumlar, çok boyutlu bir kamu fikrinin, modernleşmenin değil, teknik bir kamu fikrinin unsurları olarak algılandı. Böylece yerel siyaset, merkezi temsil eden bir metafor olarak işlev gördü. Kamu örgütleri, yerelin kendisini temsil etmeye değil -merkezdeki siyasetin unsurları olarak- yerel sivil hayata hükmetmeye çalıştı,. Siyaset, merkeze bağımlı bir süreç olarak algılandı. Bunun sonucunda iktidara gelen partiler seçkincileşti, halkla ilişkileri koptu. Ütopyalar itirazlarla karşılaştığı için ideoloji geri plana çekildi. Böylece kentler araçsallaştı ve yönetimler kural koyma vasfını kaybettiler.
Kentler çağında siyasetin dönüşümü
Bugün, kentler çağı olarak adlandırılan 21. yüzyılda Türkiye’nin de kamusallığını güncellemesi gerekiyor. Kentlerin siyasal özneler haline gelmesi aynı zamanda ulus-devlete de bir hayat öpücüğü verecek. Devlet, sivil toplumu temsili alana taşıyarak donduran değil canlandıran bir işlev kazanacak. Böylece, insanların yaşamını ilgilendiren çok daha somut gelişmeler sağlanmış olacak:
1. Kent yönetimleri basitçe imar işleri ile uğraşmayacaklar. Kamu yönetimleri, farklı öncelikleri ilişkilendiren ve katılımcı bir yönetim anlayışı sergileyecekler.
2. Merkezi devlet bugünkünden çok daha iyi çalışacak; yerele yetkilerinin ve sorumlulukların bir bölümünü devrettiği için bürokrasi azalacak.
3. Kürtlerin özerklik talebi “korkulu bir rüya” olmaktan çıkacak; -gelişmiş ülkelerde olduğu gibi- farklı topluluklar birlikte, barış içinde yaşayacaklar.
4. Bu işten yalnızca Kürtler değil, Müslümanlar, Çerkesler, Ermeniler, Rumlar, Yahudiler, Boşnaklar, Gürcüler, dinsizler, eşcinseller, kadınlar, erkekler herkes kazançlı çıkacak; çünkü kamu düzeni sağlamak için şiddet üretmeyecek, daha kurallı, demokratik, haksızlık üretmeyen bir kamu düzeni gerçekleşecek.
Bunların sahiden olması mümkün mü, diye sorarsanız, örnekler ortada.
Bakın Anadolu’daki zenginleşen, gelişen kentlere. Bu kentlerin gelişmesi elbette ki insanlarının azmine, çalışkanlığına, gayretine bağlı. Bu kentlerin gelişmesi, doğal kaynaklarına değil, barış içinde yaşayan insanların dinamizmine bağlı. Biraz daha yakından bakılırsa, bu gelişen kentlerde -görüşleri, kamu yararı anlayışları ne olursa olsun- bir takım kurumların, kişilerin farklı kamu yararlarını temsil eden topluluklar arasında bir “kolaylaştırıcı” rolü oynadıklarını görülüyor. Bu gelişmeyi sağlayan da, belediyeler ile birlikte STK’ların, ya da fedakar, kendi basit çıkarlarını temsil etmeyen tek tek bireylerin müzakere alanını genişletmesi. Gelişmenin nasıl olduğu bu kadar açık, bu kadar görülür ve somut koşullara bağlı. Türkiye’de siyaset, ya çatışmacı bir anlayışa saplanıp boğulacak; ya da bu sorunu barışçı yollarla ve konuşarak çözecek ve ülkenin gelişmesini, zenginleşmesini sağlayacak. Bugünkü yönetim hukuku yapısı içinde bile bazı gelişmeler mümkün olduğuna göre, bu deneyimin Türkiye ölçeğine taşınması neden mümkün olmasın?
Moderncilikten moderne; ulusalcı siyasetin dönüşümü
Yıllardır yerelin konuları; kültür ve sanat, kültür mirası, şehir planlama ve imarla ilgili modernleşme normları, bir devlet elitinin çıkarlarını temsil ettiği bir alan olarak algılandığı için siyasette norm dışı bir alan oluştu. Ulusalcı siyaset bu alanı kontrol etti, siyaset bu deneyimle gelişti. Bu deneyim bu iki alanın temsilcileri, seçkinler ile sivil toplum arasındaki bir uzlaşma alanı olarak gerçekleşti.
AKP, Refah’la başlayan büyükşehirlerdeki yerel yönetimleri de katarsak, neredeyse yirmi yıllık iktidarında kamu bütçesini aşan bu alanda deneyim kazandı. Bugün sivil toplumun temsili sorunu, bu normların siyaset tarafından belirlenmesini sağlayacak kentsel dönüşüm yasaları büyükşehir mevzuatı ile yeniden yapılandırılıyor.
Bunda ulusalcı siyaset kutupları arasındaki mücadelenin, 28 Şubat sürecinin yarattığı şartlanmanın etkisi büyük. Türkiye’de hukuk rejimi, zaten devlet elitinin kontrol ettiği bir alandı. Onun dışında, devlet bütçesini, -siyaset ve hukuk ile güya kontrol edilebilen sahayı- aşan, patronaj içinde yönetilen bir imar bütçesi oluştu.
Bu ulusalcı şiddet siyaseti nasıl dönüşebilir? Hiç şüphesiz bir seçkinler düellosu haline gelen sembolik alanda değil. Siyasetin şiddetten arındırılması gerekiyor. Alternatif bir siyasetin özneyi sembolik alanın dışında inşa etmesi gerekiyor. Bu inşa meselesi yalnızca sivil toplumun temsilinden ibaret değil. Çünkü her türlü yerine geçme ilişkisi, ezilenlere, dışlananlara ne kadar yaslansa da sonunda şiddet siyasetine dönüşür.
*Korhan Gümüş, Mimar, krhngms@gmail.com