Bu değerlendirme yazımızda, Türkiye Ekonomisi’nin 2014 yılını tamamlarken içinde bulunduğu durumun ve önümüzdeki yıllarda, 2015 ve ötesi dönemlerde ekonomiyi bekleyen riskler ve fırsatların bir değerlendirilmesi amaçlanmaktadır. Bu değerlendirmenin de 2 ana tespite dayandırılması uygun olacaktır:
1) Geçtiğimiz 10 yılda her şey nasıl geldi ise, önümüzdeki yıl da, politikalar, uygulamalar ve sonuçlar itibarı ile önceki dönemlerden büyük farklılıklar göstermeden geçecektir;
2) Hal böyle iken, ekonomik aktörler, yani kamu kesimi, özel kesim, bireyler ve dış sektör “oyun”u giderek daralan, hatta sıkışan bir alanda oynamak durumunda kalacaklardır. Zaten asıl sorunlar ve darboğazlar, 2015 yılının 3. çeyreği itibarı ile bu “sıkışma”nın yarattığı çelişkiler ve imkansızlıkların politik, ekonomik, sosyal yaşama yansımalarından kaynaklanacaktır.
2014 kapanırken
Türkiye ekonomisi 2014 yılını kapatırken ne durumda? İçeride, kamu ve özel kesim olarak ne durumda? Dışarıda, gerek uluslararası ekonominin dinamikleri açısından, gerekse de bu dinamikler içinde Türkiye’nin ekonomisini dış sektör olarak etkileyen gelişmeler itibarı ile ne durumda? Bu soruları cevaplarken esas alınacak başlıklar -sırası ile- Büyüme, Kaynaklar, Yatırımlar ve İstihdam olarak düşünülmektedir. Ekonominin 2014 kapanış itibarı ile değerlendirilmesinin bu ana başlıklar üzerinden yapılması, hem nicelik hem de nitelik olarak 2015’te nasıl bir tablo ile karşılaşılabileceğinin bir çerçevesinin oluşturulmasını mümkün kılacaktır.
Türkiye 2014 yılında bütün beklentilere rağmen, nüfusunun ve demografik yapısının gerektirdiği düzeyde istihdam-dostu, kaynak üreten yatırımların gerçekleştirildiği bir büyüme performansı göstermemiştir. Ekonomi 2014 yılında resmi kabul görmüş tahminlerle kendi içinde %3 seviyelerinde büyürken, bu oran bütün Cumhuriyet dönemi ortalaması olan %5 seviyelerinin çok altında kalmış, son 20 yılda dönüşüm geçiren benzer ekonomilerin performanslarının da uzağında kalmıştır. 2014 yılının 3. çeyreğinde açıklanan rakamlarla, Türkiye ekonomisi 2. çeyreğe göre %0,4 (yüzde yarımdan daha az) büyüme kaydetmiş bulunmaktadır; ki, bu performans, yıllık %3 olarak yapılan resmi tahminleri teyit etmekte hatta onları önemli ölçüde iyimser kılmaktadır.
Öte yandan büyümenin ana bileşenlerindeki gelişmeler de ayrıca kayda değer veriler içermektedir. Aralık 2014’de TUİK tarafından açıklanan 3. çeyrek büyüme performansında en büyük katkının özel yatırım ve tüketim harcamaları kalemlerinden geldiği görülmektedir. Öte yandan tarım sektöründeki sıkıntılar nedeni ile stok hareketlerindeki negatif hareket ve kamu yatırımlarının büyümeye katkıları negatife yaklaşan düşük seviyelerde kalmış bulunmaktadır. 2014 sonlarına gelirken görülmektedir ki, bugüne kadar kaydedilen büyüme performansında en büyük paya sahip olan kamu harcamaları ve ithalat kalemlerindeki büyümenin genel büyüme üzerindeki etkisi giderek azalan bir yön izlemeye başlamıştır.
Bu gelişmenin 2015 dönemine yönelik olarak iyi değerlendirilmesi gereklidir. Burada en dikkati çeken nokta, tarımsal büyümenin kuraklık ve diğer politika uygulamaları nedeni ile büyümeye etkisinin gözardı edilecek noktalara gelmiş olması ve veri dönemi içinde stok değişimlerinin, stokların eritilmesi yönünde tarım sektöründeki gerçekleşmelerdir. Tarım sektöründeki küçülmenin, önümüzdeki dönemde enflasyon, istihdam ve cari işlemler dengesi üzerinde ciddi düzeyde olumsuz etkiler yaratması şaşırtıcı olmayacaktır.
Hal böyle iken, yatırımların 2014 yılındaki gelişimi de gerek nüfusun ihtiyaçları, gerekse de küresel rekabetçi ortamda refah ve büyümeyi destekleyici düzeylerden uzak kalmıştır. Bu alanda en büyük pay ülkedeki düşük tasarruf oranlarında yatmaktadır. 2014 yılında GSMH’nın %15’i düzeyine çıkan tasarruf oranları, yılın 3 çeyreği itibarı ile tekrar %12 düzeylerine inmiş bulunmaktadır. Her ne kadar bu durum büyük ölçüde “gelir etkisi” ne bağlansa da -dünyadaki benzer ekonomilerdeki tasarruf oranlarının %25’lerde gerçekleştiği düşünüldüğünde- bu durumun, Türkiye’de kronik nitelikte yapısal bir sorun olduğu bir gerçektir. Dolayısı ile büyüme için gerekli yatırım kaynaklarının içeriden sağlanmasının mümkün olmadığı bir ortamda, gözlerin dış kaynağa çevrilmesi doğaldır. Ancak, dış kaynaklarda da özelleştirme gelirleri dahil doğrudan yabancı yatırım olarak sağlanması beklenilen nitelikli kaynak girişlerinin de 2014 yılında 9-10 milyar ABD Doları düzeyinde kaldığı görülmektedir.
Bir ülkenin sağlıklı, sürdürülebilir bir ekonomik büyüme gerçekleştirmesi, bu büyümenin adaletli bir gelir dağılımı ve nitelikli bir istihdam tabanına sahip olması ile mümkündür. Gerek yatırımlardaki düşük düzey, gerek yatırımların içeriği, gerekse de büyümenin lokomotifi olarak krediye bağlı ve bağımlı tüketim harcamalarına dayalı dinamikler, ülkenin en başta insan kaynaklarının nitelik olarak zayıflamasına, geleceğinden kaybetmesine neden olmaktadır. Eylül 2014 itibarı ile açıklanan istihdam verilerine göre, Türkiye ekonomisi 2014’ü geride bırakırken özellikle tarım sektöründen kaynaklanan bir işsizlik artışı ile karşı karşıyadır. Tarım dışı sektörlerde yeni istihdam imkanları konusunda yaşanılan zafiyet, işsizliğin son yılların en yüksek seviyesi olan %12.8 düzeyine çıkmasına neden olmuştur. Bu gelişmenin en çarpıcı boyutu, gençler ve kadınların giderek iş gücünün dışında kalmaları, özellikle genç işgücü içinde işsizlik düzeyinin %20 seviyelerinde seyretmesidir. Bu durum ise geleceğe yönelik olarak ekonominin dinamizmi açısından önemli bir talep azalması, kamu gelirleri açısından önemli bir vergi azalması anlamına gelmektedir.
2015’e girerken
Yukarıda 3 ana başlık altında çok kısaca ifade edilen koşullarla 2015 yılına bakıldığında,
a) hem nitelik hem de nicelik olarak küçülen bir işgücü tabanı,
b) istihdamdaki azalışı tersine çevirecek seviyelerden çok uzak kalan ve büyük ölçüde dış kaynaklara dayalı ve bağımlı bir yatırım ortamı,
c) kredili kaynaklardan beslenen tüketime dayalı bir ekonomik büyüme profili görülmektedir.
Bu profildeki bir ekonomi ile alana çıkıldığında ise, uluslararası piyasalar ve iç piyasada birbirini tamamlayan bir dizi veri ve beklenti ile karşılaşılmaktadır. Öncelikle uluslararası piyasalara bakıldığında;
a)özellikle Amerikan Merkez Bankası’nın yeni politika yaklaşımları çerçevesinde uluslararası likiditenin yön değiştirmesi ve pahalılaşmasına yönelik hareketleri,
b) buna karşı Avrupa’da ekonominin durgunluk seviyesine yaklaşan büyüme performansı ve bunun sonucu dış talepteki ciddi hareketsizlik,
c) aynı şekilde, ciddi olarak değer kaybeden petrol fiyatları nedeni ile dış gelirleri ve iç piyasadaki harcama gücü düşen, emtia gelirlerine bağımlı çevre ekonomileri görülmektedir.
İç piyasada ise;
a) büyük ölçüde dış kaynağın yön değiştirmesine dayalı olarak, bankacılık sektörünün yeni kredi verme konusunda azalan iştahı,
b) finansal otoritenin büyümenin niteliğini etkilemesi nedeni ile yeni kredi işlemleri alanında kaçınılmaz olarak getirdiği kısıtlayıcı ve pahalılaştırıcı önlemler,
c) artan işsizlik ve yükselen mal ve hizmet fiyatları nedeni ile düşen harcama gücü,
d) buna bağlı olarak azalan vergi gelirleri,
e) düşen dış talep nedeni ile bir yandan geleneksel ihraç pazarlarına iş yapan firmaların düşen gelirleri, bir yandan turizm gelirleri gibi katma değerli dış kaynak girdilerindeki azalma potansiyeli,
f) Suriye-Irak kaynaklı ekonominin mülteciler sorunu yüzünden ekonominin üstlendiği dolaylı ve doğrudan maliyetler,
g) gene bölgeler çatışma ortamında izlenen politikalar nedeni ile çevre pazarların gerek sınır ticareti, gerekse de doğrudan dış ticaret ortakları üzerindeki tam ve olumsuz etkileri,
h) sürmekte olan ve kamu bütçesinden karşılanan alt yapı yatırımlarının yarattığı fonlama talebi görülmektedir.
Sonuç ve değerlendirme
Türkiye’nin 2015 yılına girerken karşı karşıya bulunduğu en kritik kırılganlık;
a)büyümesi ve mevcut dengelerini koruması için borç niteliğinde dış kaynağa olan bağımlılığı,
b) iç talebi canlandıracak ve sağlıklı olarak sürdürecek politika ve uygulamaların olmayışıdır. Türkiye’nin kamusal teminatlarla özel sektör üzerinde görünen dış borcunun 2015’in ilk yarısında 400 milyar ABD Dolarını aşması beklenirken, dönem içinde 65 milyar ABD Doları dış borç servisi yapması gerekmektedir.
Yukarıda 2015 yılına yönelik beklenti ve gözlemlerde belirtildiği gibi, 2015 yılı Türkiye’nin hem finansman, hem de ticaret olarak son yıllarda hiç olmadığı düzeyde bağımlı olacağı bir yıl olacaktır. Finansman olarak, uluslararası likidite akışları itibarı ile daha kıt ve daha pahalı kaynaklarla dönülmesi gerektiği gibi; ticaret akışları itibarı ile de daralan bir “pazar yerinde” daha zayıf bir talep durumu ortaya çıkacaktır. Yurtiçi büyümenin kredilendirmeye dayalı tüketim dengelerinin ise, gene daralan bir kredi havuzu içinde sürdürülebilirliğinin daha düşük seviyelerde gerçekleşeceği açıktır. Hem iç talebin, hem de dış talebin daralmasının beklendiği bir reel ekonomik ortamda, ekonominin çarklarının döndürülmesi açısından azalan istihdam imkanlarının bir çare olmayacağı da ortadır.
Burada aktarılan beklentilerin etkilediği ana ekonomik faktörlerin 2015 Genel Seçimleri döneminde nasıl yönetileceği konusu ayrı bir değerlendirme gerektirmektedir. Aralık 2014’de TBMM’den geçen bütçenin büyük ölçüde “mevcudu korumak” yönünde bir yaklaşımla hazırlanmış olması; daha önce Ekim 2014 itibarı ile açıklanan Orta Vadeli Plan’ın gerek fiyat hadleri ve iç talepte beklenen dinamikler, gerek döviz kurları ve gerekse de yatırımlar konularında gerçekçi temellere oturtulamamış olması; son olarak da Hükümet tarafından açıklanan makro ekonomik önlemler ve yapısal dönüşümler konusundaki yaklaşımların ileri düzeyde bir niyet ifadesi niteliğinde olması, 2015 yılının günlük ve gündelik politikalar ile geçirileceği izlenimini desteklemektedir.
İşte bu nedenlerledir ki 2015 yılı, iç pazara ve özkaynağa dönük önlem ve girişimlerin daha ağırlıklı olarak gündeme gelmesi beklenen bir yıl olacaktır. Tasarruf oranlarının bu kadar düşük olduğu ve esas itibarı ile temelini insan kaynakları ve çevresel varlıkların oluşturduğu “sosyal sermayenin” bu denli az işlendiği bir ekonomide, iç kaynaklarda ihtiyaç duyulan seferberlik yaşamsal önem taşımaktadır. 2015 yılı Türkiye’de ekonominin giderek “sıkıştığı” bir geçiş dönemi olacaktır. Bu sıkışıklığın, alışılmış kısa vadeli nakit akışı yönetimine dayalı yöntemlerle aşılmaya çalışılması, ülke ekonomisinin ve buna bağlı olarak siyasi ve sosyal istikrarının gereksiz ve sonu belirsiz bir sınava sokulmasından başka bir anlam taşımayacaktır.
Nebil İlseven,
Toplumcu Düşünce Enstitüsü Başkanı.
ragipnebil@gmail.com