2014 yılı gerek Türkiye gerekse AB açısından pek çok dönüşümün yaşandığı bir yıl olmuştur. 22-25 Mayıs tarihleri arasında yapılan seçimlerde katılım oranı %43,09 oldu. Böylelikle, 2009 yılında yapılan son seçimlerde %43’lük katılım oranı ile 1979’dan bu yana tarihi en düşük katılıma sahne olan Avrupa Parlamentosu seçimlerinde durum pek değişmedi. İlk kez Avrupa düzeyinde siyasi partilerin (EPP, PES, ALDE ve Greens) ortak aday belirleyerek Avrupa çapında kampanya yürütmelerine ve bazı ülkelerde diğer seçimlerle beraber yapılmasına rağmen katılım oranında önemli bir değişiklik olmaması dikkat çekti. Bu durum Avrupa Birliği şüpheciliğinin Avrupa’nın genelinde varlığını sürdürdüğünü gösteriyor.
Avrupa Parlamentosu; AB Komisyonu
Bu seçim sonuçlarına göre, ana akım partiler, merkez sağ EPP, sosyal demokrat S&D, liberal demokrat ALDE, bir önceki seçim sonuçlarına göre az da olsa sandalye kaybı yaşamalarına rağmen bir önceki dönemdeki genel ağırlıklarını korudular. Bunların dışında dördüncü grup olarak konumunu koruyan ve güçlendiren tek grup Yeşiller oldu. Sağ kanatta ise Avrupa şüphecisi aşırı sağcılar özellikle Fransa, Macaristan, Danimarka, Finlandiya, İngiltere gibi Batı, Doğu ve Kuzey Avrupa ülkelerinde önemli bir varlık gösterirken, Yunanistan ve İspanya gibi özellikle 2008 finansal krizinin etkili olduğu Akdeniz ülkelerinde ise ise aşırı sol -kemer sıkma politikalarına karşı gösterdikleri muhalefet ile- önemli zaferler kazandılar. Böylece Avrupa’nın hemen her yerinde ya sistem karşıtı popülist sağ ya da aşırı sol kullandıkları AB karşıtı retorik ile giderek önem kazanan siyasal oluşumlar olarak kendilerini gösterdiler.
Parlamentonun değişmesiyle birlikte yeni Komisyon da muhafazakar/merkez sağ EPP adayı Jean-Claude Juncker’in başkanlığında göreve gelmiştir. İtalyan siyasetçi Federica Mogherini, AB Dışişleri Yüksek Temsilcisi ve Başkan Yardımcısı olurken, Avusturyalı muhafazakar siyasetçi Johannes Hahn ise Avrupa Komşuluk Politikası ve Genişleme Müzakerelerinden Sorumlu Komisyoner olmuştur. Ortaya çıkan bu yeni tablo daha federalist ağırlıklı bir komisyon oluşumuna işaret ederken, yeni komisyonun genişleme yerine komşuluk politikalarına daha ağırlık vereceğini göstermektedir.
Avro krizi, kemer sıkma, göç ve islamofobya
Toplumsal ve siyasal gelişmelere bakıldığında ise, 2008 küresel finans kriziyle başlayan gerilimler ve özellikle Angela Merkel’in savunduğu kemerleri sıkma siyaseti, Kuzey ve Güney arasında büyük bir uçurumun ortaya çıkmasına neden olmuştur. Kuzey ile Güney arasında büyüyen bu uçurumun bir göstergesi, İspanya ve Yunanistan gibi ülkelerden özellikle Almanya’ya çok sayıda nitelikli işgücünün düşük ücret karşılığında da olsa göç etmiş olmasıdır. Gerek AB ülkeleri arasında yaşanan coğrafi hareketlilik gerekse Suriye krizi nedeniyle ortaya çıkan mülteci meselesi ve gerekse Suriye ve Irak’ta kurulan Islam Devleti’nin neden olduğu islamofobik eğilimler Avrupa Birliği ülkelerindeki ekonomik ve siyasal istikrarsızlığın en azından toplumsal düzeyde derinleşmesine neden olmuştur. Yine 11 Eylül 2001 olaylarından sonra Batı’da artan göç ve İslam karşıtlığına benzer bir iklimin, AB ülkelerine 2014 yılı itibariyle yine hakim olduğunu söylemek abartılı olmayacaktır.
Merkezkaç kuvvetlerin artışı / AB hala dünyanın en büyük ekonomisi
Bu tür toplumsal, siyasal ve ekonomik istikrarsızlıkların pençesinde bütünlüğünü korumaya çalışan ancak belli bir kriz yaşayan AB içinde merkezkaç kuvvetlerin 2014 yılında kendilerini daha belirgin bir şekilde gösterdikleri gerçeği de vurgulanmalıdır. 2014 yılında İskoçya’da yapılan referandum, herkesi, İskoçların Birleşik Krallık’tan bağımsızlıklarını kazanmak için yeterince yüksek bir toplumsal destekleri olduğu yönünde neredeyse inandırmıştı. Ancak referandum sonuçları, aksi yönde çıktı ve İskoçya, AB’nin bir parçası olarak Birleşik Krallık içinde kaldı. Benzeri bir olgu İspanya’da yaşayan Katalanlar için de öngörülürken, İspanya Anayasa Mahkemesi’nin bağımsızlık referandumu talebini reddetti. Ancak Katalanlar, bir tür sivil itaatsizlik örneği göstererek referandumu uyguladılar. Her ne kadar referandumdan bağımsızlık yolunda bir sonuç çıktıysa da siyaseten geçerli olmadığından konu en azından bu yıl için gündemden kalkmış oldu. Öte yandan, İngiltete Başbakanı David Cameron’un Birleşik Krallık’ı AB’den çıkarma yönünde dile getirdiği tehditler de 2014 yılına damgasını vuran diğer önemli gelişmelerden biriydi.
Bütün bu gerilimlerin yanısıra AB para birimi avronun yaşadığı kriz de göz önünde bulundurulduğunda AB, 2014 yılında %1,4, Avro Bölgesi ise %1,1 oranında büyüme gerçekleştirmiştir. Ancak, daralan büyüme oranlarına ve 2008 finansal krizine rağmen, 25.000 Euro kişi başı geliri ve 500 milyon tüketicisi ile AB dünyanın en büyük ekonomisi olmayı sürdürmektedir. 12.6 trilyon avro tutarında bir ekonomiye sahip AB’yi, 11.5 trilyon avro ile ABD ve 5.5 trilyon avro ile Çin takip etmektedir.
Artan aşırı-sağ popülizm tedirgin edici boyutlarda
Öte yandan, hiç şüphe yok ki, kaybedenin çok olduğu AB’de Merkel’in Almanya’sı kazançlı çıkan ülkelerin başında gelmektedir. Merkel; bir yandan Obama, öte yandan da Cameron, Hollande ve Putin gibi liderler karşısında pazarlık gücü giderek yükselen bir ülkenin liderliğini sürdürmektedir. Artan net göç oranları nedeniyle işgücü arzının giderek yükseldiği Almanya’da pek çok sektörde maaşlarda önemli düşüşler yaşanırken, kalifiye Alman yurttaşlarının, İsviçre ve Avusturya gibi komşu ülkelere ve hatta Türkiye’ye daha iyi koşullarda istihdam edilebilmek için göç ettiklerini biliyoruz. 2014 yılında yaklaşık %1,7 oranında büyüyen Almanya’da ekonomik göstergelerin olumlu seyrediyor olmasına rağmen artan göç ve İslam korkusu nedeniyle, özellikle Dresden gibi eski Doğu Almanya kentlerinde İslami tehdit karşısında on binlerce insanın protesto eylemleri gerçekleştiriyor olması Almanya için tedirgin edici bir takım özellikler taşımaktadır. Batı’nın İslamlaşmasına Karşı Avrupalı Yurtseverler (PEDIGA) adıyla anılan ve içinde neo-Nazi unsurlar barındıran bu tür gösterilerin Almanya’da yoğunlaştığı ve aşırı-sağ popülist söylemlerin yine pek çok ülkede giderek popüler bir nitelik kazandığı görülmektedir. Benzeri oluşumlar arasında İngiltere’deki UKIP, Macaristan’daki Jobbik Partisi, İsveç’teki İsveç Demokratları, Finlandiya’daki Gerçek Finliler hareketi ve daha pek çoğu sıralanabilir.
AB – Türkiye ilişkileri açısından 2014 yılı
Türkiye-AB ilişkileri 2014 yılının başlangıcı itibariyle olumlu bir seyre girmişti. 16 Aralık 2013 tarihinde iki taraf arasında imzalanan Geri Kabul Anlaşması ile birlikte vize liberalizasyonu konusunda da olumlu bir takım adımlar atılmıştı. Buna göre Geri Kabul Anlaşması hükümlerinin sağlıklı şekilde uygulanması durumunda 2017 yılının ortalarından itibaren AB tarafından Türkiye’ye uygulanan vize rejiminin kaldırılması veya kolaylaştırılması konusunda önemli bir ilerleme sağlanacaktı. Hatta 2014 yılının ilk on ayında AB Komisyonu, Türkiye’nin Geri Kabul Anlaşması’nın hükümlerini uygulama konusunda başarılı olduğuna dair rapor hazırlamıştı. Bu başarının arkasında 2014 yılı Nisan ayında kurulumunu tamamlayan Göç İdaresi Genel Müdürlüğü’nün olduğunu teslim etmek gerekir.
AB konusunda kamuoyunda bu yolla ortaya çıkan bu olumlu havanın hiç şüphe yok ki başka nedenleri de vardı. Hatırlatmak gerekirse, 2013 Haziran ayı öncesinde kamuoyu yoklamalarında AB’ye destek %33 oranında seyrederken, Gezi olayları sonrasında %44’e ve 2014 yılı sonbaharında ise %54’e çıkmıştır. 2004 yılında bu oranın %80’e yaklaştığını hatırlarsak yeniden kamuoyu desteğinin artıyor olmasının nedenlerini iyi analiz etmek gerekir. Görebildiğim kadarıyla Gezi olaylarında güvenlik güçlerinin kullandığı şiddet, siyasal iktidarın giderek otoriterleşen yönetimi, dış politikada yaşanan sıkıntılar, Suriye krizi, ülke içinde artan şiddet, Soma faciası gibi olaylarda yaşanan devlet aczi, hızlı büyümenin toplumsal maliyeti, betonlaşma, toplumsal polarizasyon, Erdoğan’ın buyurgan tavrı, 17 Aralık 2013 yolsuzluk soruşturması ve daha sonra iktidarın bu soruşturmayı kapatması ve daha pek çok gelişme Türkiye kamuoyuna AB’nin ne denli sağlıklı bir barış, entegrasyon ve işbirliği projesi olduğu yönünde daha net bir fikir vermiştir.
Avrupa Komisyonu’nun 2014 İlerleme Raporu demokratikleşme paketi, dini azınlıkların haklarının ve mülklerinin iadesi gibi konularda Türkiye’nin gerçekleştirdiği/gerçekleştireceği olası reformlardan da övgü ile söz etmiştir. Öte yandan, her yıl yinelenen sorunların yine altının çizildiği görülmektedir. Kadın Hakları, Çocuk Hakları, Engelli Hakları, Çevre konusu ve temel eğitimde karşılaşılan sorunlara ilişkin önemli değerlendirmelerin yapıldığı İlerleme Raporu’nda Türkiye’nin AB’nin iki temel şartına açıkça muhalefet ettiği yönünde net ifadelere rastlanmaktadır: “hukukun üstünlüğü, şeffaf yönetişim ve hesap verebilirlik”. Özellikle Gezi Olayları sırasında yaşanan polis şiddeti, orantısız güç kullanımı, basın-yayın kuruluşları üzerinde iktidarın kurduğu baskı ve sindirme girişimleri, daha sonra siyasal iktidarın yargıya doğrudan müdahalesi, 17 Aralık 2013 tarihinde yaşanan yolsuzluk soruşturması ve daha sonra bu soruşturmanın iktidarın müdahalesiyle örtbas edilmesi, Soma maden faciasında devlet güçlerinin acizliği gibi pek çok gelişme TC Devlet’inin pek çok uygulamasının hukukun üstünlüğü ilkesi ile çeliştiği yönünde eleştirilmesine neden olmuştur.
Bu gelişmeler karşısında dönemin AB Komisyonu genişlemeden sorumlu üyesi Stefan Füle, “Türkiye’yi üyelik için siyasi kriterlere bağlanmış bir aday ülke olarak, görevi kötüye kullanma iddiaları karşısında şeffaf ve tarafsız bir şekilde, ayrımcılık veya imtiyaz olmadan hukukun üstünlüğü uygulaması dahilinde gerekli bütün tedbirleri almaya çağırıyorum” diyerek uyarı yapmış; süreç içinde yaşanan bazı gelişmeler için de AB kriterleri çerçevesinde doğrudan eleştirilerde bulunmuştur. 2013 ve 2014’te yaşanan bu tür olumsuz gelişmelerin üyelik müzakerelerinin askıya alınmasına neden olabileceği görüşü bile dile getirilmektedir. Böyle bir durumun gerçekleşmesi halinde zaten çok ciddi sıcak para çıkışlarının yaşandığı Türkiye’den daha fazla paranın çıkması beklenebilir. Öte yandan, geçtiğimiz yıl içerisinde AB çevreleri, AB’den kopan Türkiye’nin Ortadoğu veya Avrasya’ya yaklaşabileceği varsayımından hareketle, müzakereleri kesmek gibi kesin bir tavır almaktan kaçındılar.
2014 Ocak ayında Hollande’ın Türkiye ziyareti, daha önce Sarkozy döneminde Fransa’nın veto koyduğu bir takım müzakere başlıklarının açılabileceği konusunda önemli işaretler veriyordu. Daha önce Hollande, Yerel Yönetimler konulu 22. başlık üzerindeki Fransa vetosunu kaldırmak suretiyle bu başlığın açılmasını sağlamıştı. Bu gezisinde ise, 23. (Yargı ve Temel Haklar) ve 24. (Adalet, Özgürlük, Güvenlik) fasıllarının da bir an önce açılabilmesi için yeşil ışık yakıyordu.
Ancak hiç şüphe yok ki, Gezi olayları sırasında AB çevrelerinin ve özellikle Merkel gibi muhafazakar siyasal liderlerin- müzakereleri durdurmalarına ramak kala- böyle bir karar almalarını engelleyen en önemli unsur, Türkiye sivil toplumunun olaylar sırasında gösterdiği demokratik tavır, sivil itaatsizlik ve sivil metanet karşısındaki saygılarıdır. Sivil toplumun bütün polarizasyonu, bölünmeleri, parçalanmaları adeta onarmaya çalışırcasına sergilediği dayanışma karşısında, Türkiye sivil toplumunun Avrupalı sivil toplumdan pek de farklı olmadığı izlenimini edinen AB çevreleri müzakerelerin devamı konusunda görüş bildirmişlerdir.
Yeni gelişmeler ışığında neler olabilir?
Gezi Olayları sırasında ve sonrasında Türkiye sivil toplumuna saygısı nedeniyle müzakerelerin kesilmesini istemeyen AB çevreleri, acaba 2014 yılının son ayında yaşananlar karşısında ayı tavrını sürdürebilecek mi? Bugünlerde yanıtını aradığımız soru bu. Bilindiği üzere, Aralık ayının ilk haftasında üç önemli AB yetkilisi Türkiye ziyaret ettiler. AB’nin Dış ve Güvenlik Politikası temsilcisi Federica Mogherini, AB Komşuluk Politikası ve Genişleme Müzakerelerinden Sorumlu Komisyon üyesi Johannes Hahn ve İnsani Yardım ve Kriz Yönetiminden Sorumlu Komisyon Üyesi Christos Stylianides’in ziyareti Türkiye’ye uzun bir zamandır AB’den bu denli üst düzeyde yapılan ilk ziyaret idi. Bu ziyaretin amacı, hiç şüphesiz yeni komisyonun Türkiye’ye ne denli önem verdiğini göstermekti. Bir diğer önemli yanı ise Suriye krizi bağlamında sayıları 1,7 milyonu aşan Suriyeli misafir/mültecinin karşılaştıkları sorunlara çözüm bulma bağlamında AB’nin nasıl daha etkin katkıda bulunabileceği konusunda somut adımlar atabilmek için yerinde tespitler yapabilmekti. Bu ziyarette ayrıca AB’nin Rusya’ya uyguladığı yaptırımlara Türkiye’nin de uyum sağlaması, IŞİD’e karşı güç birliği, “çözüm süreci” gibi konular da ayrıntılı bir şekilde ele alındı. Türkiye tarafı da, bu ziyareti fırsat bilerek, AB üyeliği amacına ve AB değerlerine ne kadar bağlı olduğunu ifade etme şansını buldu.
Ancak daha bu ziyaretin ayrıntılı analizini yapabilme imkanı bulamadan, Türkiye’de gerçekleştirilen 14 Aralık operasyonu AB’de özellikle basın ve ifade özgürlüğü konusunda zaten varolan şüphelerin daha da derinleşmesine neden oldu. Mogherini ve Hahn’ın ortak açıklamasında, basın ve ifade özgürlüğü ve hukukun üstünlüğü ilkelerine dikkat çekildi ve “…Türkiye’ye yaptığımız ve AB-Türkiye ilişkilerinin önemini vurgulayan ziyaretimizin birkaç gün sonrasında yaşanan bu operasyon, Türkiye’nin bir parçası olmayı arzuladığı ve güçlendirilen ilişkilerimizin özünü teşkil eden Avrupa değerleri ve standartlarıyla bağdaşmamaktadır” şeklinde bir ifade kullanıldı. Hatta Mogheri’nin yakın çevresine “daha bir hafta önce Türkiye’deydik, ve her şey gayet olumluydu. Şimdi ise olup bitene bir anlam veremiyorum” şeklinde değerlendirmelerde bulunduğu da yine konuşulan konular arasında yerini aldı.
14 Aralık Zaman Gazetesi ve Samanyolu TV’ye yönelik olarak yargı ve güvenlik güçlerinin gerçekleştirdiği operasyonların ardından 16 Aralık 2014 tarihinde yapılan AB Bakanlar Konseyi toplantısı sonrasında kaleme alınan sonuç bildirgesinde AB’nin genişleme politikasının barış, güvenlik, demokrasi ve refaha katkı şeklinde tanımlandığı vurgulandı. Ayrıca, Türkiye’nin AB için önemli bir ortak ve aday ülke olduğu, Avrupa ekonomisine önemli katkı sağladığı vurgulandı. Temel özgürlükler, yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı, yolsuzlukla mücadele, çatışmaların barışçıl şekilde çözümlenmesi gibi konularda Türkiye’nin ilerleme kaydetmesi gereğinin altı çizildi. AB Bakanlar Konseyi’nin bu sonuç bildirgesi karşısında AB Bakanı Volkan Bozkır, Johannes Hahn ile yaptığı telefon görüşmesinde konuya açıklık getirirken, son gelişmelere ilişkin yargı sürecinin devam ettiğini ve kuvvetler ayrılığı ilkesi uyarınca yürütmenin sürece müdahale etmediğini belirtti. Öte yandan, Cumhurbaşkanı Erdoğan ise, yaptığı bir konuşmada, AB’nin tutumunu eleştirdi ve sorunun bir güvenlik meselesi olduğuna değinerek, AB yetkililerine “kendi aklınızı kendinize saklayın… AB kendi işine baksın” şeklinde sert bir ifade kullandı.
Sonuç
Görünen o ki, AB-Türkiye ilişkileri yeniden olumsuz bir sarmalın içine girmiştir. 2004 yılında Kıbrıs’ın bölünmüş bir şekilde üyeliğe kabulü ve 2005 yılında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin aldığı Leyla Şahin türban kararıyla AB’ye karşı olumsuz bir tavır sergilemeye başlayan ve giderek AB ile sorunlu bir evreye geçen AKP’nin bu tavrının zaman içerisinde giderek belirginleştiğini biliyoruz. Muhtemelen, AB’nin şeffaflık, hesap verebilirlik, basın ve ifade özgürlüğü, hukukun üstünlüğü ve yargının bağımsızlığını kendine ayak bağı olarak görmeye başlayan iktidarın, AB entegrasyon sürecinde başlı başına bir engel olarak ortaya çıktığını görüyoruz. İktidar partisi, AB tarafından bir önceki cümlede ifade ettiğim değerler silsilesine yönelik olarak Türkiye’ye bir takım önerilerde, yorumlarda ve eleştirilerde bulunduğunda, bunlar hakaret ya da müdahale gibi algılanmamalı; politika ve uygulamalarda birer önkoşul ve referans noktası olarak alınmalıdır. AB’nin, yeri ve zamanı geldiğinde Türkiye’ye veya herhangi başka bir aday ve hatta üye ülkeye ilişkin ifade ettiği görüşler, yorumlar ve öneriler zaten AB’nin iş tanımı içerisindedir; bu zaten “AB’nin işidir”.
*Prof. Dr. Ayhan Kaya,
İstanbul Bilgi Üniversitesi,
ayhank@bilgi.edu.tr