AKP, 2015’de, siyasal iktidarının 13. yılını tamamlayıp, 14. yılına girmeye hazırlanıyor. Bu süre zarfında 3 genel ve 3 yerel seçim, 2 referandum ve de 1 cumhurbaşkanlığı seçimi kazanmanın verdiği özgüven, “10. seçim zaferi” beklentilerini de arttırıyor. AKP, 2002’de iktidara geldiğinden beri, 3 başbakan, 2 cumhurbaşkanı seçtirdi. 2002-2007 arasında, AB ve IMF çıpasını, birtakım sözde liberallerin inorganik entelektüel desteğiyle kullanırken, 2007’deki “367 krizi” ve “Cumhuriyet Mitingleri”nin ardından, erken seçim ve Gül’ün Çankaya’ya çıkmasıyla, kendi özüne döndü. Davutoğlu’nun, danışmanlıkla başlayan, 2009’da Dışişleri Bakanlığı ve 2014’teki Başbakanlığı ile süregelen zeminde, Yeni Osmanlıcı “bölgesel liderlik” siyasaları, özellikle 2011 sonrasında, “tehlikeli bir macera”ya dönüşmeye başladı.
Sempati-antipati üzerinden Ortadoğu siyaseti
Siyasal iktidar, 2010’daki “Mavi Marmara” olayıyla zirveye ulaşan anti- İsrail söylemini, siyasal İslam’da çok revaçta olan anti-semitik söylemlerle harman edip, kamuoyuna servis edince, ortaya ilginç bir tablo çıktı. “Arap sokağı”na seslenen siyasal iktidar, İsrail karşıtı politikaları, sadece bölgesel politikalarda değil, aynı zamanda iç siyasal rekabette öne sürmeye başladı. Ülkede yaşanan siyasal, ekonomik sorunları, Ortadoğu’daki otoriter rejimlerin, tipik “komplo teorileri” ile açıklamaya çalışan siyasal iktidar, kendince her olumsuz gelişmeyi, “ABD-İsrail işbirliği”ne dayandırdı. ABD ile müttefiklik ilişkileri, bölgesel işbirlikleri devam ederken, ABD’yi suçlayıcı dil, artık “büyük müttefik”i de rahatsız etmeye başladı. Kapalı kapılar ardında ABD’ye verilen vaatlerle, kendi kamuoyuna karşı söylemleri arasındaki zıtlık, “devlet ciddiyeti” açısından, ciddi sorunlar doğurmakla kalmadı, kurumsal saygınlık zedelendi.
İsrail karşıtlığına, Suriye karşıtlığını ekleyen, yakın zamana kadar merkezi Irak hükümetiyle dikkat çekici ihtilaflar yaşayan siyasal iktidar, İran’la da başta Suriye krizi olmak üzere, pek çok konuda, yapısal çelişkilerle iç içe bir manzara sergiledi. Özellikle Suriye’de 2011 Mart’ında başlayan “gecikmiş Arap Baharı” yüzeyinde, Batı’nın Esad karşıtlığına bel bağlayan, BM Güvenlik Konseyi’nde olası bir “uçuşa yasak bölge” kararını ümit eden, “Suriye fatihi” olmaya çalışan iktidar, IŞİD olgusu ile mevzi kaybetti. Suriye’den gelen mültecilerin ülke içindeki sosyal sorunları, bir başka husumet dilinin gelişmesi bir yana, IŞİD’e yönelik silahlandırma, militanlara eğitim verme iddiaları, hepsinden öte, büyük kentlerin varoşlarından IŞİD’e eleman trafiği, kafası karmaşık politikaların iflasını ete kemiğe büründürdü.
Kendi tabirleri ile “Ortadoğu’ya yön verme”ye çalışan siyasal iktidar, Suriye-Irak hattında gittikçe güçlenen IŞİD karşısında, önemli bir bocalama yaşadı. Ülke içinde “çözüm süreci”ni kendi Kürtleri ile sürdüren siyasal iktidar, Kobani’deki IŞİD saldırılarında, kararsızlık sergiledi. Bölgede parçalanan haritalarda, Kürt realitesinin bölgede kendisini somutlaşarak ifade etmesi, “simgesel hilafet”, “Osmanlı kimliği” etiketi altında Ortadoğu’da “Sünni bir İslam konfederasyonu” ütopyasını da tozlu raflara gönderdi.
Bu çerçevede Erdoğan-Davutoğlu ikilisinin, anayasayı zorlayarak gerçekleştirmeleri olası 2015 seçim kampanyasında, Ortadoğu gündemi, daha önce olduğu gibi oy getirme potansiyelini ortaya koyacak mı? Gramsci’nin tanımıyla, AKP yeni bir tarihsel blok oluşturarak, yeni bir rejim, hatta yeni bir devlet yapısı ortaya koyabilecek mi?
Ak-Saray Ortadoğu’da güç odağı olma hevesinde
Artık “Ak-Saray”la dile getirilen cumhurbaşkanlığı makamı, anayasadaki tarifiyle klasik bir “devlet başkanlığı”nı simgelememekte, “kuvvetler birliği”ne dayalı bir otoriter liderliği dile getirmektedir. Gittikçe demokratik yaşamın tüm unsurları birer dekorasyon malzemesine dönüşmek üzeredir. Devlet ve hükümetin iç içe geçtiği bu çerçevede, Suriye konusundaki iktidar öfkesi gittikçe daha iyi anlaşılmaktadır. 2011 yılında, Suriye’de birkaç ay içinde devrilmesi planlanan Esad’ın, 2015’de sürmeye aday iktidarı, 2013’de Mısır’da yaşanan askeri darbe, siyasal iktidar için bir kabusa dönüşmüştür. Zira hesaplar tutsaydı, “Ak-Saray”, Kahire ve Şam’daki “otoriter İhvan iktidarları”na ağabeylik yapacaktı. Bölgesel liderlik tasarımları hayal kırıklığına sürüklenince, “Ak-Saray”, “İhvan kuşağı”nın değil, kendi tabanının liderliğiyle yetinmek zorunlu kaldı.
2015 seçimlerinde, gerek barajın kalkma olasılığı, gerekse de barajla bile anayasa değişikliklerini “referanduma götürecek” 330 milletvekili sayısına ulaşamama riski, “Ak-Saray”ın elini hızlandırmış, ABD modeli “cumhurbaşkanlığı sözcülüğü”, danışman adı altında “Ak-Saray”ın gölge bakanları ve mevcut kabineye sürekli başkanlık etme hevesleri, rejim krizini çağrıştıran bir tabloyu ortaya koymuştur. Var olan yetkilerini, 12 Eylül Anayasası’ndan alan “Ak-Saray”, bölgede yaratamadığı gerginliği, 2015 seçim kampanyasında Türkiye’de yaratma sinyalleri vermektedir. Kutuplaştırıcı, ötekileştirici, ayrımcı dil, zorunlu Osmanlıca tartışmalarında da izlenebildiği gibi, kendi tabanını “tahrik eden” ve “kenetleyen” bir oy verme davranışını tetiklemek için yapılandırılmaktadır.
“Ak-Saray”ın kişisel dostluklara dayandırdığı diplomaside de, şaşkınlık uyandıran gelişmeler birbirini kovalamaktadır. Rusya’nın inşa edeceği, mülk edineceği ve Türkiye’ye enerji satacağı Akkuyu nükleer santrali konusu, Batılı çevrelerde Rusya’nın Doğu Akdeniz’deki “nükleer varlığı” olarak kaygı uyandırırken, Suriye’de var olan, Rusya’nın Tartus deniz üssüyle birlikte değerlendirildiğinde, ortaya şöyle bir çelişkili resim çıkmaktadır. Esad karşıtı “Ak-Saray”, “Esad müttefiki” Rusya’nın Doğu Akdeniz’e açılımını kolaylaştırmaktadır. Rusya’ya karşı doğal gaz bağımlılığı gün geçtikçe artan Türkiye, NATO’daki politikalar ve AB’nin gündemiyle daha yoğun çelişkileri içinde barındırmaktadır.
Otoriter liderlerin arasındaki “sıcak temas”, yapısal politikaları riske atmakta, buradan da anlaşılabileceği gibi, pusulası şaşmış dış politika, kişisel egolar üzerinde savrulmaktadır. Çin’le yaşanan “füze ihalesi” konusu da, bir başka tartışma konusudur.
2015 seçimlerinde Ortadoğu, bu sefer iktidara “ayak bağı” olmaya adaydır. O yüzden, demokrasiyi araç olarak değil amaç olarak benimseyen bir Sosyal Demokrat/Demokratik Sosyalist/Demokratik Sol seçeneğin tam zamanıdır.
*Yard. Doç. Dr. Deniz Tansi,
Yeditepe Üniversitesi
dtansi@yeditepe.edu.tr