gulen-erdogan-turkey-coup

Zeynel Emre – 15 Temmuz, Darbe Araştırma Komisyonu ve AKP

15 Temmuz 2016’da yaşanan darbe girişiminin üstünden tam 1 yıl geçti. Fakat geride kalan, bunun basit bir kronolojik veri olarak nerdeyse hiçbir şey ifade etmediği bir birikime denk düşüyor. Öyle ki, bu 1 yıl, süre olarak taşıdığı anlamın çok ötesinde daha büyük ve tarihsel bir olayın karşılığı. Bu zaman aralığında yaşanan şeyler olağan bir sistem bünyesinde 1 yıl ile ifade edilemeyecek yakıcılığa sahip ve maalesef bitmiş değil; sürüyor. Tam da bu nedenle, bunca manipülasyonun ve son olarak 15 Temmuz Darbe Araştırma Komisyonu’nun nihai raporuna yapılan “eşsiz” müdahalenin[1] de göstermiş olduğu gibi, yüksek oyun planlarının yapıldığı bir ortamda belirli kilometre taşlarını ortaya koyarak gitmek, 15 Temmuz’un adını koymak ve onu doğru konumlandırmak bakımından bir gereklilik olarak karşımızda duruyor. Bu bakımdan 15 Temmuz’un her şeyden önce, kendinden menkul bir hadise olmanın öncesinde, gerek darbeci odakların operasyonel hazırlıkları gerekse AKP iktidarsızlığının ülkeyi sürüklediği siyasi açmaz bakımından hiç de olağan dışı olmadığını söylemek yanlış olmayacaktır.

2004 MGK kararlarından kozmik oda soruşturmalarına veya sadece kumpas süreçlerine bakıldığında bile bu tespit doğrulanacaktır. Bir anlamda, 2006’da, Gülen’in beraat ettirilmesinden bu yana, FETÖ’cü darbeler farklı veçheleriyle zaten gerçekleşmekteyken, bunlardan askeri olanının gerçekleşmesi ise 2016’yı bulmuştur. Bu “son darbe”yi diğerlerinden ayıran pek çok şey bulunmakla birlikte, bugüne dek tüm darbelerini AKP iktidarı sayesinde ve AKP’nin de sakıncalı bulduğu “düşmanlara” yapan FETÖ, bu defa AKP’ye rağmen ve AKP’ye de karşı bir darbeye kalkışmıştır. “Gülen Cemaati”nin “Fethullahçı Terör Örgütü”ne dönüşmesinin tarihi de, tam da buna benzer bir nedenle 17/25 Aralık olarak seçilmiştir; çünkü hedefte AKP vardır.

15 Temmuz’un farkı

15 Temmuz’u diğer FETÖ darbelerinden ayıran çok önemli bir diğer nokta ise tam burada karşımıza çıkmaktadır: FETÖ’nün bugüne dek darbe yaptığı çevrelerin aksine, AKP 15 Temmuz’un bir mağduru değildir.  15 Temmuz bakımından AKP’nin durumu olsa olsa bir dizi mağduriyet vehmi ile açıklanabilir. Çünkü bugün, gerek iddianamelerin gerekse de medya arşivlerinin gösterdiği gibi 15 Temmuz’un da, ona kalkışmaya cesaret eden FETÖ’nün de nihai katalizörü AKP olmuştur. Bu tezimizi destekleyen onlarca olgu söz konusu olmakla beraber, bunlardan en önemlisi 15 Temmuz Darbe Araştırma Komisyonu’nun kurulmasına karar verildiği günden, nihai raporunun TBMM başkanlığına sunulduğu güne kadar geçen 12 aylık süre içinde yaşananlarda saklıdır. Buna ilişkin tüm detaylar Cumhuriyet Halk Partisinin komisyona sunduğu iki ayrı raporda[2] görülebilir.

Fakat darbe gerçeklerini açığa çıkartmak üzere ve TBMM tarihinde istisnai bir şekilde 4 partinin mutabakatı ile kurulmuş komisyon kronolojisi bile tek başına bu durumu açıklamakta yeterli görünüyor: Komisyon’un kurulmasına karar verilen tarih 19 Temmuz 2016; AKP’nin Komisyon’a üye verdiği tarih 19 Ağustos 2016; Komisyon’un çalışmalara başladığı tarih 4 Ekim 2016; Komisyon çalışmalarının sakıncalı bulunduğu tarih 9 Aralık 2016[3]; Komisyon çalışmalarının ek süre alınmadan bitirildiği tarih 4 Ocak 2017; Komisyon Raporu’nun yazıldığı tarih 26 Mayıs 2017; raporun TBMM’ye ilk teslim tarihi 12 Temmuz 2017.

Komisyon Raporu’na 14 Temmuz 2017 tarihinde yaptığımız itiraz neticesinde süreç henüz tamamlanmamıştır ve bu raporun TBMM Başkanlığı’na ikinci defa teslim edilmesi söz konusudur. Buraya kadar bu kronolojinin bize gösterdiği tek bir şey var: komisyonun görevini yerine getirmesi, soru işaretlerini aydınlığa çıkarması, darbe gerçeklerini aydınlatması, etkin bir çalışma yapması yokuşa sürülmüş ve engellenmiş; komisyon genel anlamda kadük hale getirilmiştir. Bunun nedeni ise bir sır olmaktan çok uzak. Aksi durumda AKP’nin ortaya saçılacaklardan kendisini kurtarması kolay olmayacaktır.

Bu anlamda AKP’nin 15 Temmuz’un mağduru olması ancak güç sarhoşluğundan beslenen fantezilerle ifade edilebilir. Belki de var oluşunu ve bir kısım ‘başarısını’ mağduriyet söylemine borçlu olan AKP, “15 Temmuz mağduru” rolü ile sona yaklaşırken, yola çıktığı günlerin özlemini dışa vuruyor da denilebilir. Bu noktada 15 Temmuz’un doğru konumlandırılmasının ya da adlandırılmasının önemi de böylece kendini göstermiş oluyor: 15 Temmuz, bir iktidar mücadelesinde tarafların ülkeyi feda etmek pahasına giriştikleri bir savaştır. Cumhuriyet Halk Partisi olarak komisyona vermek üzere hazırladığımız 15 Temmuz Raporu tam olarak bu nedenle iki ayrı 15 Temmuz tarifi yapmıştır: Sokağın 15 Temmuz’u ve Saray’ın 15 Temmuz’u.

Gelgelelim bu savaşın neticeleri de tartışmaya açık görünmüyor; kazananın kim olduğuna göre sonuçların belirleneceği bir savaştan söz etmek bu defa hiç de olası değil. Çünkü savaş belki de tam olarak iki ayrı taraf arasında değil, simbiyotik bir oluşum olarak aynı menzile giden iki aynı taraf arasında gerçekleşmektedir. Olası sonuç varsayımları yapıp bunları bugünle kıyaslamak da bu anlamda çok karmaşık bir süreç olmayacaktır. Bu anlamda normal koşullarda gerçekleşmesi durumunda ülkeyi sarsacak bir darbenin, 4. defa uzatılan OHAL ve buna dayanarak hazırlatılan OHAL KHK’ları ile yapılanlar düşünülünce gerçekleşmediğini söylemek en hafif deyişle naifliktir.

AKP ve Adalet

Peki tüm bu çerçeve ve güç sahiplerinin durumları bakımından, evrensel bir değer olan “adalet” nerede duruyor? Kısa bir literatür taramasıyla erişilebilecek pek çok adalet tanımı yapmak mümkün. Adil olmak kadar adil görünmenin gerekliliğine vurgu yapandan, her koşulda ezilenden yana durmaya ya da sadece durumu önceleyen, kişiler üstü bir tutum ve evrenselleştirilebilir bir yaklaşım olarak yorumlanan haline kadar -adaletin hangi yorumunu ele alacak olursak olalım- bugün adalet müdafaası yaparken koşulsuz bir niteliğini ortaya koymak zorundayız: adalet bir dış dünya gerçekliğidir. Yani dönemlere, konjonktürlere, kişilere ve kanaatlere göre bükülemez, araçsallaştırılamaz. Sözgelimi kaçma şüphesi olduğu gerekçesiyle, dokunulmazlık sahibi ve kamusal figürler olarak milletvekillerinin tutuklu yargılanmasının, bu milletvekillerinin muhalefet partilerine mensup oldukları da düşünülünce, herhangi bir adalet tesisi ile veya tarafsız mahkemelerce yürütülen bir yargı süreci ile herhangi bir şekilde ilgili olduğu düşünülemez. Burada değişmez bir gerçek varsa o da bugün adalet sisteminin, hakkında soruşturma yürütülenlerin sadece kimlikleri ile ilgili tasarrufta bulunuyor olduklarıdır.

Muhalif gazeteciler, aydınlar, akademisyenler ve muhalefet milletvekilleri tutuklu; iktidarın mevcut veya geçmiş partnerlerinin ekseriyetle zaten yargılanmamasının, istisnai olarak yargı süreçlerine dahil olduklarında ise tutuksuz yargılanmalarının başka izahı yoktur. Bu nedenle adaleti kimin, kaç kişinin, hangi yolla talep edebileceğini tarif edebildiğini düşünen bu iktidar döneminde, altı ısrarla çizilmesi gereken bir şey var ise, o da şu olmalıdır. Adalet, hakkında tasarrufta bulunulacak bir şey değil, giderilmesi gereken bir eksikliktir. Bu noktadan hareketle ve ilkesel olarak onun mahiyetini tartışmaya açmadan, adalet talebi olan kim varsa, sorunun çözümü için muhatapların baskı altında tutulmaksızın sorumluluklarını –yetki değil– yerine getirmesinin önü açılmalıdır. Oysa bugün yetkiler ve sorumluluklar en çok adalet bahsinde çarpıtılmıştır. İktidar, adaleti sağlamayı bir sorumluluk olarak değil, yetki olarak ele almaktadır. Tam da bu nedenle, hala içinde bulunduğumuz AKP/Erdoğan iktidarı, tarihe adaletsizlikle yazılacaktır. Nasıl her dönemin akıllara kazınan bir kelimesi, bir cümlesi olduysa, Erdoğan şahsında AKP dönemi Cumhuriyetimizin en adaletsiz dönemi olarak tarihe geçecektir.

*Zeynel Emre
CHP İstanbul Milletvekili,
Adalet Komisyonu ve Darbe Araştırma Komisyonu Üyesi
zeynel.emre@tbmm.gov.tr

[1]http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/siyaset/786045/_AKP-FETO_kardesligi_belgelendi_.html

[2] Komisyona verilen ilk rapor: http://www.chp.org.tr/Public/0/Folder//87360.pdf

[3] AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın bu tarihteki beyanı: “Aslında bu konu ile ilgili artık fazla konuşmak istemiyorum. Darbe Komisyonu yapacağı çalışmaları yaptı. Son adımları da atıp raporunu göndermek suretiyle görevini tamamlarsa isabetli olur diye düşünüyorum.”