1980’lerde yükselişe geçen neoliberalizm, sosyal devlet anlayışına ve somut düzlemde de refah devletinin kazanımlarına büyük bir saldırı başlattı. Bu süreçte “sosyal güvenlik devleti” gerilerken, devletin iç ve dış güvenlik alanındaki rollerini ciddi ölçüde arttıran “milli güvenlik devleti” yükselişe geçti. Güvenlikçiliğin yükselişi, çoğu zaman kamucu politikaların gerileyişinin de bahanesi oldu.
Neoliberal dalganın yarattığı ideolojik akıl tutulması nihayet inandırıcılığını yitirmeye başladığında küresel eşitsizlikleri, adaletsizlikleri derinleştirmekten başka bir işe yaramadığı çok daha iyi görülmeye başlandı. Bildiğimiz anlamda neoliberalizm gerilerken, onun sadece bazı sonuçlarının sağdan eleştirisi anlamına gelen sağ popülizm güç kazanmaya başladı.
Sağ popülizm, yalnızca “makbul yurttaşları” meşru gören kutuplaştırıcı tarzıyla maddi kaynakların adil dağıtılmamasını doğallaştıran bir başka seçkincilik örneğidir. Tarif ettiği sorunlara çözüm önerisi olarak gücün daha da merkezileştirilmesini ve tek bir liderin elinde toplanmasını önerir. Gücün merkezileştirilmesi önerisi demokratik kazanımları geriletmekten ve ülkenin kaynakları küçük bir azınlığa peşkeş çekilirken, siyasi ve kültürel kutuplaştırma çabalarıyla bu eşitsizlikleri perdelemekten başka bir sonuç vermemiştir.
Sağ popülizmin de vaatlerini güç biriktirerek gerçekleştiremediğinin; tam tersine, mevcut sorunları daha da derinleştirdiğinin anlaşıldığı bir döneme girmiş durumdayız. Farklı ülkelerde muhalif aktörler, sağ popülist iktidarlara siyasi yenilgiler yaşatmaya başladılar. Bunu yaparken de gücü merkezileştiren anlayışın karşısına güç, yetki ve sorumluluğun daha muhalefetteyken paylaşıldığı ve demokratikleşmeye de kaldıraç etkisi yaratacak bir anlayışı koyuyorlar. Türkiye de böyle bir deneyime tanıklık ediyor: Rekabetçi otoriter rejime rağmen muhalefet oldukça canlı ve etkili.
Sağ popülizmin küresel düzeyde gerilemeye başlamasında ilginç bir detayın da etkili olduğunu vurgulamalıyız: Pandemi sürecinin yönetilememesi, sağ popülizme içkin sorunların çok daha iyi anlaşılmasına yol açtı. Trump’ın daha başlarda salgını ciddiye almamasının Biden’ın inşa ettiği ittifakı güçlendirdiği biliniyor. Yine güçlü bir dalgayla Brezilya’da iktidara gelen Bolsonaro’nun büyüsünü bozan da pandemi inkarcılığı ve açık başarısızlığı oldu. Türkiye’de CHP’li belediyelerin pandemi karşısında hızlı ve etkin çözümler üretmeleri, buna karşın iktidarın sağlık alanında ve sosyal yardımlar konusunda net bir başarısızlık sergilemesi de “muktedir tek adam” algısını zayıflattı.
Bu bahsedilen olgular, küresel düzeyde de yeni bir arayışın başladığını gösteriyor. Neoliberalizmin ve ona güç veren güvenlikçi politikaların artık sol eleştirisinin yükseltilmesi zamanıdır. Bunu yaparken de Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok: etkin ve hak temelli bir sosyal devleti savunmak ve nasıl inşa edeceğimizi anlatmak en önemli güç kaynaklarımızdan olacaktır.
Genel Başkanımız Kemal Kılıçdaroğlu’nun da bu süreci benzer biçimde okuduğuna tanıklık ediyoruz. “Alçak gönüllü bir uygarlığa çağrı” başlıklı yazısında küresel eşitsizliklere dikkat çekerek yeni bir dünya düzenine ihtiyaç olduğuna vurgu yapmıştı. Yine Genel Başkanımızın en son kurultayımızda açıkladığı ve oybirliğiyle kabul edilen İkinci Yüzyıla Çağrı Beyannamesi’nin 11. Maddesinde, “Güçlü sosyal devletin ilk adımı olarak Aile Destekleri Sigortası Kurumu kurulacaktır. Vatandaşlarımıza asgari bir gelir düzeyi mutlaka sağlanacaktır. Bu bağlamda Aile Destekleri Sigortası uygulamaya konulacak, bu topraklarda hiçbir çocuk yatağa aç girmeyecektir. Vatandaş, devlet yardımlarını ‘lütüf’ değil, hakkı olarak alacaktır” sözü verilmişti.
Yukarıdaki vaatleri açmadan önce bu dönemde CHP’nin özellikle üç alanda adalet talebini yükselttiğinin altını çizelim. Bu talepler bir tutarlılığa ve sosyal demokrat duruşa işaret ederler: Bölüşüm adaleti, katılım adaleti ve tanınma adaleti.
Bölüşüm adaleti, katılım adaleti ve tanınma adaleti
Bölüşüm adaleti, üretilen refahın adilce bölüşülmesini talep eder. Etkin ve hak temelli bir sosyal devleti inşa etme çabamız da bölüşüm adaletinin en önemli bileşenidir.
Katılım adaleti, demokratik kanalların daha da güçlendirilmesi ve toplumun özellikle kendi kaderini etkileyen bütçe yapımı gibi süreçlerde sahici bir etkisinin olabilmesini ima eder. Yüzde 10 barajına itiraz etmekten başlayan, Güçlendirilmiş Parlamenter Sisteme geçişi öngören bir dizi öneri de katılım adaleti bağlamında anlaşılmalıdır. Yine yerel yönetimlerin güçlendirilmesi de katılım adaleti bakımından yaşamsal öneme sahiptir.
Tanınma adaletiyse, insanların doğuştan getirdikleri veya sonradan edindikleri kimliklerine saygısı esas alır. Devlet -aslında kamu demek daha doğrudur- her kimliğe eşit yakınlıkta durmalıdır. Kamu otoriteleri, yurttaşlarını “makbul olanlar ve olmayanlar” şeklinde ayrıma tabi tutamazlar. Bu noktada kamu, farklı kimliklere “hoşgörü” değil “eşgörü” göstermeli ve bunu da politikalarıyla yansıtabilmeldidir. Dikkat edilirse, katılım adaleti ve tanınma adaleti gerçekleşmezse bölüşüm adaleti da sıkıntıya girer. Bu üç adalet çabası da yeni dönemde kamucu/halkçı poliitkalarımızın temelini oluşturacaktır.
CHP’nin, iktidarın kültürel kutuplaştırma çabalarına karşı son dönemde vurgusunu arttırdığı bir başka yanıtı da “sosyal kimlikler” temelli siyaset çabasıdır. CHP uzun süredir mikro kimlikler olarak görebileceğimiz bazı guruplarla sürekli temas kurmaktadır. Apartman görevlileri, AVM çalışanları, atık toplayıcıları, temizliğe giden kadınlar gibi guruplarla temaslarda öne çıkan talebin “güvenceli istihdam” olduğunu görüyor ve buna göre politikalarımızı oluşturuyoruz. Emeklilere ve Asgari Ücretlilere ve bir bütün olarak çalışanlara yönelik önerilerimiz de bu bağlamda önem taşımaktadır. Kendi yerel yönetimlerimizde asgari ücreti en az 3100 TL olarak uygulamamız, yerel iktidarımızda yükselttiğimiz standartların genel iktidarımıza dair bir işaret fişeği olması sonucunu getirdi.
Bütün bu politikaların bölüşüm adaleti bakımından tutarlı bir bütün oluşturduğunu bir kez daha anımsatarak, etkin ve hak temelli bir sosyal devletin inşası yolunda Aile Destekleri Sigortası’nın neden en önemli aracımız olacağını açmaya çalışalım.
Aile Destekleri Sigortası
Aile Destekleri Sigortası (ADS) kapsamında, devletin “Muhtaçlık Sınırı” olarak tanımladığı -Siyaseten doğru ifade “Yoksulluk Sınırı” olmalıdır- sınırın altında geliri olan yoksul ailelere Aile Gelir Desteği (AGD) ve sosyal destekler sunacağız. Devletin “Muhtaçlık Sınırına” göre ve asgari ücret baz alınarak, 2020 yılında düzenli ve düzensiz yardım verilen hane sayısı 6,6 milyon. Bu da yaklaşık 22 milyon yurttaş eder. Bu rakam ADS kapsamına girecek hanehalkı ve yurttaş sayısına dair de bir tahmin yürütebilmemizi mümkün kılıyor.
Aile Gelir Desteği (AGD), nakit olarak tanımlanacak ve doğrudan kadına verilen kartlara yatırılacak. Ailenin yoksulluk sınırına uzaklığına göre belirlenecek sosyal destekler de söz konusu. Sözgelimi elektrik, ısınma destekleri gibi. Ailenin eğitim alan çocuklarına, burs, kahvaltı ve öğle yemeği sunulması da sosyal desteklere örnektir. Bu liste uzatılabilir…
ADS’nin mevcut uygulamalardan farkı nedir sorusu elbette önemlidir: AKP iktidarı yoksulluğu aşmayı değil, idare etmeyi seçti. Bu nedenle son 19 yıldır yoksulluk geriletilemedi. Tam tersine, insanlar muhtaçlaştırılarak yoksulluğun bir siyasi istismar alanı olarak kalması tercih edildi.
ADS yoksul hane sayısını azaltmayı ve yoksulluk sisteminden çıkartmayı amaçlıyor. ADS’yle “her ailede bir sigortalı” olacak. Bu ailelerdeki bireyler istihdamda öncelikli olarak tanımlanacak ve bazı düzenleme ve teşviklerle istihdama katılımları sağlanacak.
ADS, Aile Destekleri Sigorta Kurumu ile yönetilecek. Bu kurum yardımları tek elde toplayacak, disiplin altına alacak. Tıpkı yerel yönetimlerimizin başardığı gibi, keyfiliği, medyatik hayırseverliği, aileleri sürekli yetkililerle temasa zorlayarak rencide eden zihniyeti ortadan kaldıracak. ADS iktidarın değil sosyal devletin bir uygulaması olarak muhtaçlık zihniyetini ortadan kaldıracak.
Bu noktada bir başka soru da ADS’nin aileyi merkeze alarak gençleri ve tek başına yaşayan haneleri ve boşanmış kadınları ihmal edip etmediğidir. Yoksulluk sınırı altındaki ailelerde yaşayan gençlere pozitif ayrımcılık uygulanacak, eğitim hayatını ve çalışma hayatını kapsayan teşvikler hayata geçirilecek. Gençler, hayata daha etkin başlayabilsinler diye “istihdamda öncelikli” kategoride değerlendirilecekler.
TÜİK verilerine göre Tek Kişilik Hanehalkı sayısında istikrarlı bir artış söz konusudur. Önümüzdeki yıllarda da bu artış devam edecektir. 2014’de tüzde 13,9 olan sayı 2020’de yüzde 17.9’a çıkmıştır. Bu kişiler de ADS sistemine entegre edilecek.
Dahası da var: ADS kapsamında kurulacak “Yeni Başlangıçlar Fonu” ile eşinden boşanan kadınlara taşınma ve ev kurma desteği verilecek. İş arayan kadınlara belediyeler tarafından eğitim ve iş bulma desteği verilecek.
Tamamlayıcı reformlar
Yine anlamlı bir soru, ADS’nin tek başına yoksulluk sorununu çözmeye yetip yetmeyeceğidir. Bu stratejide başarılı olabilmek için bir dizi tamamlayıcı reform da hayata geçirilecek. ADS’nin yoksulluk sorunu çözmesini destekleyecek istihdamı artırıcı “üretim reformu, emeklilik reformu, vergi reformu ve sosyal hizmetler reformu” gerçekleştirilecek.
Üretim reformu, istihdamı artıracak şekilde üretimin arttırılmasıyla işsizliğin azalmasının ve çalışma alanında örgütlü hak arayışının güçlendirilmesiyle mevcut ücretlerin artmasının yolunu açacak. Böylece yoksulluk sınırının altında kalan yurttaşların sayısı azaltılacak.
Vergi reformuyla bölüşüm politikaları düzenlenecek. Vergi dilimlerinin yeniden belirlendiği, kayıt dışının ortadan kaldırıldığı ve daha da önemlisi ülkemizi dolaylı vergi cenneti olmaktan çıkaracak bir vergi reformuyla, yoksulluk sınırı altında kalanların sayısı azalacak.
Bu bağlamda bir “emeklilik reformu” yapılması da şarttır. Bu alanda sadece “eşit işe eşit ücret” anlayışıyla uyumlandırma çalışmaları yapılması yeterli olmayacaktır. En düşük emekli maaşının asgari ücretle sabitlenebildiği bir reform gereklidir.
Sosyal hizmetler reformu da tamamlayıcı bir düzenlemedir. Yerel yönetimlerimizin sosyal hizmetler alanındaki yaratıcı çalışmalarından da yararlanarak kapsamlı bir sosyal hizmetler reformu gerçekleştirilecek. Böylece insanları ayni ve nakdi yardımlara bağımlı kılan anlayışın ötesine geçilecek. Sözgelimi tüm öğrencilerimize öğle yemeği hizmeti sunarak ailelerin yükünü hafifletmek, sosyal hizmetlerin gücünü gösterir. Engellilere yapılan nakdi ödemeler kadar, gündüz bakım evleri açabilmek de sosyal hizmet kapasitesini gösterir.
Yukarıda bahsedilen bütünlüklü ve tamamlayıcı reformlarla hak temelli ve etkin bir sosyal devleti inşa ederek bölüşüm adaletini gerçekleştireceğiz. Bu teknik değil tercihle ilgili bir meseledir ve bizde gereken bilgi birikimi ve irade mevcuttur…