Vecdi Sayar – Faşizmin Ayak Sesleri

vecdSanat, bireyin dünyasını mercek altına aldığı kadar toplum sorunları üstüne de akıl yürütmüştür, tarih boyunca. Sophocles’ten Brecht’e binlerce yazar, toplumları yönetenlerin ve yönetilenlerin dünyalarına odaklanmış; iktidarlara boyun eğenlerin ve başkaldıranların öykülerini anlatmıştır.

Mayıs ayında 20.’si gerçekleşen Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali’nde izlediğim iki oyun da bunlar arasında. İkisi de edebiyat uyarlaması. Belçika’nın Flaman bölgesinden bir tiyatro adamı olan Guy Cassiers, Jonathan Littell’in “Les Bienveillants / The Kindly Ones/ Merhametliler” adlı romanını tiyatroya uyarlayarak, Hollanda’dan Toneelgroep Amsterdam tiyatrosunda sahnelemiş. İstanbul’un yeni sahnesi Uniq İstanbul’da izlediğim oyun, Avrupa’nın çeşitli ülkelerindeki tiyatroların ve festivallerin işbirliği ile kotarılmış.
Cassiers, romanın kendince önemli bölümlerini esas alarak, Littell’in bin sayfalık romanından üç küsur saatlık bir oyun çıkarmış. Roman, 2006’da yayımlandığında Avrupa’da ciddi tartışmalara yol açmıştı. Çünkü 2. Dünya Savaşı’nı bir SS subayının bakış açısından anlatıyordu. Savaşın sorumluluğunu yalnızca ülkeyi yöneten birkaç sapkına yüklemiyor, toplu bir çılgınlığı onaylayan “sıradan insanlar”ın iç dünyasına bir yolculuk yapıyordu.

İyi biri misiniz?

Oyun, baş kahramanın sahne önüne gelerek seyirciye hitap ettiği bir bölümle başlıyor. Oyuncu, romanın -ve oyunun- temel sorunsalını seyircisiyle paylaşıyor. “Birazdan göreceklerinizi sizler yaşamamış olabilirsiniz. Bu sizin daha şanslı olduğunuzu gösterir; ama sizi daha ‘iyi’ yapmaz” diyerek başlıyor ve devlet-birey ilişkisi üstüne bir söylev çekiyor. Devlet mekanizmasının her zaman bireye karşı olduğunu; oysa devleti oluşturanların ‘sıradan bireyler’ olup dolayısıyla devletin zulmünden bireylerin de sorumlu olduğunu anlatıyor.
Nazizmin zulmünün sorumlusu yalnızca yöneticiler miydi? Yazar ve yönetmen, daha hiçbir şey göstermeden bu soruyu getirip önümüze koyuyor … Zaten, oyun boyunca, ne işkence görüyoruz, ne de temerküz kamplarındaki insanlık dışı uygulamaları. Olup bitenleri, SS’lerin anlatımından öğreniyoruz. Onlara göre “hayatın kanunu” bu. Kendilerinin “günah keçisi” yapılmasını kabul etmiyorlar. “İş”lerini en iyi biçimde yaptıklarına inanıyorlar. Bazıları, toplama kamplarında Yahudilerin başına gelenlerden haberleri olmadığını söylüyor; bazılarıysa, bunun “devletin yüksek çıkarları” uğruna yapıldığını düşünüyor. Yahudilerin, toplama kamplarına gönderilmesi bir “istihdam sorunu” onlar için.

Ya sıradan insanlar? Onların haberi yok muydu olanlardan? “Yoksa bilmek işlerine mi gelmiyordu?” diye soruyor sanatçı. Oyunun kahramanı SS subayının iç hesaplaşmasını izliyoruz oyun süresince. Yaşananları rasyonalize ettiği anlara ve isyan ettiği anlara tanıklık ediyoruz. Olanların sorumluluğunu bir -ya da birkaç- “çılgın”a yüklemek yerine, bütünüyle “sistem”i sorguluyor. Dekorun ana öğesi, tavana kadar yükselen çelik dolaplar, “bürokratik mekanizma”yı simgeliyor. Her birinin içinde dosyalar, listeler… Nazizm’den Mc Carthy dönemine uzanan, insanlığın yüz karası ‘kara liste’ler…

İçimizdeki canavar

Oyunun temel sorusu şu: “Siz de aynı sistem içinde yaşasanız, sizin de aynı şeyleri yapmayacağınızın garantisi var mı?, “Ortam yanlışsa, “içinizdeki canavar”ın ortaya çıkmayacağını söyleyebilir misiniz?” Yazar ve yönetmen, Nazi çılgınlığına bugünden bakarak, okuru, izleyiciyi bir iç hesaplaşmaya yöneltiyor…Tıpkı Hannah Arendt gibi, “Kötülüğün sıradanlığı”nı anlatıyor. İdeallerin, ahlakın, sorumluluk duygusunun iyiden iyiye kaybolduğu günümüz dünyası için çok gerekli bir yüzleşme…

Oyunun -ve savaşın- sonunda, kahramanımızı Berlin hayvanat bahçesinde görüyoruz. Tüm politik ideallerin ve ahlaki ölçülerin anlamsız hale geldiği bir ortamda, yapayalnız… “Faşizmin sorumlusu kim?” sorusu beynimize kazınmış, çıkıyoruz salondan… Sloganlara sığınmayan, zoru seçen bu oyunun izleri kolay kolay silinmeyecek.

Faşizmin temelleri üstüne kafa yoran nice düşünür, nice sanatçı arasında Jonathan Littell gibi, Klaus Mann gibi ustalar ve onlardan alınacak dersler var… Macar yönetmen Istvan Szabo, Mann’ın romanından sinemaya uyarladığı “Mephisto”da, Faşizme direnmek yerine boyun eğmeyi seçen ve bu eylemini “Ben işimi yapıyorum” diye savunmaya çalışan bir oyuncunun dramını anlatmıştı. Yönetmen, bir başka filminde de, Nazi yöneticilerinin önünde konser veren bir şefin öyküsünü anlatmıştı. Anlayana…

“Aslan Asker”in dramı

Faşizmle hesaplaşan bir başka sanatçı da Çek yazar Jaroslav Haşek idi. Ölümü nedeniyle yarım kalan romanı “Aslan Asker Şvayk”, bir kez daha sahnelerimize geldi. Bertolt Brecht’in Haşek’ten uyarladığı “Şvayk 2. Dünya Savaşında” oyununda Genco Erkal, Şener Şen gibi ustaların yorumlarını izlemiştik. Festival’de izlediğimiz, Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları yapımı “Aslan Asker Şvayk”ın Şvayk’ı ise, genç kuşaktan usta bir oyuncu olan Sermet Yeşil. Oyunu, Yunus Emre Bozdoğan yönetmiş. Haşek’in “kara mizah”ının hakkını veren ve seyirciyi eğlendirirken içerikten ödün vermeyen bir yorumla. Eskişehir Şehir Tiyatroları ekibi, her zaman olduğu gibi, mükemmel bir takım oyunculuğu sergiliyor. Ayrıca sahne tasarımı da övgüye değer. Festivalin en iyilerinden biri ve günümüz izleyicisi için çok şey söyleyebilen bu oyunda, Faşizm karşısında bireyin konumunu görüyoruz.

Haşek’in kahramanı, “sıradan” bir adam; herkes gibi “oportünist”, ama “halk zekası”na/bilgeliğine de sahip. Kullandığı sözcükler çok tehlikeli olabiliyor. Aptal olduğu için mi söylüyor başına binbir bela açan bu sözleri, yoksa bilinçli olarak mı? Karar sizin… Kullandığı sözcükler yöneticileri rahatsız edince kendini orduda buluyor. Şvayk çok vatansever ya, güle oynaya gidiyor cepheye…
“Şvayk”, “Merhametliler” kadar doğrudan olmasa da, dolaylı biçimde aynı soruyu soruyor. Faşizmi ayakta tutan, iyi niyetli ‘sıradan insan’lar olabilir mi? “Suskunluklarıyla, korkularıyla, nemelazımcılıklarıyla”… Evet, dalga geçmek faşistleri rahatsız edebiliyor, ama yıkımın önüne geçmeye yetmiyor…

“Militarist/şoven milliyetçi” söylemlerle besledikleri insanları ölüme gönderen sistemleri eleştiren, eleştirme cesaretini kendinde bulan sanatçılar, sanat tarihinin ölümsüzleri arasındadır. Sistemin sanatçıları ise, olsa olsa günün birinde bir ‘kara komedi’ye kahraman olurlar…

Faşizmin sanatı

Tüm otoriter sistemler, kendilerini eleştiren sanatçıları sürgünlere, hapislere mahkum etmekle yetinmezler; onların yerine kendi sanatçılarını yetiştirmek için çaba gösterirler. İtalyan Faşizmi de bunu yapmıştır, Alman Nazizmi de… Paranın her şeye kadir olduğunu düşünürler. Ama “propaganda sineması”nı müthiş bir estetik içinde sunacak bir Reni Reifenstahl bulmak her zaman kolay değildir… O zaman, başka yollar da denenir.

İtalyan sinemasının “Beyaz telefonlu filmler” dönemi, işte bu ihtiyaca tekabül eder. Şatafatlı burjuva evlerinde geçen “romantik komediler”. Kitleleri uyuşturmak, gündelik sorunlarından uzaklaştırmak için bundan alası olmaz (televizyon dizilerinin olmadığı bir dönemden söz ediyoruz). Bunların yanında, “din ve ahlak” temalı filmler, oyunlar da gereklidir elbette. Bu işler için parayı esirgemez devlet aygıtı; devlet stüdyoları, platoları kurulur (yandaş şirketler kurdurup, oyun ya da film yaptırmayı akıl edememektedirler o devirde).

Faşizmi anlatan eserlerden başladık, nerelere geldik. Bakalım, daha neler göreceğiz?

Vecdi SAYAR
Sanat Eleştirmeni
vecdisayar@yahoo.com

Bir cevap yazın