Vecdi Sayar – 70. Cannes Festivali: Beyazperdeye Yansıyan Karanlık

Sinema sanatı, günümüz dünyasına ayna tutarak, içinde yaşadığımız karanlığa karşı bizleri uyarmaya, uyandırmaya çalışıyor. Mayıs ayında, Fransa’nın Cannes kentinde 70. kez düzenlenen Cannes Film  Festivali’nde izlediğimiz filmlerin pek çoğu, dünyanın gidişatına ilişkin karamsar düşünceler taşıyordu.

Yönetmenler, genellikle aileyi bir “mikrokozmos” olarak ele alıp yaşadığımız günlere ilişkin yorumlarını aktarıyordu. Bu yılki yarışmaya seçilen 19 film arasında öne çıkanlar, benzer bir yaklaşım içindeydi. İspanyol yönetmen Pedro Almodovar başkanlığındaki Jüri’nin Altın Palmiye’ye layık bulduğu İsveç filmi “Kare” bu yaklaşımın en güzel örneklerinden birini sunuyordu.

Yönetmen Ruben Öslund, bir modern sanat müzesinin küratörü ve yakın çevresinin hikayesini aktarıyordu “Kare”de.  Yozlaşmış aile ilişkilerini, teknolojik gelişmenin çok gerisinde kalan insani gelişmeyi ve çökmeye mahkum burjuva toplumunu sarkastik bir dille betimleyerek…

Yabancılaşma, insanlar arasında karşılıklı güven ve sevginin yerini sanal ilişkilerin alması ve çağdaş sanat ortamının sahte değerleri, yönetmenin hedef tahtasına koyduğu sorunlar arasında. “Kare”, müze bahçesi için önerilen bir sanat eserinin -enstalasyonun- adı. İçine girdiğinizde, toplumsal sorumluluklarınızı size anımsatacak bir kare bu. Küratörün idealizminin ve burjuvazinin sahte nezaketinin, en ufak bir tehdit karşısında nasıl tarumar olabildiğini görüyoruz film boyunca. Düzenlenen bir yardım yemeğinde bir sanatçının gerçekleştirdiği performans, burjuvazinin ‘gizli çekiciliğine’ okkalı bir tokat indiriyor. Tüm gelişmişliğine karşın, kapkaranlık bir geleceğe doğru yol alan bir toplumsal yapının resmi ile karşı karşıyayız.

Mutsuz ‘Son’lar

Tüm kariyeri boyunca, insanlığın sürüklendiği felakete parmak basan Avusturyalı yönetmen Michael Haneke, iki kez Altın Palmiye ile ayrıldığı festivalden bu kez eli boş döndü. Oysa yarışmanın en sağlam filmlerinden biriydi “Mutlu Son”.

Elbette ironik bir film adı bu. Haneke’nin tasvir ettiği toplumsal ortamda mutlu sonlar olanaksız çünkü. Çok zengin, ama aynı ölçüde mutsuz bir Avrupa ailesinin çöküşüne tanıklık ediyor Haneke. Hiç sarsılmayacakmış gibi görünen bir düzen, bir grup kaçak göçmenin hikayeye dahil olması ile darmadağın oluveriyor. Bu dünyaya küçük çocuğun gözünden bakmış yönetmen. Kötülüğün egemen olduğu bir dünyada temiz ya da naif kalmak olası mı? Çocuk, ‘akıllı’ telefonu aracılığı ile olup bitenlere tanıklık ederken, kötülüğün bir parçası olmaktan kurtulabilir mi?

Aynı derecede zengin bir toplum olmasa da, dünyanın bir başka köşesinde, Rusya’da yaşananlar da çok farklı değil. Festivalde En İyi Senaryo ödülü ile değerlendirilen Andrey Zvyagintsev’in “Sevgisiz” adlı filminde de olaylar, paranın insan ilişkilerini biçimlendirdiği acımasız bir dünyanın kurbanı çocuğun etrafında gelişiyor. Mutsuz aile ortamından kaçmayı seçen çocuk, karanlıkta bir umut ışığı olabilir…ama kayboluşunun ardından bir daha göremiyoruz çocuğu. Zvyagintsev de, diğer yönetmenlerin karamsarlığını paylaşıyor.

Yunan yönetmen Yorgos Lanthimos, “Kutsal Geyiğin Öldürülmesi”nde Yunan mitolojisine (Euripides’in “Iphigenia” trajedisine) gönderme yaparak, çağdaş toplumda varoluşun bedelinin ‘kurban’ vermek olduğunu anlatıyor, gene bir aile çerçevesinde.  Macar Kornel Mundrczo, “Jüpiter’in Ayı”nda toplumsal çözülme ve çürümenin kaynağını inanç eksikliğine bağlarken; Ukraynalı Sergey Loznitsa, “Nazik Bir Kadın”da, hapisteki kocasını görebilmek umuduyla Rusya’daki geleneksel “bürokrasi” çarklarına karşı tek başına mücadele etmeye çalışan bir kadının “Kafkaesk” serüvenini ve trajik sonunu anlatıyor.

Güney Koreli Bong Joon Ho, “Okja” adlı fantastik ögelerle yüklü filminde, günümüzün kapitalist sömürü düzenini, ekolojik bir bakış açısıyla eleştiriyor; genleri değiştirilmiş hayvan ve bitkilerle büyüyen bir nesli nasıl bir geleceğin beklediğini sorguluyor.

Almanya doğumlu yönetmenimiz Fatih Akın’ın “Aus dem Nichts” (Hiç Yoktan)ya da İngilizce adıyla “In the Fade” (Karanlıkta) adlı filmi de, günümüz dünyasının en önemli sorunlarından, ırkçılığı ve terörü konu almıştı. Diane Kruger’e festivalde En İyi Kadın Oyuncu ödülünü getiren film, Türk kocasını ve çocuğunu öldüren ırkçı katillerin (Neo-Nazilerin)peşinden giden bir Alman kadının intikam öyküsünü anlatıyor. Seyirciyi ‘Ben olsam ne yapardım?’ sorusuyla baş başa bırakarak…

Dürüst Bir Adam

Festivalin ‘Belirli Bir Bakış’ bölümünde de dünyadaki adaletsizliklere, kötülüğün iktidarına parmak basan filmler vardı. Kantemir Balagov’un “Tesnota” (Sıkışmışlık)adlı filmi Kuzey Kafkasya’dan, Stephan Komandarev’in “Yollar”ı  Bulgaristan’dan, Annamaria Zambrano’nun “Savaştan Sonra”sı İtalya’dan insan manzaraları çiziyor. Bu kötücül dünyada çaresizlik içinde kıvranan bireyi anlatan filmler.

Bu bölümün ödülünü kazanan İranlı yönetmen Mohammad Rasoulof’un filmi “Dürüst bir Adam” da, bu düzende tek bir adamın dürüst kalma çabasının imkansızlığını konu alıyor. Ailesiyle birlikte kurduğu balık çiftliğinde sakin bir yaşam sürdüren kahramanımız, toprağına göz koyan bir özel şirketin, siyasetçiler, güvenlik güçleri ve yargıçların desteği ile güvence altına aldığı mutlak iktidarına karşı çıkmaya çabalıyor. Tıpkı, Zvyagintsev’in “Leviathan”ındaki gibi egemen düzenle çatışan bireyin yenilgiye mahkum idealizmi gibi, onun mücadelesi de sonuçsuz kalıyor.

Filmi izlerken, ne kadar bize yakın bir hikaye, diye düşündüm. Ama, ne yazık ki sinemamızda bu hikayeleri anlatmaya kimseler soyunmuyor. Kiminin derdi para kazanmaktan ibaret. Onlar, zeka yaşı ortalaması düşük bir kitleye ‘komik mamul’ler sunmakla,  ‘romantik komedi’ler, korku hikayeleri ve benzerleri ile vakit geçirmekteler. Bazıları, Bakanlığa ya da hükümetin borazanı TRT’ye hikaye beğendirmeye çabalarken, bir kısım sinemacı çaresizlik içinde kıvranıyor. Çünkü “kara liste”de oldukları için kamu desteği almaları olanaksız. Ta ki, yeterince nedamet gösterene kadar… Yani, dürüst adamların hikayesi, nerede yaşarlarsa yaşasınlar birbirine benziyor!

Ve ‘Tek adam’lar

Yarışma dışı bölümlerde ve özel gösterilerde sunulan filmler arasında da, üzerimize çöken karanlığa karşı uyarı görevini üstlenen önemli filmler vardı. Bunların büyük kısmı, belgesel nitelikte yapımlardı.

Sri Lankalı Jude Ratman’ın “Cennetteki Şeytanlar”ı, Tamil gerillalarının uzun yıllar süren bağımsızlık mücadelelerini ve zaman içinde terörizmin batağına savrularak kendilerini yok etmelerini anlatıyor.

Kötülük Trilojisi”nin üçüncü filmi ile festivale katılan Barbet Schroeder, önceki yıllarda, İdi Amin ve Nazi’lerin avukatı Verges üstüne belgeseller yapmıştı. Bu kez,  “Saygıdeğer W.”  adlı filminde, eskiden Burma olarak bildiğimiz Myanmar’da, dini hurafelerle milliyetçi söylemi buluşturan Ashin Wirathu adlı bir rahibin kitlesel önderliğe yükselişini tüm çarpıcılığı ile gözler önüne seriyor.

Yönetmen,  Myanmar’ın Bengladeş sınırında yaşamakta olan Müslüman azınlığa karşı Budistleri ayaklandıran Wirathu ile yaptığı röportajı, iç savaş sırasında çekilmiş belgesel görüntülerle destekleyerek aktarıyor.  Wirathu’nun kışkırtmaları sonucu, ülke bir iç savaş ortamına sürüklenirken, kısa bir süre hapis yatan Wirathu’nun müritleri de giderek artmış. Bugün, söylemini bir parça yumuşatsa da, “tek ırk – tek din” temelindeki ideolojisinden geri adım atmayan Wirathu, ülkede yönetimi ele alan askerler üzerinde de etkili. Yakın zamanda Myanmar’da demokrasiye geçişi savunan muhalefet liderinin öldürülmesi, Wirathu’nun kitle üzerindeki gücünü yitirmediğini gösteriyor.

Fransız yönetmen Claude Lanzmann da, “Napalm” adlı yeni filmi ile gelmişti festivale. 1980’li yıllarda “Shoah” adlı destansı belgeseliyle Nazilerin işlediği insanlık suçlarına, Yahudi soykırımına ayna tutan yönetmen, bu kez tek adam rejimlerinin tipik bir örneği olan Kuzey Kore’ye çevirmiş kamerasını.

İlk kez altmış yıl önce, komünist gazetecilerle birlikte ziyaret ettiği Pyongyang’ta, siyaseten beslediği sempatiye karşın, rejimin baskıcı karakterini gözlemlemekten geri durmayan Lanzmann, bu kez turist olarak gittiği kentte yaptığı izinsiz çekimlerle, altmış yıl önce aşık olduğu Koreli genç hemşireye ilişkin anılarının peşine düşerken, günümüz Kuzey Kore’sinin gerçekçi bir resmini çiziyor.

Pyongyang’ın  dört bir yanında, “Ölümsüz Lider” Kim Il-Sung, onun ölümüyle başa geçen oğlu ve şimdi de onun oğlu, dünyanın en küçük ve en çılgın lideri, dağlara taşlara “Güneş Seninle doğsun” yazdıran  “Büyük Lider, Büyük Mareşal” Kim Jong-Un heykellerini görmek bile insanı ürpertmeye yetiyor.

Dünya liderlerine ilişkin bu iki örnek, içine sürüklendiğimiz karanlığın dehşetini anlatmaya yetiyor. Bu karanlığı anlatmaya, insanlığı uyarmaya çalışan tüm sinemacılara teşekkür borcumuz var.

*Sanat Eleştirmeni
vecdisayar@yahoo.com

Bir cevap yazın