Umut Azak – Türkiye’nin Laiklik Masalı: “Herkesin Laikliği Kendine”

Cumhuriyet’in kurucu ilkesi laiklik, tıpkı milliyetçilik gibi, farklı siyasi aktörlerce değişen siyasi koşullara göre şekillendirildi. Geçmişte olduğu gibi bugün de laikliğe, radikal İslamcılar dışında hemen her siyasi grup sahip çıkıyor, ama laiklikten ne anladıkları konusunda anlaşamıyorlar. Bugünün ihtiyaçlarına uygun, sadece çoğunluğun değil, azınlık gruplarının ve bütün bireylerin hak ve özgürlüklerini gözeten demokratik bir laikliği talep eder hale gelmemiz ancak laikliğin dünden bugüne nasıl uygulanıp nasıl anlaşıldığını, farklı grupların laikliği kendilerine göre nasıl yorumladıklarını anlayarak mümkün olabilir. Türkiye’de laikliğin aşağıda anlatılacak kısa hikayesi, böyle bir talebe vesile olmayı amaçlıyor.

Laik Cumhuriyet; devlet yönetimi, vatandaşlık, aile hukuku, eğitim sistemi, yargı alanlarında dinin belirleyici rolüne son verdi. Fakat Kemalist rejim; siyasi, sosyal ve kültürel anlamda hızlı bir sekülerleşmeyi, yani dinin özel ve kamusal hayattaki rol ve etkisini azaltmayı hedeflese de, bunu İslam’ı karşısına alarak yapmadı. Çoğunluk dinini dışlamak yerine, onu içeriden dönüştürmeyi ve devletin lehine işleyecek şekilde araçsallaştırıp denetleyerek, uzun vadede bilimi temel alan bir dünya görüşünün din hakimiyetine son vermesini temenni etti.

Bu pozitivist idealin ne kadar gerçekleştiği, seküler bir hayat görüşü ve bilimin dinin yerine ne ölçüde geçebildiği tartışılabilir. Bu anlamda laiklik politikalarının amacına ulaşıp ulaşamadığı sorusuna farklı odaklardan farklı cevaplar verilebilir. Bir taraftan bilimin, yaşamın hemen her alanındaki hakimiyetine baktığımızda sosyolojik anlamda sekülerleşmenin kaçınılmaz bir biçimde gerçekleşmiş olduğunu görebiliriz; bir taraftan da, bu sosyolojik dönüşüme tepki olarak ortaya çıkan, dini yeniden canlandırma akımlarının etkisine ve gücüne bakarak ciddi bir “desekülarizasyon”, yani dinin özel ve kamusal yaşamdaki rolünün yeniden tesis edilmesi sürecini de gözlemleyebiliriz.

Kemalist Müslüman

Nereden bakarsak bakalım, Kemalist laikliğin dinin altını oyduğu iddia edilemez. Aksine, Türkiye’de İslam’ın algılanışı ve yaşanışının dönüşümüne  katkıda bulunduğu; dinin modern zamanlardaki yeniden şekillenişine ön ayak olduğu söylenebilir. Nitekim Kemalist laiklik, yeni bir İslam yorumu ortaya koyarak, onu -kişisel vicdanla sınırlı, akılcı, milli- bir Türk İslamı ile -siyasi, geri kalmış, hurafeye dayalı, Arap etkisinde- bir irticai İslam karşıtlığı temelinde yeniden inşa etmiştir. Bu Kemalist İslam yorumu, tek partili dönemin en önemli miraslarından birisidir.

Kemalist Müslümanlığın özelliklerinden biri; Batılı anlamda modern yaşamı reddeden veya bunlara uyum sağlayamayan, modernlik karşıtı, “gerici” İslami inanışların bugüne değil geçmişe ait olduklarına ve bu nedenle de –mümkünse devlet eliyle- tarihe gömülmeleri gerektiğine olan inançtı.  Bu “reformist” yaklaşımın din ve devletin ayrılmasını öngören bir laiklikle çelişkisi kabul edilse de, Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla denetlenen devlet İslam’ının, “gerici”, radikal ve rejim karşıtı İslami akımlara karşı panzehir olacağı düşünüldü. AKP dönemine kadar ordu ve yargı bu Türk tipi laikliğin bekçisi ve teminatı olarak görüldü. Bu nedenle de Kemalizmin laiklik anlayışı, “baskıcılık ve tepeden inmecilik” eleştirilerinin hedefi olageldi. Bu eleştiriyi ilk getirenler, 1950’li ve 1960’lı yıllarda itibaren muhafazakarlık, daha sonraki yıllarda ise İslami hareket çatısı altında etkili bir dinsel milliyetçilik söylemi geliştirenlerdi.

Desekülarizasyon

CHP’nin tek parti yönetiminin 1946’da sona ermesi ile birlikte, laiklik açısından da yeni bir dönem başlamıştı. Nitekim çok partili demokrasinin ilk yıllarında, hem İslam’ı hem de Türklüğü Kemalizme göre değil, kendilerine göre yorumlayanlar seslerini duyurabilmeye başlamışlardı. Bunların içinde milliyetçi-muhafazakar-mukaddesatçı yazar ve düşünürler, imparatorluk yıllarını çürümüş/çökmüş bir dönem, Cumhuriyet’i ise Türk tarihinin zirvesi olarak addeden Kemalist milliyetçiliği reddettiler. İslam’ı milli kimliğin temel yapıtaşı olarak gören bu akımın amacı, Cumhuriyet’in gölgede bıraktığı imparatorluk mirasını sahiplenmekti. Fatih’ten Kanuni’ye uzanan fetih ve yükseliş dönemi, milli tarihin altın çağı olarak görüldü. Fetihçi ruh bu sefer, içinde bulunulan çöküş döneminin sorumlusu olarak gördüğü Kemalist ve Batıcı güçlere karşı İslami bir uyanış olarak canlandırılmalıydı. Fakat, mevcut anayasal laik düzeni yıkma suçlamaları da etkisiz hale getirilmeliydi. Nitekim, bu akımın öncü ideologları İslam’ın Kemalist yorumunu ters yüz eden ve “irtica”nın varlığını tümden reddeden yeni bir laiklik söylemini ortaya attılar.

Sekülerleşmeye modern bir tepki olarak doğan muhafazakar akımlar ve Türkiye’de sesini duyurmaya başladığı 1960’ların sonlarından itibaren İslamcılık bile, meşru ve legal hareket alanından dışlanmamak uğruna, laikliği yeniden yorumlayarak sahiplenmek durumunda kaldı. Bu görüşe yakın duranların savunduğu laiklik anlayışı, Sünni vatandaşların din, vicdan ve ibadet özgürlüğü ile devletten dini hizmet alma haklarını korumak ve genişletmekle sınırlı bir anlayıştı. Bugün de hala egemen olan bu anlayıştır. Laikliğin bu yorumu sadece muhafazakarlar ve Sünni dindarlara uyarlanmış, onların korkuları ve özgürlük taleplerine odaklanmış bir laikliktir.

Kısaca, Türkiye’nin kendine özgü laik sistemi, uzun vadede bir “desekülarizasyon” veya daha farklı bir ifadeyle, İslami uyanışa ivme kazandırmak amacıyla kullanılabildi. Laik devlet, farklı dinlere eş mesafeli ve tarafsız olmak yerine, bünyesinde imamlar, vaizler, din görevlileri kadrolarından oluşan ve gitgide büyüyen bir dini bürokrasiyi barındırdı. Laik eğitim sistemi, 1940’ların ikinci yarısından itibaren, seçmeli ve daha sonra zorunlu din derslerini, Kuran kursları ile İslami eğitimi tekelinde tutmaya çabaladı;  ilahiyat fakülteleri açarak devlet tescilli ilahiyatçılar, din alimleri yetiştirdi. Devlet radyo ve televizyonu da, dini hizmetin ve tebliğin önemli araçları oldu. Özetle, laik devletin Milli Eğitim Bakanlığı, Diyanet İşleri Başkanlığı, Yüksek Öğretim Kurumu, Radyo ve Televizyon Kurumu milli birlik ve bütünlüğü tek bir din etrafında pekiştirerek uzun vadede desekülarizasyona hizmet etti. Legal siyasi parti ve sivil toplum örgütlenmeleri, devletin resmi İslami örgütlenmesi dışında, İslami tarikat ve cemaat ağlarıyla iç içe geçerek bu süreci hızlandırdı.

Hafıza siyaseti

Bütün bunlar olurken Kemalist laiklik, devletin resmi ve egemen ideolojisi olmayı yakın zamana kadar sürdürse de, 1950’lerden itibaren yönetici elitle ve hükümetle özdeşleştirilebilen bir söylem olmaktan çıkmıştı. İnişli çıkışlı demokrasi yıllarında Kemalizmin, kendisine meydan okuyan akımlarla mücadelesi büyük ölçüde hafıza siyasetine dayandı. Kemalist hafıza siyasetinde, tek parti döneminin laiklikle ilgili karar ve uygulamaları kutsallaştırılıp, bu tarihsel olgulara mitik bir boyut kazandırıldı. Geçmişteki irticai olaylar ise irtica korkusunu canlı tutmak üzere yine seçmeci bir şekilde güncel siyasi amaca hizmet etmek üzere hatırlandı ve kullanıldı. Geçmişteki olayların kalıplaştırılmış anlatılara dönüştürülmesi, kısmen değiştirilmesi ya da manipüle edilmesi veya tamamen hafızadan silinmesine dayalı bu hafıza siyaseti, Kemalizmin İslam söylemini yeniden üretmesini sağlıyordu. Bu anlatılarda geçmiş ve şimdiki zaman arasındaki ilişki öyle bir kurgulanıyordu ki; bugünkü toplumsal olay ve aktörlerin, geçmişin birer tekerrürden ibaret oldukları kabul ediliyordu.

Bu söylemde, bugünün İslamcıları, örneğin Kubilay’ı şehit eden Derviş Mehmet’lerin yeniden tarih sahnesine çıkmasından başka bir şey ifade etmiyordu. Geçmiş, bugün ve geleceği birleştiren bu mitik anlatı için, ne Derviş Mehmet’in yani geçmişteki tarihsel gerçekliğin, ne de şimdiki zamanın kendine özgü gerçekliğinin ayrıntıları önem taşıyordu. Sadece “iyi” ve “kötü” Müslümanları birbirinden ayırmaya ya da “doğru” İslam’ın sınırlarını belirlemeye yarayan bir din söylemi yeniden üretiliyordu. “İyi”, yani apolitik, zararsız, Türk ve yerli Müslümanlar ile “kötü”, yani siyasi, gerici, tehlikeli, yabancı, sözde Müslümanlar arasındaki bu zıtlık söylemi, dönemin basını aracılığıyla yaygınlaşıyor; kamusal tartışmaları şekillendiriyor; aydınların, siyasi örgütlerin, liderlerin eylemlerini belirliyordu. Kemalist laiklik söylemi için bu ikili İslam söylemi -sonraki yıllarda yeni aktörlerin siyasete ve kamusal tartışmalara katılımıyla dönüşüme uğrasa da- önemini korumaya devam etti. Kemalist laikliğe eleştiriler, “irtica” alameti olarak ya korkuyla savuşturuldu ya da görmezden gelindi. Türkiye’de laik sistemin anayasal ve pratik olarak, belli bir Sünni İslam anlayışını vatandaşlarına dayattığı gerçeği ve bu “resmi ve milli” din yorumunu devlet adına belirleyenlerin sistem içi, meşru aktörler oldukları göz ardı edildi.

Kişiye özel laiklik

Bugüne kadar laiklik tartışmaları, farklı inanç ve yaşam tarzlarının “Bir arada nasıl yaşayabiliriz?” sorusuna cevap aramaktan ziyade, kendi hak ve özgürlüklerini koşulsuz dayatan taraflar arasında gerçekleşti. Geçmiş ve bugünün din temelli şiddet, çatışma, baskı ve düşmanlıklarına karşı ortak bir vicdani tavır ve mesafe alınamadığından travmalar aşılamadı, acılar paylaşılamadı. Geriye sadece öfke ve korku kaldı. Geçmişin hafızası sadece keskin saflar oluşturmak, ötekinden algılanan tehdide karşı güvenlikli alanları koruma refleksi geliştirmek için kullanıldı. Farklı olana karşı mutlak bir güvensizlik ve ötekinin karşısında duyulan korku, rasyonel tartışmaların önünde bir engel oldu. Buna girişenler de doğal olarak naiflikle, safdillikle ya da düpedüz hıyanetle suçlandılar. Böyle gergin bir ortamda, devletin ve dinin ilişkisinin nasıl olması gerektiği, farklı inançlara sahip insanların özgürlük ve eşitlik içinde nasıl bir arada yaşayabilecekleri sorularıyla, gündelik yaşam pratiklerine odaklanarak ilgilenilemedi.

Bugün gelinen noktada, Türkiye’de herkesin laikliği kendine! Kimileri “küfür” ile suçlanma, dışlanma ve şiddet tehdidine karşı laiklik talep ediyor. Kimileri devletin din konusunda tamamen tarafsız olduğu bir laikliği benimsiyor. Kimileri, kendi İslami anlayışının sadece özel değil, kamusal yaşamda da norm haline gelmesinin din özgürlüğü ve laikliğin gereği olduğunu düşünüyor. Fakat her durumda, farklı laiklik anlayışlarını savunanlar bir noktada birleşiyorlar: Temelde herkes sadece kendi değer ve ihtiyaçlarının ortak yaşam alanlarında meşru ve standart olarak kabul görmesini istiyor. Yine herkes geçmişte ve bugün yaşanan dışlama, baskı ve şiddetin korkusuyla yaşıyor. Oysa, bugün herkesin hak ve özgürlüklerini kapsayan bir laikliği inşa edebilmenin yolu, korkularla örülü bu sıkışmışlığı aşmaktan ve kendinden farklı olanın hak ve özgürlüklerini de gözetmekten geçiyor.

*Umut AZAK
Yard. Doç. Dr, Okan Üniversitesi
azakumut@gmail.com

Bir cevap yazın