20180324_2_29427776_32007781

Tuba TORUN – Bir Kalkınma Engeli Olarak “Kadın İşsizliği”

Kadınların yaşadığı ayrımcılığın en belirgin hissedildiği alanlardan biri iş yaşamı. Cinsiyete dayalı iş bölümünden tutun da kadın emeğinin görünmezliğine, eşit işte eşitsiz ücretten cam tavan sendromuna kadar türlü ayrımcılık türlerine maruz bırakılıyor kadınlar iş yaşamında. Tüm bu ayrımcılık biçimlerinin bir sonucu olarak “kadın yoksulluğu” diye bir tanım bile yapmak durumunda kalıyoruz.

Kadın işsizliği ise bu ayrımcılığın en yakıcı neticesi. Biraz rakamlar üzerinden mevcut tabloya bakacak olursak:

TÜİK rakamlarına göre Türkiye’de 31 milyon 509 bin çalışabilir kadın -15 yaş üstü- var.

22 milyon kadın işgücünden dahi sayılmıyor. Bu işgücünden dahi sayılmayan kadınların 11 milyonu ise ev işçisi.

Çalışabilir kadın nüfusunun yalnızca %29’u istihdama katılıyor, yani 9 milyon 197 bin kadın.

Bu %29’un da %13’ü işsiz, yani 1 milyon 215 bin kadın iş arıyor. Neticede, koskoca ülkede yalnızca 7 milyon 982 bin kadın çalışıyor.

Kadın işsizliğinin gerçek yüzü

Ancak TÜİK rakamlarında büyük bir aldatmaca var. TÜİK çalışabilir çağda 100 kadında 71’ini istihdamda kabul etmiyor ve bu sayede kadın işsizliğini olduğunda çok daha düşük gösteriyor. OECD ülkelerinde kadınların ortalama işgücüne katılım oranı %55. Yani, bizde her 100 kadından 29’u işgücünde kabul edilirken OECD ortalamasında her 100 kadından 55 kadın işgücünde kabul ediliyor. Eğer Türkiye’de OECD ortalaması olan kadınların yüzde 55’i işgücünde kabul edilseydi kadın işgücümüz 17 milyon olacak ve bu durumda kadın işsizliği yüzde 53 olacaktı. Ama TÜİK rakamlara takla attırarak kadın işsizliğini %13 gösteriyor.

Bir de kayıt dışı-güvencesiz çalışma problemi var. İstihdamda yer alan kadınların %35’i kayıt dışı çalışıyor. Ev işçilerini düşünün, yıllardır en temel sorunları görmezden geliniyor. Siyasi iktidar, uzunca süredir, kadın istihdamı arttı diyor. Bu sözde artışın altında yukarıda bahsettiğimiz rakamlarla oynama olduğu gibi, ülkede genel olarak yoksulluğun artması gibi bir etken de var. Kadınlar, kendilerinin ve ailelerinin yalnızca karınlarını doyurabilmek için uzun saatler boyunca, en ağır işlerde, pul denecek paraya, güvencesiz şekilde çalışıyorlar. Peki, “sosyal devlet” bunun neresinde? O zaten yok. Uzunca bir süredir yok.

O zaman şu soruyu rahatlıkla olarak sorabiliriz; tablonun bu derece fecaat olduğu bir ülke nasıl kalkınır? Bir ülkenin yarısını üretime katmadıkça muassır medeniyetler seviyesine nasıl ulaşılır? Kadının ekonomik güce sahip olmaması demek doğrudan daha çok şiddete maruz bırakılması demek. Dolayısıyla, artan şiddet sorunsalı nasıl çözülür?

Bu sorulara olumlu bir cevap vermek ne yazık ki mümkün değil.

Pandemi ve kadın işsizliği

Salgın süreci, tıpkı ekonomik krizlerde veya ekolojik krizlerde olduğu gibi, yine ilk olarak dezavantajlı gruplardan biri olarak kadınları etkiledi. Erkeklerden çok kadınlar işsiz kaldı, zira hem evle ilgilenmek onlara bırakıldı hem de salgının en çok etkilediği sektörler kadınların daha çok çalıştığı sektörlerdi. Örneğin, yine TÜİK rakamlarına göre hizmet sektöründe yalnızca 1 ayda 191 bin kadın işsiz kaldı.

Bildiğiniz üzere, Cumhurbaşkanı Erdoğan, sık sık “3 çocuk” diyor. Hatta son katıldığı nikahlarda bu sayı 5’e çıktı. “Nitelikli genç nesillere ihtiyacımız var” diyor. Elbette var. Ancak, nitelikli nüfusun yalnızca 3-5 çocuk doğurmakla oluşmayacağını birilerinin kendisine hatırlatması lazım. Nitelikli nüfus, temel haklara ilişkin sorunlarını halletmiş ve sosyal devlet olmayı başarabilmiş ülkelerde, iyi eğitimli, sağlıklı, özgüvenli gençler yetiştirerek mümkün olur. Oysa, Türkiye bu standarda henüz yaklaşabilmiş bile değil. Ve hatta son yıllarda onlarca yıl geriye gittiği söylenebilir.

Kaldı ki, ülkede 6 genç kadının ancak biri iş bulabiliyor. Bu ülkenin gençleri çalışmak isteyip çalışamıyor. Nitelikli işgücü bir yana, nicelikle dahi ekonomik büyüme sağlanamayacak bir noktadayken, insanlar niçin çocuk yapmak istesin? Siyasi iktidar bunların hiçbirini değil, görünen o ki kendisine sağlayacağı oy potansiyelini önemsiyor.

Tüm bunlar olurken, kadınlar siyasi iktidar tarafından bilhassa istihdamdan soyutlanıyor, eve kapatılmaya çalışılıyor. Buna yönelik “yarın gün sigortalı çalışma hakkı” gibi müjde görünümlü, aslında işverenin kadın tercih etmesinin önüne geçen yasalar çıkartıyorlar. Nafaka tartışmalarından tutun da İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme tartışmalarına kadar hepsi kadının özgüvenini kırmaya ve şiddete, cinayete, her şeye rağmen evde tutmaya/boşanmamaya/daha çok evlenmeye yönelik projeler.

“çünkü kadınların özgürleşmesi daima toplumsal özgürleşme ile ilişkilidir”

Oysa, iktidarının bekasını değil, ülkenin refahını düşünen yönetimler kadınları hayata daha çok katmaya ve kadınların üretim gücünden faydalanmaya çalışırlar. Feminizmin dönüm noktası sayılan eserlerinden İkinci Cins’in yazarı Simone de Beauvoir, 1967’de vermiş olduğu bir demeçte durumu çok güzel ifade ediyor:

“Egemen sınıfın isteği gücü sürdürmektir ve bunun tek yolu kadınları evde tutmaktır. Bunun birçok sebebi vardır. Burjuva sınıfının ilgi duyduğu şey statükodur. Dolayısıyla da depolitize olmuş bir halk ister. Kadınların çalışmasını ve kamusal yaşama dahil olmasını engeller. Kişisel güce, De Gaulle’e, apolitizme oy verecek, tamamen depolitize olmuş seçmen sınıfına sahip olmak ister. Kadın depolitize olursa, erkeği de depolitize eder. Çok önemli bu, çünkü kadınların özgürleşmesi daima toplumsal özgürleşme ile ilişkilidir. Amerika’da ayrımcılığa karşı büyük bir hareket olduğunda, aynı zamanda büyük bir feminist hareket de söz konusuydu. Birbirini destekledi bunlar. Kadınların çalışması engellendiğinde politize olması da engellenmiş oluyor. Çünkü hakiki politika oy pusulası ile sağlanmaz. Hatta tam tersine depolitizasyonu sürdürmeye yarar. Çünkü bizlerin oylayacağı kişisel güçler olur. Bilakis, işçi sendikalarına, sosyal baskı gruplarına katılım gereklidir. Bu da ancak çalışarak, bireyin sosyal yaşama entegre olmasını sağlayan ekonomik yaşamla mümkün olur. Dolayısıyla kadını ekonomik yaşamdan uzak tutmak, onu politik yaşamdan da uzak tutmak demektir. Fransız burjuvasının değerleri arasında esasında, kadınlık, annelik, evcimenlik, ailecilik gibi değerler vardır. Bu açıdan, modern ve teknokratik burjuvamız, eski burjuvanın tüm değerlerini korur. Eskiden değişimi umut edebiliyorduk. Çünkü savaştan sonra kadınların çalışmasına ihtiyacımız vardı. O dönemde gerçekten de kadınların bir yükselişi söz konusuydu. 1945’te kadınlar için tekrar bir özgürleşme olacağını düşünmüştük. Ekonomik şartlar öyle bir hal almıştı ki nihayet çalışılacak bir iş çıkmıştı ortaya. Oysa kadınların sadece %26’sı için iş var. Erkeklerden iş alınıp kadınlara verilmeyecekse, kadınlara yer yoksa, çalışmaktan vazgeçirilmeleri gereklidir. Kadınların cesareti kırıldı çünkü onlara verilecek iş yoktu.”

Ne acı ki, 1967 Fransa’sıyla 2020 Türkiye’si arasında pek bir fark yok. Kadınlar halen, kendilerine biçilen toplumsal roller sebebiyle işsiz, özgüvensiz, ancak bir ailenin içinde ise var kabul edilen ikinci cinsler.  Hatta Dünya Ekonomik Forumu’nun raporuna göre cinsiyet eşitsizliği uçurumu kapanacağı yerde daha da büyüyor. Kadınların erkeklerle eşit haklara sahip olması için 100 yıl, erkeklerle eşit ücrete sahip olması içinse 217 yıl beklemesi gerekiyor. Tam da bu yüzden kadın işsizliğini ayrıca dert edinmek gerekiyor.

Anlaşılması gereken ise şu; kadının insan hakkı mücadelesi yalnızca kadınları ilgilendiren bir mücadele değildir, ülkelerin ve dünyanın refahını, geleceğini doğrudan ilgilendiren bir mücadeledir.  Erkek-egemen, beyaz, kapitalist, ırkçı dünya kendi ayrıcalıklarından vazgeçmek istemediği sürece ne ülkeler ne de dünya daha iyi bir yer olmayacaktır.

*Tuba TORUN
CHP YDK Üyesi, Avukat
avtubatorun@gmail.com