Burak Cop – Temsil Krizi ve AKP’nin Düşüşü Bileşkesinde “Gezi Ayaklanması”

SONY DSC

31 Mayıs’ta yurt genelinde bir halk ayaklanması hüviyeti kazanıp üç hafta boyunca ivme kaybetmeden süren Gezi protestolarına dair sıkça yapılan yorumlardan biri, muhalefetin zayıflığı/yetersizliğinin de bu spontane halk hareketinde önemli bir rol oynadığıydı. Bu yorumun klişeleştiğini söylemek dahi mümkün. Ne var ki bir şeyin klişe olması, doğru olmadığı anlamına gelmez. Gerek TBMM’de grubu bulunan üç muhalefet partisinin, gerekse parlamento dışı muhalefetin AKP’yi iktidardan edecek bir güce sahip olmadığı, seçmen gözünde sabit bir realitedir. Ve siyasal alandaki eşitsiz rekabet ortamı, AKP iktidarının haiz olduğu “alternatifsizlik” imgesini beslemektedir. Daha doğrusu beslemekteydi; zira 31 Mayıs’la beraber siyasetin parametreleri radikal biçimde değişmiştir. İktidara yönelik çeşitli memnuniyetsizlikleri olan milyonlarca insanı isyan ettirip örgütsüz ve spontane biçimde sokaklara döken, söz konusu alternatifsizlik imgesi ve bununla bağlantılı “çıkışsızlık” hissiydi.

Yasama organından yoksun bir ülke

Az önce bir tür klişeye dönen tespitin haklılığını teslim ettik, ancak bu tespiti zenginleştirmek de gerekmektedir. Sorun, esasen, temsil krizidir. Siyasal muhalefetin, elinde olan ve olmayan nedenlerden ötürü toplumsal muhalefeti temsil edememesi bu krizin bir boyutudur. Diğer boyutları ise, bizzat iktidarın da toplumdaki farklı sınıf, kültür ve çıkarları temsil etmiyor olması ve meclisin meclis olmaktan çıkmasıdır. Bu sonuncusundan başlayalım. Şu anda Türkiye’de bağımsız bir erk olarak yasama yoktur. Yasama, şeklen vardır. Bu, yalnızca AKP ile irtibatlandırılacak bir sorun olmamakla beraber bu iktidar döneminde demokratik sistemi, yani fren ve denge mekanizmalarını büsbütün sakatlayan bir probleme dönüşmüştür.

Partilerin verdikleri soru önergelerinin akıbeti; TBMM’nin -pratikte- yürütmeden bağımsız bir yasama organı olmaktan çıktığını, yürütmeyi denetleme/dengeleme işlevini de yerine getiremez hale geldiğini açıkça ortaya koyuyor. 2012 boyunca ve 2013’ün ilk yarısında TBMM’de üç muhalefet partisi tarafından verilen 216 soru önergesinden hiçbiri kabul edilmezken, AKP adına verilen 50 soru önergesinin tamamı kabul edilmiştir. Meclisin üstlendiği yasama işlevi de bağımsız bir erkin tasarrufu şeklinde yerine gelmemektedir. TBMM, iktidarın -yani Tayyip Erdoğan’ın- istediği yasama faaliyetini bir aracı birim gibi, bir tür sekreterlik gibi çalışarak gerçekleştirmektedir. Milletvekillerinin elleri şuursuzca inip kalkmaktadır.

Her iki seçmenden birinin oyunu alacak kadar geniş ve heterojen bir toplum kesitini güya temsil eden, ama aslında bu kesit bünyesindeki farklı -ve birbiriyle çatışan- çıkarları temsil etmekten uzak milletvekillerinin “el kaldırma indirme” işlevi bazen gülünç manzaralara da yol açmaktadır. 7 Temmuz 2013 tarihinde meclis genel kurulunda bir torba kanun oylanırken muhalefet milletvekillerinin olumlu oy verdiği bir önergeye AKP’liler, bu gibi durumlarda hep yaptıkları gibi, otomatik olarak red oyu verdi. Halbuki muhalefetin desteklemiş olduğu söz konusu önerge aslında iktidar partisi tarafından verilmişti. Şuursuzca oy verme pratiği, böylece AKP’lilerin kendi önergeleri aleyhinde oy kullanmasına yol açtı.

Meclisin, pratikte yürütmenin katibi ve noteri olması, muhalefetin tartışmalı kanun tasarılarının yasalaşmasına engel olabilme imkanını da ortadan kaldırmaktadır. 2012 yılındaki 4+4+4 yasası diye bilinen eğitim sistemiyle ilgili “reform” ana muhalefet partisi CHP’nin şiddetli direnciyle karşılaşmış; bu parti, alt komisyonda meclis içtüzüğünün sunduğu imkanları da kullanarak engellemeye girişmişti. AKP milletvekilleri ise kendilerini ancak birkaç gün oyalayabilen bu taktiği en sonunda kaba kuvvetle bertaraf etmiş, milletvekillerinin birbirlerini itip kaktıkları bir karmaşa içinde yasa tasarısı alt komisyondan “geçirilmişti”.

AKP’nin temsil sorunu; muhalefetin güçsüzlüğü

İktidarın farklı sınıf, kültür ve çıkarları temsil etmemesi, böyle bir kapsayıcılık/içermecilik derdinin olmaması temsil krizinin bir diğer boyutudur. AKP iktidarı/devleti toplumdaki farklılıkları temsil etmek şöyle dursun, bunları ezmeye çalışmaktadır ve Gezi ayaklanmasının ardındaki temel itki de budur.

Konda tarafından 6-7 Haziran’da 4000’den fazla kişiyle yapılan kamuoyu araştırmasında, kendilerine “neden Gezi Parkı’ndasınız?” diye sorulan katılımcıların yarısından fazlası (% 58.1) “özgürlüklerimiz kısıtlandığı için” yanıtını vermiştir. AKP ve politikalarına karşıtlık, devlet düzenine karşıtlık, Erdoğan’ın açıklama ve tavırlarına tepki gibi gerekçeler sunan çok sayıda eylemci de bulunmaktadır elbet. Bu gerekçeleri sunanlar zaten iktidara/devlete muhaliftir; AKP iktidarını bu insanları temsil edememekle eleştirmek çok da anlamlı olmayabilir. Lakin “özgürlüğüm kısıtlandığı için buradayım” diyen biri kategorik olarak iktidarın muhalifi, hele ki düşmanı olmayabilir. Nitekim Konda’nın araştırmasına göre parktakilerin %2’si son seçimde AKP’ye oy vermiştir. Tamamı iktidara muhalif olmayan -ya da aynı şiddette muhalif olmayan- böylesine büyük bir kitleyi iktidara yabancılaştırmış olmak, AKP’nin meşruiyet ve temsil krizini gözler önüne sermektedir.

Temsil krizinin üçüncü ve son boyutu ise muhalefetin güçsüzlüğü ve yetersizliğidir. Konda’nın adı geçen araştırması bu bağlamda çarpıcı veriler sunuyor. Her 5 eylemciden biri son genel seçimde, seçmen olmasına rağmen, ya sandığa gitmemiş ya da boş oy vermiştir. Gezi eylemcilerinin yarısından azı -%41’i- ana muhalefet partisine oy vermiştir. Araştırmanın yapıldığı tarihte “bugün seçim olsa ne yapardınız?” sorusuyla karşılaşan katılımcıların beşte bire yakını “oy kullanmam” demiş, %30’a yakını da kararsız olduğunu belirtmiştir. CHP açısından hazin olan tablo ise, eylemcilerin yalnızca %31’inin CHP’ye oy vereceğini söylemesidir. İki yıl önce bu partiye oy verdiğini söyleyenlerin oranının %41 olduğu düşünülürse, CHP de -AKP gibi- “Gezi’nin kaybedenleri” arasında görünmektedir.

Tabii bu noktada iki hususu akılda tutmak gerekiyor. Konda’nın araştırması parktaki eylemcilerle yapılmış olup Türkiye’nin, hatta İstanbul’un geri kalanının eğilimlerini tam anlamıyla yansıtmaz. İkinci nokta da, araştırmanın görece erken bir tarihte yapılmış olduğu ve seçimlere kadar köprülerin altından çok sular akabileceğidir. Ancak gene de ana muhalefet partisinin, halk ayaklanması birinci haftasını doldururken böylesine bariz bir popülarite yitimine uğraması düşündürücüdür. İşin aslı, muhalefetin temsil krizi CHP’den ibaret değildir. Konda’nın araştırmasında kendilerine “neden parktasınız, hangi kimlikle geldiniz?” suali sorulanların %93.6’sının “sade vatandaş olarak” demesi ve ancak geri kalan %6.4’ün bir grup veya oluşumu temsilen orada olduğunu söylemesi, parlamentodaki ve parlamento dışındaki muhalefetin bütün unsurlarının şapkayı önlerine koyup düşünmeleri gerektiğini göstermektedir.

Ne olursa olsun Türkiye’deki Haziran ayaklanmasının AKP’nin düşüşüne ivme kazandıracağı açıktır. AKP’nin istikameti artık bellidir, o istikamet aşağı doğrudur. Bunun hızı ve süresi ise elbette bilinemiyor. 2012’de, -%2,2 gibi- hedeflenenin çok altında bir büyüme hızı elde edilmesi, Amerikan Merkez Bankası’nın genişlemeci para politikasına son vermesinin neticesi olacak faiz yükselişi, kur artışı, ihracatta azalış ve işsizlikte artış gibi sıkıntıların 2013 ve bilhassa 2014’e damgasını vuracak olması, AKP’nin altındaki zemini kayganlaştırmaktadır.

Erdoğan’ın, halk ayaklanmasıyla beraber sarıldığı komplocu, ayrıştırıcı ve kutuplaştırıcı söylemin olası toplumsal ve ekonomik sonuçları, yukarıda özetlenen tabloyla birleşince çarpan etkisi yaratacaktır. Sırtlarındaki borç yükü nedeniyle faizlerin yükselişinden olumsuz etkilenecek sermaye gruplarının arasında AKP’nin palazlandırdığı burjuvazi de vardır. Bu bağlamda Prof. Dr. Aydın Uğur’un “Nurjuvazi endişeli” tespitine istinaden yazdığı yazı ve verdiği röportajda işaret etmiş olduğu, AKP zenginlerinin de huzurlu ve istikrarlı bir ortama gereksinim duyduğu realitesi gözden kaçırılmamalıdır. Uğur, yazısında İngiliz Muhafazakar Partisi’nin, sırtında bir yük haline geldiği noktada Margaret Thatcher’ı nasıl tasfiye ettiğini hatırlatmaktadır. Hem iç hem de dış –eski- destekçilerinin gözünde astarı yüzünden pahalı bir lider haline geldikçe; 2013’ün, Erdoğan’ın siyasetteki son yılı olma ihtimali artacaktır.

Yard. Doç. Dr. Burak Cop
Siyaset Bilimci
b.cop@iku.edu.tr

Bir cevap yazın