Okuyanlar bilir. “Panoptik Model Bağlamında Korku Siyaseti” adlı yazımda, korkunun meşruiyeti, meşruiyetin iktidarı büyüttüğüne ama iktidarın sürdürülebilirliği açısından tek başına korku unsurunun yeterli olmadığına ve bu bağlamda siyasi erkin başvurduğu pratiklerden gözetimin bir araç olarak kullanımına değinmiştim.[1] Devam niteliği taşıyan bu yazıda, siyasetinin öteki bileşeni “vatandaş”ın, iktidarın arzusunun aksine, bir nesne değil; özne oluşu ele alınacaktır. Sarkacın diğer ucunda vatandaşın, iktidar pratiklerini nasıl kendi lehine çevirdiğinin anlaşılması, çitin ötesini tahayyül edebilmek için önemlidir.
Ateş
Latin ozanı Ovidus, “Metamophoses” (Dönüşümler) adlı eserinde evrenin oluşumundan sonra bir eksik kalmıştır der; zeki, yetenekli, yeryüzüne egemenlik sürebilecek yetenekte bir yaratık gerekmektedir. Bunu fark eden Tanrı Prometheus’un, yağmur suyuyla toprağı karıştırarak insanı yarattığı söylenir. Prometheus, Yunanca’da “öngörü sahibi” anlamındadır. Akıldan yana Zeus’tan bile üstün olan bu tanrı, yarattığı insana en iyi neyin yaraşacağını anlamak için tanrılar katına çıkar ve dönerken tanrısal ateşten çalarak, yeryüzüne, insanoğluna getirir.
Ancak Zeus kindardır. Tanrılardan ateş çalmanın bedelini Prometheus, Kafkas dağları üzerinde bir kayaya bağlanarak öderken insanoğlu da Pandora’nın kutusunun açılmasıyla öder. Böylece ne kadar kötülük ve dert varsa yayılır yeryüzüne. Bir tek “umut” kalmıştır kutunun içinde, tam çıkmak üzereyken çıkamayan.
Prometheus’un devrimci tavrı, tanrılara karşı insanın, bir başka deyişle güçlüye karşı zayıfın yanında oluşu bir simgedir. Artık insanlarda, tanrılardan bir şey vardır. Ancak ateş kimi zaman güçsüzün, çoğu zaman güçlünün yolunu açar. Bu ihtimal bile hükümdarları korkutmaya yeter. Kullarının Prometheus gibi, ateşi çalmasından çekinirler.
Günümüzde sosyal medya, bir bakıma, çalınan ateştir. Nitekim demokrasi ve sosyal adalet taleplerinin ateşlenmesinde nasıl bir işlevi olduğu bilinmektedir. 2011’in ilk yarısında Orta Doğu’da yaşanan isyan ve ayaklanmalar, geçtiğimiz yıl ABD’deki Black Lives Matters eylemleri, Türkiye’de ise Gezi Parkı’ndan, maden işçilerinin yürüyüşüne ve en son Boğaziçi direnişine kadar pek çok toplumsal hareket büyük medya kuruluşlarında yer bulamamasına rağmen, sosyal medya üzerinden kamuoyu oluşturmayı başarmıştır. Bu bağlamda yeni medyanın, iletişimin demokratikleşmesi sürecini hızlandırması ve kitleleri devlet karşısında güçlendirmesi kayda değerdir. Yine de, sosyal medyanın demokratikleşme sürecindeki rolüne temkinli yaklaşmak, Evgeny Morozov’un deyimiyle “internet yanılması”na düşmemek gerekiyor. Nihayetinde, demokrasiyi güçlendirmek amacıyla kullanılabileceği gibi statükoyu korumak amacıyla da kullanılabilir.
Geleneksel medyanın aksine, sosyal medyada kontrolü görece zayıf olan iktidarların, yeni iletişim teknolojilerini hegemonyasında açılmış bir gedik olarak görmesi ve önlem alması kaçınılmazdı. Nitekim iktidarın hegemonik çatlaklarını onarabilmesi için bilgiye ilişkin hakikat söylemini tahsis etmesi gerekmektedir. Foucault perspektifinde iktidar-bilgi ilişkilerinin okuması, sosyal medyanın kontrol altına alınması ve sistemli olarak deformasyona uğratılmasına dair fikir vermektedir. Ona göre, iktidar bilgiye, bilgi de iktidara sürekli eklemlenir. Geleneksel görüşü ters yüz eden bu yaklaşımını şu şekilde açıklar Foucault; “bilgi başkaları üzerine yüklenen bir iktidardır ve bu nedenle bilgi başkalarını tanımlar”. Bu haliyle bilgi özgürleşmeyi engelleyen, toplumu düzenleyen ve disipline etmeye yarayan bir kip halini alır
“Bilmek” antik çağdan itibaren filozofların başlıca sorunlarından birisi olmuştur. Aristoteles, insanın akıl ve bilme yetisine ithafen “bütün insanlar, doğal olarak bilmek isterler” der. Bu, insanlığın çocukluk çağının düşünürlerinin bilme sorununa yaklaşımını ortaya koyar. Ancak zaman, sınıflar arasındaki çıkar mücadelesini biledikçe bilme sorunu form değiştirir. Orta çağ düşünürlerinden Roger Bacon’un (1214-1294) “bilmek egemen olmaktır” ifadesi bunun bir örneğidir. Roger Bacon’dan 300 yıl sonra, Marx’tan 300 yıl önce, “bilmenin aynı zamanda değiştirmek olduğunu” muştulayan ise Francis Bacon’dur.
Bilme sorununa dair geliştirilen her cevap, toplumsal kontrolün sağlanması için siyasal iktidarın bilgiye olan ihtiyacını açığa çıkarmıştır. Egemen en büyük korkusu olan değişimden kaçınmak için kendi iradesinde hakikati temsil ettiğini iddia eder. Bu bağlamda, hakikat ile yalan arasındaki sınırların bulanıklaştığı post-gerçeklik çağında ise, dezenformasyon da iktidar açısından işlevseldir. Artan bilgiye istinaden bilgi kirliliğinin de artması, bireyin ilgi odağının dağılmasına neden olur. Dürüstlük ve sahtekarlığın bu derece bir arada olduğu dönemde güven temelinin aşınması, siyasal iktidarların şüphe üzerine kırılgan bir sosyal yapı inşa etmesini kolaylaştırır.
Hakikatin sınırlarını çizen ve geri kalan her şeyi bertaraf eden muktedir için makbul vatandaş bu sınırlara tabi olandır. Ne var ki, vaaz edilen ve siyasal iktidarın istek ve çıkarlarına göre değiştirilebilir olan gerçekliği reddeden “ötekilere” de ihtiyacı vardır. Siyasal iktidar kavgası hakikat üzerinedir. Doğal olarak tehdidin ne ya da kim olduğunun gösterilmesi gerekmektedir. Bu gösteri hem grubunu mobilize etmesini, hem de korku siyasetinde “aynı”lık kültürü yaratarak sadakatini garantilemesini sağlar. Bu anlamda en büyük dayanışma ortağı, medya ve diğer kamuoyu yaratma araçlarıdır. Ancak dijital teknolojilerin gelişimi ile artık vatandaşta da muktedirden bir şey vardı. Gerçeklerin insanı özgürleştirdiğini bilenlerin dinmeyen itirazı, sosyal medya aracılığıyla değişime olan inancı perçinler ve en büyük korku kaynağı olan siyasal iktidarın korkusunu ortaya çıkarır.
“Zararlı Ot”
Kavramların, siyasal iktidarların tercih edilmiş ahlaki ölçütleri doğrultusunda sosyal düzeni “sağlamak” amacıyla düzenlendiği bilinmektedir. Bunun amacı, gerçek ya da sözde, yerli ya da yabancı, uluslarüstü ya da küresel düşman, doğuştan suçlu ya da modern barbar, isyancı, protestocu, yabancı ve terörist olduğuna bakmaksızın düşmanın profilini belirlemektir. Kısacası vatandaş siyasal iktidar açısından, sosyopolitik şüpheli ya da pazarın ve iş düzeninin bireyselleştirilmiş hedefi olarak anlam bulur.
Aslında bu müphemliğin siyasal iktidarla ikircikli bir ilişkisi vardır. Bir yandan sınırları belirlemek, baş düşmanlarını, bu sınırları ihlal edenleri konumlandırmak isterken; diğer yandan, bu müphemliği kendi yaratır. Bir iktidar stratejisi olarak müphemlik hem iflası hem başarıyı getirebilir. Korku siyasetinde ise meşruiyet alanı daralan egemen açısından, siyasal düşmanlar yaratılarak statükonun korunması başlıca amaç olduğu için müphemlik nihayetinde total bir hâl alır.
Büyük Friedrich, devletin toplum mühendisliği özlemini dile getirirken insanlara muz ve ananas muamelesi yapar. Onun sadece uygun bir metafor olarak kullandığı bitki yetiştirme metotlarını ise harfiyen uygulayan Nazilerdi. İleride Nazilerin Tarım Bakanı olacak olan R. W. Darre daha 1930’larda şöyle yazmıştı: “Bir bahçedeki bitkileri kendi haline bırakan kişi bir süre sonra şaşkınlıkla görecektir ki, bahçeyi yabani otlar kaplamış, bitkilerin temel özellikleri bile değişmiş. Eğer bu bahçede bitki yetiştirmeye devam edilecekse, (…), o zaman bir bahçıvanın biçim verici iradesi gerekecektir.” Bu irade gerekirse, “bitkilerini gıda, hava, ışık ve güneşten yoksun bırakan zararlı otları acımadan öldürür…”
Siyasal iktidarın eylemlerini “zararlı ot” metaforu üzerinden meşrulaştırması, onun devlet-gözetimli bir plan yaratmaya yönelik özleminin de bir parçasıdır. Nihayetinde dijital teknolojilerin bahçecilik metaforuyla güç birliğine gitmesi bu özlemine yaramaktadır. Ancak, muktedirlerin özenle tasarlanan müstakbel bahçe hayalinin hiçbir zaman tam anlamıyla gerçekleşmediğini hatırlatmak isterim. Tarihteki en aşırı ve en iyi belgelenmiş örneklerinden olan Hitler ve Stalin komutasında yürütülenlere, bunlara eşlik eden mezalimlere rağmen düşlediklerini elde edememiş iki mağluptur.
Mağlup oldular çünkü, ısmarlama bir dünyaya itiraz edenlerin potansiyel gücünü hafife aldılar. Onların küstah ve gözünü budaktan sakınmayan cesaretleri bir süreliğine toplumu kışkırtmış olsa da nifak tohumları tutmadı. “Öteki”ne duyulan hınç bahçıvanın özgüveniyle birleşince bir patlama yaratmıştı kuşkusuz; ancak bu hınç, kolektif ruhun tümüne tutunamadı. Muktedirin en istekli ve imanlı müritlerinin özgüvenini kıran ve sabırsızlığını arttıran da buydu. Onların “her vahşeti meşru kılan, Prometheci mutlak başlangıç vizyonuna” fırsat vermeyen ise toplumsal güçlerin direnişiydi.
Tabula Rasa – Hafızasızlığımıza Güveniyorlar
Prometheus Kafkas Dağları’nda yalnızca zincire vurulmaz. Zeus’un görevlendirdiği bir kartal her sabah Prometheus’un karaciğerini kemirir ancak karaciğer her gece yenilenir ve efsaneye göre çilesi tam bin yıl sürer. Yeryüzüne ateşi getirmenin diyetini her sabah yeniden ödeyen Prometheus gibi insanlık da bu ateşin varlığını hatırlamakla lanetlendi.
Tabula rasa, insanın, üzerine yazılmaya hazır, boş, temiz bir sayfa olarak yorumlanmasıdır. Jean-Marrie-Benoist’e göre kökeni, Jakobinlerin giyotin zoruyla rasyonelleştirme deneyimine uzanır. Bauman, düzenlemeyi modernliğin ruhuna uygun rasyonel bir etkinlik olarak tanımlar. Siyasal iktidar için düzenlemenin baştan çıkarıcı bir yanı vardır. Arada sırada gözüne ilişse de nihai ve istikrarlı mükemmel devlet ideası onu etik sınırlamalardan sıyrılmanın peşine düşürür.
Bundandır vatandaşın, Fransız Devrimi’nden günümüze uzanan serüveninde siyasal karar alma sürecine katılımının aynı ritimde olmayışı. Bireyi çeşitli niteliklerle donatarak “normalleştiren” siyasal iktidarlar, gerek kamusal gerek sivil alanda belli haklara sahip “imişcesine” onlarla diyalogda bulunurlar. Ancak sivil toplumun siyasal iktidara karşı bir mücadele zemini olarak kullanılması, yurttaşın bir dizi seçenek arasından özgürce seçebilen bir “tüketici”den ya da dini değerler bağlamında depolitize edilen bireyden, yani siyasal iktidarın “normal”inden fazlası olduğunu gösterir.
Bu anlamda, birey ne zaman tarih sahnesinde belirse açık ya da örtük biçimde gerilim yükselir. Bu zamanlar egemenlerin, ne Orwell’ın Okyanusya’sında ne de Huxley’in Dünya Devleti’nde iktidar olmadıklarını anladıkları zamanlardır. Ne tarihi yeniden yazacak “Gerçeklik Bakanlığı”na ne de içtiklerinde vatandaşlarını kontrol altında tutmasına ve istikrarı sağlayamamasına yarayan “Soma” adında bir ilaca sahiptirler. İnsani olan her şey hafıza ile ilgilidir. Bunu bilen egemenler gerçekliğin kontrol altında tutulması için bellekten ve geçmişten yoksun bir toplum yaratmayı amaçlar. Tüm gerçekliğin ayırdındayken kürsüden ustaca uydurulmuş yalanlar söylemesi, her ikisine de inanarak birbirini çürüten iki görüşü aynı anda savunması, ahlaka sahip çıktığını söylerken ahlakı yadsıması, hem demokrasinin bir araç olduğunu söyleyip hem de demokrasinin koruyucusu olduğunu iddia etmesi, unutması ve gerektiğinde yeniden anımsaması, olmazsa yeniden unutması, hepsi iktidarın var olmak için çırpındığı bir boşluktur. Ve bu boşluk, hüsrana uğramış olmanın ürünüdür.
Tüm bunlar tarihi, bir nevi gerektikçe silinip yeniden yazılan palimpseste dönüştürür. Ancak, palimpsestlerde yeni yazının altından eski yazının izlerinin görüldüğü unutulmamalıdır. Ve belleğin kendi serüvenine daima yeni mecralar bulduğu da… İlk yazıyı, “Ortak iyiden ziyade iktidarın sürdürülebilirliği üzerine kurulan siyasal düzenlerde bilginin tahsisi, üretimi ve dağıtımı toplumun belli bir kesiminin lehine olmaktadır.” diyerek bitirmiştik. Dijital teknolojilerin gelişimi bu bağlamda, meşruiyet bunalımı yaşayan iktidarın aleyhine işler. Her ne kadar korku atmosferinde sosyal medya daha çok, bir gözetim ve denetim mekanizması olarak işlev görse de bugün, bireyin pasif alıcı olmanın ötesine geçerek özne olmasına imkan tanımıştır.
İktidarın kış uykusunu uzatan geleneksel medyanın aksine, iktidardan doğan kötülükleri ve olumsuzlukları gün yüzüne çıkaran, gerçeğin peşinde olanlara imkân yaratan sosyal medyanın bir muhalefet dürtüsü yarattığı ortadadır. Üzerinden neredeyse sekiz yıl geçmesine, sıradan ya da popüler destekçilerine açıktan bedel ödettirilmesine rağmen Gezi Parkı eylemlerinin hâlâ bir övünç kaynağı olması; daha yakın bir tarihte, Ekim 2020’de, Bağımsız Maden İşçileri Sendikası öncülüğünde madencilerin Ankara yürüyüşünü engellemeye çalışan jandarmaya karşı “Öyle mi Alay Komutanı!” sözlerinin bir direnç hattı oluşturması ve Ocak 2021’den beri süregelen, Boğaziçi Üniversitesi öğrenci ve hocalarının kayyım rektöre karşı protestosunun ulusal ve uluslararası kamuoyundan destek bulması; farklı zeminlerde gerçekleşen tüm bu eylemlerin sınırlarını genişletmesi sosyal medyada mümkün olmuştu. Geleneksel medyada temsil hakkı bulamayan işçiler, işsizler, öğrenciler, mezun işsizler, atanamayan öğretmenler, LGBTİ+’lar, göçmenler gibi ötekileştiren tüm gruplar burada eşik bekçilerini ve kanaat önderlerini atlatabilmişlerdi çünkü sosyal medyada, arkasına saklandıkları otoritenin hakikat sertifikasıdağıtma ağı yeterli değildi.
Bireyler, çelişkili siyasal iddiaların dayanılmaz baskısı altında sendeleseler de, bir araya geldiklerinde -en azından potansiyel olarak- onların çok güçlü bir göz açıcı etki yarattıkları ortadadır. Siyasal iktidarın güç tekeli rüyalarının iflah olmaz uyuşmazlığı, dönemin habitusuna göre birinin üzerine patladığı malum. Geçtiğimiz yıl, ödenmeyen tazminatları ve ücretleri için Ankara’ya yürümek isteyen işçilere yönelen öfke, işçinin dayanışmayla oluşturduğu kolektif iradenin kurucu unsuru olmasından kaynaklıydı. Siyasi katılımını sadece sandıkta önemsediği işçilerin hak öznesi olarak, siyasi iktidarın karar alma sürecine dahil olması ve devlet aygıtını seçimler arası dönemde denetleyebilmesi siyasal iktidar açısından kabul edilebilir değildi. Çünkü bu yarattığı heyulanın ne denli kırılgan olduğunu gösteriyordu.Boğaziçi protestolarında LGBTİ+’ların, başarısızlığın ta kendisi ve hüsranın ana nedeni olarak görülüp dışlanması bunun güncel örneği. Nitekim, sıradan koşullarda bile aşka, sevgiye tahammül edemeyen muktedirin; kararlarını sorgulayan gençlerin çağrısını kişiselleştirerek, tartışmayı başka bir zemine çekmesi kaçınılmazdı.
Öyle görünüyor ki, siyasi iktidar başlangıç vizyonundan yoksun. Toplumsal düzene dair pratikleri devam ediyor; fakat artık, bir zamanlar onları ateşleyen hedef o kadar da keskin değil. Çünkü bugün total bir hâl alan müphemlik güçsüzlerin özgürlüğüdür. Müphemlik sayesinde, dostunu-düşmanını adlandırmada zorlanan siyasi erk neredeyse saplantılı biçimde kullandığı değerler retoriğini bile kullanamaz hale gelmiştir. Bahçıvanın duruşunu erozyona uğratan ise, dayanışmanın artık hayatta kalmanın bir koşulu olması. Dayanışma, kendi farklılığı için değil, ötekinin farklılığı için de mücadele etmek demektir. Dayanışma diğerkâm ve militandır. Bu nedenle korkuyla çitlenen siyasal düzene hapsolmaz. Siyasi iktidara “zararlı otlar”ın insan olduğunu hatırlatır ve er geç yaşanacağı gibi, “bu otoriteye meydan okunduğunda ne olacak” sorunu bırakır meydana. Cevap ise, siyasetin bir diğer aktörü muhalefetin potansiyelinde saklıdır.
[1] http://www.sosyaldemokratdergi.org/tansu-ozcan-panoptik-model-baglaminda-korku-siyaseti/
*Tansu ÖZCAN
Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi, Doktora Öğrencisi
ozcanntansu@gmail.com