Kent sosyolojisi ve yerel yönetimler alanında çok önemli çalışmalarınız var. Bu alanda uzun yıllara uzanan deneyimlerinize de dayanarak, Türkiye’de sosyal demokrat bir belediyecilik için yapısal ve kurumsal ne gibi engeller görmektesiniz?
Yerel yönetimlerin en önemli faaliyetinin yerel talepleri demokratik olarak karşılamak olduğunu hepimiz biliyoruz. Bunun nasıl gerçekleştirileceği ise sürekli olarak tartışılan bir konu. Türkiye’nin yapısal/kurumsal özelliklerinin, yerel demokrasi açısından, önemli engellerle dolu olduğunu da biliyoruz. Bu bağlamda, “merkeziyetçi” anlayış, bölünme korkusuyla “yerel” taleplerin baskı altında tutulması ve popülist “kayırmacı” siyaset başlıca engeller. Ancak, burada ben, bunları tartışmayacağım, kısaca, günümüze özgü engellerden söz edeceğim. Günümüz Türkiye’sinde kentler, “post kentleşme” diye adlandıracağımız, kır-kent göçünün bittiği, yaşamın kırda ve kentte benzeştiği, bir anlamda “tarıma dayalı” ekonominin sona erdiği, köylülüğün ve “bildiğimiz tarımın (1)” sona erdiği “yepyeni” bir toplumsal ortamda yaşıyor. Bu dönemde, kentler, eski köylüler için eğreti mekanlar olmaktan çıktı, kentsel toprak değerlendi ve sonuçta “kentsel rant” kentsel yaşamın odağına oturdu.
Kentlerde yığılan sorunlar ve kent topraklarının değerlenmesi, popülist yönetimlerin “inşaata dayalı ekonomiyi” kitlelere benimsetmesini kolaylaştırdı. Yerel yönetimler ise, inşaat sektörünün önemli kurumsal aygıtına dönüştü. Yerel yönetimler, nerdeyse, merkezi hükümetlerin, kentsel rantların paylaşımını düzenleyen, seçimle gelen yerel örgütleri oldu. Tarımın ve toprağın bağımlılığından yeni çıkan eski köylü yeni kentliler ise, bu dönüşümü benimsediler ve oylarıyla desteklediler.
Bir bakıma, kaba bir benzetmeyle, Türkiye’de köylülükten çıkışın, 19. yüzyıl Avrupa’sındaki gibi rasyonalizmi ve pozitivizmi de doğuran “doğayı denetleme” arzusunu doğurmaktan çok, topraktan “nefret etme” ve “doğayı yok etme” arzusunu tetiklediğini söyleyebiliriz. Bu nedenle olsa gerek, bugünlerde, inşaat için orman yakılması, kent içindeki yeşil alanların imara açılması, korunması gereken nadir doğal alanlara yapay parkların yapılması, denizlerin molozlarla doldurulması ya da “bir gecede binbeşyüz ağacı kesen adamın hikayesi” (2) gibi haberler olağan hale geldi. Benzeri olayların Hindistan, Çin, Güney Amerika’da da yaşanması, bu eğilimin yaygınlığını göstermektedir.
Çevreyi ve doğayı tahrip edici eğilimlerin yaygınlaştığı ilk dönemlerde akılcı ve çevreci yeni politika geliştirmek oldukça güçtü. Ancak, neyse ki, son dönemlerde, bu tahribatın yarattığı olumsuzluklar algılanmaya başlandığı için, çevreye ve kültüre saygılı politika geliştirmek isteyenlerin, önü açıldı.
Kentlerdeki enformel ekonomi ve siyaset ilişkileri araştırmalarınızda önemli odak noktalarından biri oldu. Son yerel seçimlerde başta İstanbul olmak üzere demokrasi isteyenlerin zaferi büyük bir umut yarattı. Bu demokrasi talebinin kentlerdeki enformel ekonomi ve siyaset ilişkisi üzerinde dönüştürücü bir etkisi olabilir mi? Ne düşünüyorsunuz?
Evet, ben uzun bir süredir bu konuları anlamaya çalışıyorum. Türkiye gibi enformel ekonomisi geniş bir toplum için bunu anlamanın önemli olduğu kanısındayım. Öncelikle, toplumda enformelle formel alanın birbirinden keskin hatlarla ayrılmadığını bilmemiz gerekir. Formelle enformel, kuralla kural dışı, toplumsal yaşamın her alanında olduğu gibi, ekonomide ve siyasette de iç içe yaşarlar, birbirleriyle dans ederler.
Katı formel kurallar, popülist /kayırmacı yönetimler için çok uygun bir ortam yaratır. Katı kurallar kimi zaman uygulanarak “ceza”, kimi zaman ise uygulanmaz ve “ödül” olarak kullanılır. Kuralların uygulanmasındaki bu esneklik, onların varlığının kitleler tarafından algılanmasını da zorlaştırır ve hatta kimi zaman “kaale alınma” olarak olumlu kabul edilir. Bu yaygın algı, yapısal ve kurumsal reformların yapılmasının önündeki en önemli engellerden biridir. Böyle bir yönetim anlayışı, yandaş/muhalif kutuplaşmasını belirginleştirir ve popülist “kayırmacı” siyasetin köklerini sağlamlaştırır. Bu nedenle, sol ya da sosyal demokrat partilerin mevcut popülist uygulamalardan vazgeçmesi ve herkese uygulanabilecek açık demokratik kuralları, popülist siyasete alışmış kitlelere kabul ettirmesi oldukça zordur.
Nitekim sol çevreler, kentleşmenin hızla sürdüğü dönemde gecekondulaşma ve çalışma yaşamı ile ilgili alternatif politika geliştiremediler ve enformel siyaseti ve ekonomiyi kullanmakta daha mahir olan kadrolar yerel siyasette başarılı oldular. Bu kadroların kentsel rantın dağıtımında kuralsızlığı ya da kuralları sıkça değiştirerek esnekliği kullanma becerisi inşaata dayalı ekonomiyi sürdürdü. İhale yasasında yapılan sayısız değişiklikler buna örnek. Ancak bu uygulamalar bir süre sonra kentsel rantı kitlelere yayamadılar, inşaat sektörü aracılığıyla dar bir çevreyi zenginleştirdiler ve bu durum toplumda adaletsizlik ve eşitsizlik duygusunu yaygınlaştırdı. Sosyal demokrat kadroların son seçim başarısının altında bu gelişmelerin yattığı kanısındayım.
Bu yeni durumun, uygulanabilir yeni kuralların oluşturulması için çok uygun bir ortam oluşturduğunu söyleyebiliriz. Önümüzdeki dönemde demokratların, eski “katı” kurallara ya da popülist uygulamalara geri dönmekten çok, çeşitlenen yeni talepleri dikkate alan yeni kuralların nasıl oluşturulacağı üzerinde tartışması yararlı olacaktır.
Yerelleşme, demokrasi, şeffaflık bakımından Türkiye’deki belediyelerin karnesi ne durumda? Bu konuda sosyal demokrat bir belediyecilik politikası geliştirilebilir mi?
Bu soruyu, uygulamaları değerlendirerek cevaplandırmaya çalışacağım. Geçmişte, çok sayıda başarılı sol belediyecilik deneyimi ve karizmatik Başkan örneği var. Ancak, bugün yapmamız gereken bunların neden yaygınlaştırılmadığını eleştirel biçimde değerlendirmek olmalıdır. Geçmiş deneyimleri eleştirel bir bakışla değerlendiren çalışmalar maalesef çok az.
Geçmişte, sosyal demokrat belediyelerin kentlilerin gündelik yaşamına dönük “kültür merkezleri”, “şehir tiyatroları”, “halk ekmek”, “tanzim satış”, “ucuz toplu taşıma” ve “konut kooperatifleri” gibi alanlarda başarılı projeler ürettiklerini biliyoruz . Ancak, maalesef, aynı yöneticiler, gecekondulaşma sürecinde “yeni” kentlilerin ihtiyaçlarını karşılayacak alternatif politikaları yaygınlaştırmada aynı başarıyı sağlayamadılar. Örneğin, “kent-koop” gibi projeler gecekondulaşmanın yerini alamadı. Yine aynı şekilde, kentsel rantı kullanıcıya aktaran “Dikmen vadisi” gibi başarılı örnekler yaygınlaştırılamadı. Demokratların, geliştirdiği en önemli alternatif siyaset ise, Habitat süreci sonrasında yaygınlaşan “yerel gündem21”, “kent konseyi”, “mahalle meclisleri” gibi uygulamalar oldu. Bu uygulamalar, sivil toplum hareketlerini destekledi, “yerel demokrasi” fikrinin yaygınlaştırdı, “Gezi” olaylarında somutlaştı ve kentsel muhalefetin çeşitliliğinin algılanmasına çok önemli katkılar yaptı (3).
Bütün bunların eleştirel değerlendirilmesi ve günümüz koşullarına uygun alternatif politikalar konusunda düşünülmesi önemli. Sürdürülebilir sol ve demokrat politikaların, ancak yaratıcı ve akılcı bilginin siyaset yapanlarla diyalogu sayesinde gerçekleşebileceği kanısındayım.
Bu çerçevede başta büyükşehirler olmak üzere CHP’li belediyelerin seçimden bu yana yerel hizmet performansını nasıl değerlendiriyorsunuz? Kentlerde yaşayanların hayatını kolaylaştıracak ne gibi hizmetler görüyorsunuz?
Son seçimler sonrası yerel yönetimlerin performansını değerlendirmek için henüz erken. Ancak benim gözüme çarpan en önemli gelişme, kamuoyundaki “şeffaflık özleminin” somutlaşması. Bunda İslamcı siyasetin karar alma sürecindeki kapalılığın etkili olduğunu düşünüyorum. Bir başka ifade ile, İslamcı siyasetin demokratik performanslarını zedeleyen önemli kurumlarından birinin, çok önem verdikleri, “istişare” kurumu olduğunu düşünüyorum. Siyasal İslamcılar, kendileri için, bu kurumunun çok değerli olduğunu, her karar öncesinde kendi içlerinde “kıyasıya” tartıştıklarını, ancak karara varıldıktan sonra, karara uyduklarını ve eleştirilerini kamuoyuna duyurmadıklarını ifade ederler. Dışardan bakıldığında, İslamcı siyasetçilerin “istişare” kurumunu demokratik işleyiş olarak olumlu kabul ettikleri anlaşılıyor. Ancak, aldıkları kararların çeşitliliğine karşın dar bir siyasal kadrodan oluşan bu kurumun dışa kapalılığı, bir süre sonra, geri dönülmez sonuçlar doğurmaya başlamıştır. Bu kapalılık artık, sadece sıradan insanlar için değil iktidar partisinin sıradan üyeleri için bile sorun yaratmaya başlamıştır. Artık hiç kimse, hangi kararın nasıl alındığını, kimlerin istişare yaptığını, kimin neyi eleştirdiğini öğrenememektedir. Sonuçta bu kapalılık artık toplumda riayetten çok, rivayetlerin yaygınlaşmasına neden olmuştur.
Bu nedenle, yerel yönetimlerdeki yeni sosyal demokrat kadroların meclis toplantılarını, ihale ilanlarını ve diğer tüm icraatlarını kamuoyuna açmaları, sosyal medyada yayınlamaları ve alınan kararları duyurmalarının çok etkili olduğunu düşünüyorum. Bu uygulamalara gösterilen yoğun ilgi, sadece seçimin değil, “şeffaflığın” ve toplumdan gelecek eleştirilerin demokratik katılım için ne kadar zorunlu olduğunun kitlelerce benimsendiğini göstermektedir.
Kamucu bir yerel siyaset için belediyelerin elindeki imkanlar neler?
Bugünkü kurumsal ve yasal sistem içinde bile yerel yönetimlerin yapabileceği çok şey var. Kısaca şu anda aklıma gelenleri sıralayayım.
-Kentsel rantın imar hakları yoluyla özelleştirilmesiyle kamu yararına kullanılmasının farkının kitlelere anlatılması.
-Meclis komisyonlarında -özellikle imar- şeffaflığının sağlanması ve bu toplantılara katılımının genişletilmesi ve meclis toplantılarının sadece komisyon kararlarının oylandığı makam olmaktan çıkarılması.
-Özelleştirilen belediye hizmetlerinin şeffaf yönetilmesi ve kamu yararına uygulamalar yapıldığı konusunda güven verilmesi
-Kentlilerin güvenli ve ucuz gıdaya kavuşturulma yollarının aranması
-Liyakata önem verilmesi, belediye projelerinde uluslararası, ulusal ya da yerel yarışmaların yapılması ve böylece hünerli, yetenekli ve yaratıcı bireylerin uygulamalara katılımının sağlanması.
– Yerel yönetim uygulamalarında “etik ve estetik kuralların” oluşturulması.
-Kentlerde yaşayan, eskiden yaşamış olan, yeni gelen, yerli/ yabancı farklı kültür grupları arasında “hemşehrilik” bağlarını kuracak kültürel barış programlarının geliştirilmesi.
-Üniversitelerle, uzman kuruluşlarla ve aktif yurttaş inisiyatifleriyle yakın ilişki kurulması ve eleştirilerden korkulmaması gibi.
Ulusal siyasetler dünyanın pek çok yerinde içimizi karartırken, sanki yerelde kimi zaman birbirinden dağınık ama umut verici gelişmeler de oluyor. Neoliberal tahribat, yükselen otoriterleşme, milliyetçilik ve popülizm karşısında alternatif yerel arayışlar da var. Örneğin Orta Avrupa başkentlerinin muhalifi belediye başkanları bir araya gelerek “Özgür Şehirler Hareketi”ni başlattıklarını duyurdu. Avrupa’da 50 kent, Barselona belediyesinin başını çektiği bir girişimle, geçtiğimiz yıl “paylaşan kentler bildirgesini” oluşturdu. Bütün bu gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Türkiye açısından öğrenilebilecek ne tür deneyimler var bu tip girişimlerden?
Her şeyden önce küreselleşme olgusunun tek yönlü ve tek biçimli bir olgu olmadığının anlaşılması gerekir. Küreselleşmenin etkileri her ülkenin kendi yerel koşullarında yeniden biçimlenir ve kendi muhalefetini de aynı hızla yaratır. Bu bağlamda, Türkiye’de sıkça vurgulandığı gibi küreselleşmenin getirdiği tek olumsuzluk da “neoliberalizm” değildir. Kaldı ki “neoliberalizm” de bizim gibi enformel ekonomisi geniş ülkelerde farklı tezahür eder. Bugünlerde, bizim gibi ülkeler için “define avcılığı kapitalizmi”, “kumarhane kapitalizmi”, “saadet zinciri ekonomisi” gibi kavramları sıkça duymaya başlamamız tesadüfi değil. Örgütlü kapitalizmin yerleşik olmadığı toplumlarda, küresel para akışlarının nasıl etkiler yarattığı konusunu düşünmemiz gerekir. Diğer taraftan, küreselleşme ortak insani değerlerin yaygınlaşmasına ve küresel dayanışma ağlarının geliştirilmesine de yardımcı oluyor. Bu anlamda yerel yönetimlerin eskimiş ve işlemeyen “kardeş şehirler” uygulamasının yerine, uluslararası düzlemde deneyimlerin paylaşıldığı, bilginin teati edildiği, dayanışmanın sağlandığı, sizin sözünü ettikleriniz gibi ağlara aktif olarak katılmasında büyük yarar görüyorum.
7 ve 8 birlikte Ülke dışındaki deneyimlerin dışında, Türkiye belediyecilik tarihinden bugün için yararlanılabilecek iyi örnekler ve birikimler de var. Bunun için nasıl bir yol izlenebilir? Bilgi ve deneyimin günümüz kadrolarının ihtiyaçlarına yanıt vermesi için neler yapılabilir? Bu konuda önerileriniz neler? Takip ettiğiniz belediyeler açısından yerel ağlar ve örgütlenmelerle etkileşimde başarılı örnekler var mı? Kısaca bahsedebilir misiniz?
Yönetime yeni gelen kadroların henüz rutin belediye hizmetlerini sürdürmek için yoğun bir çaba içinde olduklarının farkındayız. Aynı şekilde mevcut siyasal partiler de daha acil siyasal konularla meşgul. Onlardan burada tartıştığımız konulara öncelik vermesini beklemek gerçekçi değil. Ben geçmişteki birikimin ve yeni önerilerin öncelikle, bu konuda düşünce üretmeye çalışan aydınların, akademisyenlerin, uzmanların ve duyarlı yurttaşların kendi aralarında tartışması gerektiğine inanıyorum. Halen aktif uygulama ya da siyaset yapanların ise sadece bu tartışmalara değer vermeleri, bunları siyasete dönüştürerek, uygulamalarında dikkate almaları bile yeterli olacaktır. Bu bağlamda, İstanbul’da kurulacağı belirtilen “Kent Akademisi” gibi bir bağımsız birimin bu tür yeni tartışmalar için uygun bir platform oluşturabileceği düşünülebilir. Aynı şekilde, meslek odalarının ya da SODEV ve TÜSES gibi sivil toplum kuruluşlarının ve aktif yurttaşların ayrı bir özerk platform oluşturmasında yarar görüyorum. Yaratıcı ve akılcı düşüncelerin oluşturacağı ve uygulamaların izleneceği platformların siyasal partilerden bağımsız ve özerk olmalarında yarar olabilir. Bu konuda da uluslararası deneyimlerin araştırılması önemli.
Son olarak bu sayımızın dosya konusu Suriyeli göçmenler olduğu için bu konu ile ilgili olarak da bir soru sormak istiyoruz. Yerel yönetimlerin Suriyeli mülteciler ve entegrasyonları ile ilgili politikalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Kuşkusuz birbirinden çok farklı örnekler var. Bu konuda belediyeler nasıl bir yol izleyebilir? Popülist siyasetin tuzağına düşmeden etkili bir politika üretmenin yolları ne olabilir?
Bu konu başlı başına konuşulması gereken bir konu. Çünkü başta İstanbul olmak üzere gelecekte hemen bütün şehirler eskisinden çok fazla “yabancı” nüfusa sahip olacak. “Yabancı nüfus” artık bütün şehirlerin yeni hemşerileri olacak. Türkiye’ye de yıllardır, küreselleşme ve bölgesel savaşlar nedeniyle, sadece Suriyeliler değil, çok farklı amaca ve kökene sahip yüzbinlerce “yabancı” geldi. Suriyeliler, devletin özel ilgisine mazhar bir zorunlu göç grubu olduğu için gündemde. Türkiye’nin göç ve yabancı politikasının bütün farklı göç türlerini dikkate alarak yeni koşullara uygun olarak tümüyle yeniden düzenlenmesi gerekli. Bugün uygulanan ve sadece Suriyelileri dikkate alan göç politikasının hangi “istişare” kurulunda, kimler tarafından, nasıl ve neden geliştirildiğini maalesef bilmiyoruz. Bu koşullarda yerel yönetimlerin yapacağı en önemli iş ise bu konuyu insan hakları ilkeleri bağlamında ele almayı içselleştirmek ve tüm yabancıların istismarını önleyecek ortamın nasıl sağlanacağını düşünmek olmalı. Öncelikle, toplumda yeşeren yabancı düşmanlığını körükleyen söylemlerden kaçınmak ve hemşerilerin bu konuda duyarlılık kazanmasını sağlamak çok faydalı olabilir. Diğer konular, buna bağlı olarak geliştirilebilir.
- Keyder, Çağlar ve Zafer Yenal (2018): Bildiğimiz Tarımın Sonu. İletişim Yayınları: İstanbul.
- www.cumhuriyet.com.tr. “Bin511 ağacı kesti” erişim tarihi 301.12.2019.
- İzci, İnan (der.), Katılımcı Yerel Yönetim (2014) : Kalkedon- Sodev Yayını ,İstanbul