pınar uyan 1

Söyleşi: Prof. Dr. Pınar UYAN SEMERCİ

Arkadaşımız Ece ÖZTAN’ın Prof. Dr. Pınar UYAN SEMERCİ ile yaptığı söyleşi

Geçtiğimiz ay içerisinde Ankara Altındağ’da yaşanan nefret saldırıları da dahil olmak üzere, Afgan mültecilerin gelişi sonrası yükselen göçmen karşıtı söylem farklı siyasal yelpazelerden destek görüyor. Bu açıdan baktığımızda Türkiye’deki göçmen karşıtı söylemi nasıl değerleniriyorsunuz? Özellikle Batı’daki göçmen karşıtı söylem ve hareketlerle karşılaştırdığınızda…

 Göçmen karşıtlığı söylem sadece Türkiye’de artmıyor. Maalesef küresel bir biçimde içinde bulunduğumuz korku ve belirsizlik halinin dünyanın birçok yerinde göçmenler başta olmak üzere bu tür söylemlere yol açtığını, “biz”den olmayanlara “öteki”lere karşı arttığını görüyoruz. Pandemi koşulları da bu durumu aslında daha da arttırdı. İnsanlık bu dönemde hiç olmadığı kadar güvenli alanlara, kendi “ev”lerinin güvenli duvarlarının ardına sığınmaya çalıştı. Bu nedenle de bu konuyu Türkiye’de ele alırken, tartışırken bu küresel durumu da belirtmeyi önemli görüyorum.

Yine belirtilmesi gereken yaptığımız konferans ve yayınlarda da ifade ettiğimiz üzere göçmenlere dair algılar ve tutumlara dair ilgili yazın, yıllardır göç alan “gelişmiş” Batı”/”Kuzey” ülkelerinde şekillenmiş, bu ülkelerde çalışılmış. Şimdi Türkiye’de ve ve göç alan diğer ülkelerde de çalışılmaya başlanıyor. Belirtmek gerekir ki; artık göç yolları ve göçün biçimleri çok çeşitli ve tıpkı Türkiye’de olduğu gibi göç veren ülkeler, göç de alıyor. Ya da sadece tek yönlü bir göçten bahsetmek yerine yeni biçimleriyle çok farklı insan hareketliliğinden söz ediyoruz. Var olan göçmen karşıtı algılara dair yazını incelediğimizde, aslında en önemli ortak noktanın tehdit algısı oldğunu söyleyebiliriz. Bu noktada algı kelimesinin altını çizmek isterim. Burada bahsettiğimiz tehdit algısı, varlığından çok algısı… Özetle üç tür tehdit algısı göçmen karşıtlığında ifade buluyor: 1-Ekonomik tehdit  2- Sembolik tehdit ve 3- Fiziksel tehdit… Sondan başlarsak;  göçmenlerin güvenlik sorunu yarattığı algısı, ki birçok çalışma suç oranları ile bu algının gerçeklerle örtüşmediğini gösteriyor. İkincisi hayat şekline bir tehdit olarak görülmeleri: Sanırım bu algı,  “bizim gibi yaşamıyorlar”  cümlesi ile özetlenebilir. Ekonomik, rasyonel tehdit algısı ise; iş ve konut piyasası başta olmak üzere, rekabetin artması ve pastanın küçülmesine ilişkin bir algılama. Bu noktada sosyal devletin imkanlarının paylaşımı açısından da bir tehdit algısının göçmen karşıtı söylemi çok arttırdığını söylemek gerek…

Bu perspektiften Türkiye’de de benzer bir tehdit algısının tüm bahsettiğim yönleriyle var olduğunu görüyoruz.

Türkiye’deki göçmen karşıtlığını besleyen, kışkırtan ve köpürten kaynaklar ne? Kültürel, siyasal ve ekonomik olarak farklı bağlamlar açısından neler söyleyebilirsiniz? Göçmenler neden tehdit olarak algılanıyor?

Belirsizlik, güvencesizlik bu tehdidi körüklüyor, daha da arttırıyor. Güvencesizlik, endişe hali kişilerin korku içinde olması göçmenleri tehdit olarak algılanmasına bir tür meşru zemin kazandırıyor. Özellikle kırılgan gruplar açısından. En dezavantajlı koşullarda çalışanlar için göçmen mülteci emeği zaten sınırlı olan işlere erişim açısından rekabete yol açıyor. Ancak bunun aksi durumlarda var göçmenlerin aslında hiçbir şekilde tehdit yaratmadğı kişilerde de göçmen karşıtlığına rastlayabiliyoruz yukarıda da vurguladığım farklı tehdit algıları sebebi ile…

Bu noktada bizim “ötekileştirme” alanında yaptığımız ilk araştırmanın aslında Türkiye’de var olan farklı gruplara, azınlıklara olan durumu anlamak üzereydi. Araştırma sonucunda kişilerin kendilerine en uzak gördükleri gruptan kişilere yönelik sosyal mesafe; ahlaki üstünlük ve hakların verilmemesini içeren siyasal hoşgörüsüzlük başlıkları ile ötekileştirdikleri ve bu durumun maalesef çok yaygın olduğunu bulmuştuk. Daha sonra kutuplaşma çalışması ile de bu durumu parti taraftarları arasındaki halini yansıtmıştık. Özetle demek istediğim; zaten var olan farklılıklarla beraber eşit yaşamaya dair sorunlar açısından Türkiye çok başarılı bir sınavı vermemişti, vermiyordu. Bu bağlamda da kendini “göç alan” bir üke olarak konumlandırmamış olan Türkiye, Suriye’den gelen göçle dünyada en çok mülteciyi barındıran ülke oldu. Bu önemli bir durum, bu durumun sağlıklı bir değerlendirilmesi tüm boyutları ile olgular ışığında yapılmalı. Ancak soru ve konumuz çerçevesinde belirtmek istediğim zaten ötekileştirmenin yaygın olarak gözlemlenebildiği toplumda bu kez Suriyeliler ortak “öteki” oldu. Maalesef nefret söylemi günlük sokakta duyduğumuz cümlelerden medyaya oldukça rahat bir biçimde ifade edilebilir oldu.

Ayrıca, pandemi döneminde infodemi, yanlış haber salgını üzerine çalıştık.  Kuşkusuz yanlış haber sadece pandemi dönemi ile sınırlı değil. Göçmenlere özellikle Suriyelilere ya da Afganlara dair haberlerde de medyada oldukça sık rastladığımız bir durum bu. Ayrıca tüm süreçlere dair, örneğin haklar ve destekler konusunda yeterli ve doğru bilgilendirmenin olmaması önemli bir sorun. Bir çok çalışmamızda Suriyelilerin sahip olduğu haklarla ve onlara verilen desteklerle ilgili olarak “doğru bilinen yanlışları” duyduk, dinledik.

Ayrıca yine yaptığımız birçok odak çalışması ve mülakatta, ele aldığımız konu farklı bile olsa, Türkiye’de var olan birçok sorunun sorumlusu nedeni olarak göçmenler gösterildi. Aslında göçmenlerin bu şekilde bir “günah keçisi” olarak gösterilmesi oldukça sorunlu. Bu yaklaşımlar, var olan problemin nedenini ele almayı ve sorunlara çözümler geliştirmenin de önüne geçiyor.  

Türkiye’deki göçmenleri yeri geldiğinde ülkelerine göndermekle tehdit eden, göçmenleri uluslararası fonların temini ve Avrupa’nın göçmen karşıtı siyasal iklim karşısında koz olarak kullanan bir “göçmen politikası” ile nereye gidebiliriz? Türkiye’nin bir göçmen ülkesi olduğunun kabulü ve şeffaf ve gerçek bir göç politikası için neler yapılabilir? Daha doğrusu böyle bir politikanın temel eksenleri neler olmalı?

Öncelikle yukarıda da çok kısa belirtmeye çalıştığım gibi Türkiye kendini göç alan değil göç veren ülke olarak görüyor, bu kamuda da kamuoyunda da böyleydi, tabii ki bu süreçte değişiyor, dönüşüyor. Ancak bu konuda Türkiye’de çok boyutlu bir değişime ihtiyaç var.

Türkiye’den Almanya’ya göçün 60. Yılı bu yıl ve farklı etkinliklerle ele alınıyor. Aslında Almanya’ya Türkiye’den giden göçmenlerin ve onların ailelerinin yaşadıkları, süreçte geliştirilen, eleştirilen ve dönüştürülen politikaları öğrenmek, tartışmak ve düşünmek bile çok faydalı olabilir. Konuya karşılaştırmalı olarak bakmak yararlı olabilir. Örneğin Almanya’ya Türkiye’den gitmiş ailenin çocuğunun okullarda yaşadığı sorunları ve kapsayıcı eğitimin önemini tartışırken, Türkiye’de okulların kapsayıcılığını, geçici koruma statüsüne sahip çocukların durumunu ele almak; insan hakları, mülteci hakları, çocuk hakları perspektifinden bakmayı kolaylaştırabilir. Hem deneyim iyi örnekler açısından bu çok önemli. Ama burada asıl vurgulamak istediğim birçok toplantıda göstermeye çalıştığımız bakış açısındaki yanlılığı, çifte standardı ortaya koymaya faydası olabilir.

Maalesef Akdeniz’de Ege Denizi’nde şahit olduklarımız insanlığın, dünyanın bu konuda çok kötü bir sınav verdiğini gösteriyor. Haklar, insan hakları açısından tanımlanmış olan birçok nokta yok sayıldı. Çocuk hakları açısından da hep vurguladığımız; çocuğun çocuk olmaktan kaynaklanan evrensel hakları, kimin çocuğu ya da hangi ülke vatandaşı olduğu sorusundan bağımsız olarak evrensel çocuk hakları çerçevesinde devletlerin taahhüt ettiği haklar açısından konunun ele alınmadığını görüyoruz. ABD’de Trump döneminde uygulanan politikalar ve göçmen karşıtı dilin yaygınlığı, dünyada da bu dilin bu bakış açısının meşru görülebilmesine katkı sundu. Keza maalesef AB’nin Türkiye ile 2015’te yaptığı mutabakatın da benzer bir etkisi oldu.

Bu bağlamda hak temelli bir yaklaşımın, hem Türkiye hem de dünyada göçmenlere yönelik politikaların temel eksenini oluşturması gerektiğini düşünüyorum. Bu tür bir yaklaşımın ve bu yaklaşımla uyumlu politikaların uygulanabilmesi için de göçmen karşıtlığını azaltma yönünde elbirliği ile çaba sarfetmemiz gerekiyor. Biliyoruz ki yasalar, düzenlemeler çok önemli. Ancak sahada bu tür düzenlemelerin erişilebilir olması, herkes için yapabilirliklere dönmesi topyekün bir farkındalık ve algı değişikliği ile mümkün. Hep dediğimiz gibi kendi çocuklarımız için hayal ettiklerimizi, “öteki”nin çocuğu için de istediğimizde öncelikler de kullanılan dil de değişecek…

Sığınmacı ve göçmenlerle ilgili nefret söylemlerinin önüne geçmek ve göç ve entegrasyon politikalarını konuşabilir hale gelmek için muhalefete çok önemli roller düşüyor. Ancak ne yazık ki, en son “sınır namustur” afişi ile gördüğümüz üzere CHP içerisinde de bu konuda farklı bir politika ve tavır geliştirilemiyor. Bu bir hayli umutsuzluk verici. Muhalefet alanında, özellikle göçmenler ve mültecilerle ilgili çalışmalar yapan merkezler, STK’lar ve genel olarak akademi ile siyasetin ilişkisi nasıl kurulmalı?

Bizim Türkiye’de parti taraftarları arasında var olan duygusal kutuplaşmaya baktığımız çalışmalarda maalesef bir çok konuda ayrışan farklı parti taraftarlarının, geçici koruma statüsündeki Suriyelilere dair tutumda benzer bir karşıtlığa sahip olduklarını gördük. Aslında farklı parti taraftaraları birçok konuda ayrışırken, endişeler de ortaklaşıyorlardı. Başta bahsettiğim o belirsizlik, korku güvencesizlik hali ortaktı. Kuşkuculuk ve Suriyelilere dair negatif tutum da… Bu kanımca üzerine düşünmemiz gereken bir durum: Endişede ve karşıtlıkta ortaklaşmak. Bu noktada, Türkiye’de farklı bir dilin kurulması ve belirttiğim hak temelli bir yaklaşımın herkes için sağlanmasının çok önemli diye düşünüyorum. Bizim çalışmamızda en uzak hissedilen parti taraftarlarına dahi ahlaki üstünlük, sosyal mesafe ve siyasal hoşgörüsüzlük çok yüksekti.

Dünyada ve Türkiye’de popülizm dalgası aslında göçmen karşıtlığını oldukça besleyen bir dilin oluşmasına katkı sundu. Biz ve onlar ayrımı populist siyasetin fazla kullandığı bir araç ve bu noktada maalesef insan hakları, mülteci hakları ya da çocuk haklarının savunusu yerine göçmen karşıtlığı tercih edildi. Bu açıdan siyasetçilerin çok dikkatli olması gerektiği kanısındayım. Açıkçası benim için siyasetçilerin hem bireysel hem de parti düzeyinde şu temel soruyu sormaları gerekiyor. Niye siyaset yapıyorlar? Kendi değerleri? Savunuları nedir? Bu açıdan eğer insan haklarını merkeze anlayan bir anlayışı temsil ediyorlarsa, haklara erişimin olduğu daha adil daha eşit daha hakkaniyetli bir dünya için siyaset yapıyorlarsa göçmen karşıtlığına yol açabilecek ifadelerden, açıklamalardan, faaliyetlerden uzak durmak zorundalar. Aksine eğer bu değerleri savunuyorlarsa temas başta olmak üzere göçmen karşıtlığını azaltacak farklılıklarla beraber daha iyi bir toplumsal yaşamın insani çalışma koşullarının sağlanması yönünde çaba harcamalılar.  Benim için “Sınır namustur”” afişi açıkçası tüm aktarmaya vurgulamaya çalıştığım noktalarla çelişiyor. İki kelime ama öyle yüklü iki kelime ki… Eğer anlamı bilinmiyor ise yani  Türkiye’de “namus” kelimesinin ne anlama geldiği, taşıdığı ağır yük bilinmeden siyaset yapılıyor ise bu çok endişe verici.. Ve eğer anlamı biliniyor ve tercih ediliyorsa bu zaten yukarıda altını çizmeye çalıştığım tüm değerlerle çelişiyor.