Sevgi Uçan Çubukçu – Bir İktidar İlişkisi Olarak Kadına Yönelik Şiddet: Erkeklik Krizi

Türkiye’de kadına yönelik şiddet, toplumda farkındalığın artışıyla mı daha çok görülür olmaya ve kayda girmeye başladı? Yoksa tarih bilgimizin bize anlattığı gibi, artan genel şiddetin; toplumsal, siyasal ve ekonomik krizlerin refleks kurbanları, yine kadınlar ve tabii çocuklar olduğu için mi bu artış? Üstelik ulusal ve uluslararası önleyici mekanizmalar, kamusal düzenlemeler, öznesini kadınların oluşturduğu sivil toplum örgütlerinin mücadeleleri ve kadına yönelik şiddete karşı politikaları merkezine aldığı iddiasında olan devlet söyleminin hakim olduğu bir dönemde!

Toplumsal cinsiyet rolleri ve kimliklerinin çeşitlendiği, çoğaldığı ve toplumsal alanda görünürlüklerinin ve etkilerinin arttığı bir tarihsel kesitte, kadına yönelen erkek şiddetinin yoğunluğu ve yaygınlığı ne anlama geliyor? Yeni bir ‘had bildirme’, yeni bir ‘pazarlık’ olarak mı okumalıyız bunu? Kadına yönelik şiddet üzerine ve bu sorular üzerine düşünürken, bundan beş-altı yıl öncesine göre farklılaşan içeriğini,  bağlamını da düşünmemek imkansız elbette. İstatistikler; en yerleşik kurum ve mekanizmaların çöktüğü/çökertildiği,  işleyişlerinin kesintiye uğradığı bir tarihsel bağlamda, kadına yönelik şiddetin her türünde -özellikle de en temel insan hakkı olan yaşama hakkına yönelik şiddetin- arttığını gözler önüne seriyor.

Kadına yönelik şiddetin artışı

Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun 2017 yılı Eylül ayı Raporu’na göre; 2017’nin ilk dokuz ayında Türkiye’de erkekler, 211 kadın ve kız çocuğunu öldürdü, 64 kadına tecavüz etti, 190 kadını taciz etti, 258 kız çocuğuna cinsel istismarda bulundu, 306 kadına şiddet uyguladı.  Eylül ayında kadın cinayetlerinin en çok yaşandığı iller olarak; İstanbul’da 5, Muş’ta 4, İzmir ve Samsun’da 3 kadın öldürüldü; 4 kadın, kıyafeti bahane edilerek saldırıya uğradı[1].  

Yaşadığımız yüzyıl, iki dünya savaşı, soykırımlar, devrimler, devrimlere karşı ayaklanmalar, kolonyal rejimler, eşitlik ve özgürlük savaşları gibi pek çok makro ve mikro nitelikli toplumsal ve siyasal olaylar ile şiddetin, toplu kıyımların ve yıkımların yaşandığı bir dönemdi. Ne yazık ki bu sürecin devam ediyor olduğuna tanıklık ediyoruz! Soğuk savaşın bitmesiyle, modernizmin bir yüzü olan sosyalist sistemlerde büyük altüst oluşlar yaşanırken, diğer yüzü olan kapitalizmde çok derin ekonomik, toplumsal, siyasal krizler ve daralmaların yıkıcı etkilerinin derinleştiği ve yaygınlaştığı bir süreci de yaşıyoruz aynı zamanda.

Büyük beklenti ve vaat ise, topyekun daha demokratik, daha eşitlikçi, daha barışçı bir döneme geçileceği iken; tam tersine, tarihte okuduğumuz türden kaba, vahşi yok edici, dışlayıcı, ezici şiddetin tırmanışa geçtiği bir sürece girildi. Oysaki şiddet olgusu özel yaşamın neredeyse doğal bir parçası gibi kabul edilirken, ulusal ya da uluslararası gündemin merkezine oturarak, makro politik bir sorun haline gelmişti.

Bu büyük fotoğraf içinde, hem 20. yüzyılın başlarında ortaya çıkan ilk dalga feminist mücadelenin, hem de 1970’lerden itibaren özgürlükçü bir boyutta gelişen ikinci dalga feminizmin ortaya koyduğu, anti-otoriter eşitlik mücadelesi ve hak taleplerinin hakkını teslim etmek gerekir. Zira kadın hareketi tarihin eşitlik ve hak temelli taleplerine bakıldığında, özel ya da kamusal yaşamın her alanında; ekonomik, sosyal, kültürel, politik anlamda; zora dayalı bir kontrol, denetim ilişkisine karşı alan açıldığını vurgulamak gerekir.

Kadına yönelik şiddet ve kadın hareketi

Yakın Ertürk’ün ifadesiyle “sınır tanımayan şiddet”[2]; cinsiyetçi ayrımcılığa dayalı şiddet ve onu yeniden üreten şiddetin, tarihsel olarak doğallaştırılmış halinden çıkarılarak; hem özel hem de kamusal alanda bir sorun olarak tespit edilmesi ve bunun yaşanan genel şiddet ortamıyla bağlarının kurulmasına rağmen; mevcut yapısal eşitsizliklerin yaygınlaşması ve derinleşmesiyle daha da artıyor. Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Ulusal Eylem Planı’na (2016-2019) ilişkin Kadın Sığınakları ve Danışma/Dayanışma Merkezleri Kurultayı’nın Görüş ve Değerlendirmeleri’ne göre; “Kadına yönelik erkek şiddetinin ve şiddetin failinin erkek olduğunun görmezden gelinmesi, reddedilmesi veya muğlaklaştırılması, kadın örgütlerinin kadına yönelik şiddetle mücadelesini ve deneyimlerini görünmez kılmaktadır.” Kadına yönelik erkek şiddetinin, genel toplumsal şiddet içinde görünmezliğine dikkati çeken Kurultay’da, devletin bu konudaki sorumluluğu hatırlatılmaktadır: Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Ulusal Eylem Planı’nda kadınların cinsiyetlerinden dolayı erkek şiddetine maruz kaldıkları ifade edilmekte ve kadına yönelik şiddetle mücadele alanında bu perspektife sahip olan kadın örgütlerinin yürüttüğü çalışmaların esas alınması önemli görülmektedir.”[3]   

Peki, bu ne anlama geliyor? Kadına yönelik şiddet, farklı biçimlerde, çok katmanlı iktidar ilişkileriyle iç içe geçen, niteliksel ilişkileri olan bir mekanizmadır. Bu bağlamda cinsiyetler arası eşitsizliğe dayalı her türlü kurgu, toplumsal ve siyasal sözleşme, politika ve pratik, kadına yönelik şiddeti üreten bir içeriğe sahiptir. Tam da bu nedenle, ulusal ya da uluslararası bağlamdaki bağımsız kadın hareketlerinin -yani feminizmin- ya da kadınların eşit hak mücadelelerinin deneyimlerine, gelişim seyrine baktığımızda, kadınlara yönelik şiddetle mücadelenin sayısız örneğiyle dolu olduğunu görürüz.

Bu durum dünyada olduğu gibi, Türkiye örneğinde de benzerdir. Kadınların geçtiğimiz yüzyıldaki eşitlik taleplerine bakıldığında;  eğitim, mülkiyet, istihdam, sağlık ya da medeni haklar gibi kamusal alana ilişkin haklar silsilesinin dışında bırakılmış ve kontrol altına alınmış kadınların, bu hakları ifade etmek; yasalara, mekanizmalara geçirmek ve kullanabilmek çerçevesinde oldukları görülmektedir. Kimi toplumsal, siyasal kültür ve coğrafyalarda, önceleri münferit, daha modern zamanlarda ise bir toplumsal grup olma bilinciyle; eşitlik mücadelesi adım adım gelişti: Kadın-erkek eşitliği, -daha sonra ‘cinsiyetlerarası eşitlik’ ifadesi kullanıldı- toplumsal ve siyasal sözleşmelerin temel ilkesi haline geldi. Kuşkusuz tarihsel-politik alan; dışlama, yok edilme, bedene, kimliğe, emeğe, geleceğe el koyma gibi şiddet türlerinin ötesinde, doğrudan yaşam hakkını ortadan kaldırmak gibi yok edici-kaba şiddet türlerini de içermekteydi.

Pandora’nın kutusu açıldı

Kadınları kamusal alandan dışlayan ve yok sayan bu sistemik şiddete ilişkin ataerkil iktidarların söylem ve pratiğinin örttüğü, karanlıkta bıraktığı, doğallaştırdığı bir diğer gerçek ise, özel alanda yaşanan şiddet idi. Cinsiyetlerarası ilişki, fiziksel, ekonomik, kültürel ve politik her türden kontrole, zora dayalı tahakküm ilişkisinin doğallaştırılarak yaşandığı bir alandır. Kadınlar, bir kere daha eşit haklar söylemiyle bu ilişkinin adını koyarak; doğal olmayan, kurulan bir iktidar, sömürü ve tahakküm ilişkisi olarak cinsiyetlerarası ilişkiyi deşifre etmeye başladılar. Kadına yönelik erkek şiddeti (toplumsal cinsiyet temelli şiddet), Türkiye’de ya da başka ülkelerde, ikinci dalga feminizmin fitilini ateşleyen gündem olmuştur. İkinci dalga feminizm, kültürel, siyasi, ekonomik her türlü, doğrudan ya da dolaylı zora  (bazen bu ilişki “rıza” olarak üretilebilmektedir!) dayalı bir yaptırım ilişkisi üzerinden kurulan cinsiyetler hiyerarşisine bir büyük itiraz olarak başladı ve pek çok kazanım sağladı.  Örneğin Türkiye’de 1980’lerde CEDAW Sözleşmesi çerçevesindeki talepler, protestolar, Dayağa Karşı Kampanya, Mor İğne Kampanyası,  Aileyi Koruma Kanunu, Yeni Medeni Kanun, Ceza Kanunu’nun değişmesi, Mor Çatı, Ka-Mer, SHÇEK’ler, Belediyelerin misafirhaneleri,  vb… kurumsallaşmalara kadar giden kazanımlar, hep şiddetle mücadele bağlamında ortaya çıkmış platform, kurum ve eylemliliklerin ürünü olmuştur[4]

Böylelikle, cinsiyetlerarası eşitsizlik ve hiyerarşik siyasal, toplumsal, kültürel ve ekonomik ilişkilere karşı kadınlar; evde ve dışarıda -özel alan-kamusal alan- iktidar ilişkilerinin normalleştirdiği, doğallaştırdığı bütün mekanizmaların meşruluklarını yitirmesine yol açtı. Kadına yönelik şiddetin farklı türleri, veçheleri ve alanları deşifre edilerek, esasen güç ve iktidar ilişki ve söylemindeki egemenliğe de sarsıcı etkilerde bulundu ve bir paradigma değişikliğine yol açtı: Üniversitelerde kadın ve toplumsal cinsiyet araştırmalarının yaygınlaşması, kurumsallaşması; devlet ve kamu politikalarının, yeterli ya da değil, bu konuyu merkezine alarak düzenlemeler yapmak zorunda kalması; resmi ya da resmi olmayan hemen bütün kurumların, medyanın, sermaye gruplarının cinsiyet ayrımcılığını ve kadına yönelik şiddeti önleyici tedbirler içeren faaliyetlerde bulunması[5]; konuyla ilgili istatistiklerin, verilerin ortaya konarak raporların hazırlanması gibi… Oldukça kısa bir dönemde önemli kurumsal ve toplumsal değişimlere yol açan bu kazanımlar,  bugün bizlere çok doğalmış gibi gelebilmekte. Oysaki sadece 25-30 yıl öncesinde bunları dile getirmenin bile cezalandırma, dışlanma, baskı altına alınma nedeni sayıldığı gözden kaçırılmamalı.

Erkeklik Krizi

Her şeyin gökten zembille indiği veya iktidarı elinde tutanların ‘biz yaptık’ söylemiyle ortaya koyduğu ve kendi yaklaşımlarıyla anlamlandırdığı, kullandığı bu kazanımların tarihsel bağlamını ortaya koymak; verilmiş olan ve verilmekte olan feminist mücadelenin hakkını teslim etmek gerekir. Zira artık, genel şiddetin ve cinsiyetçi ayrımcılığa dayanan, kadına yönelik erkek şiddetinin adı kayda girdi ve bunun bir kader olmadığı anlaşıldı bütün kadınlar için.  Yaşadığımız yüzyılda kadınlar, genel şiddetle beraber kadına yönelik özel şiddeti tanımlayıp, itiraz ederek; şiddetin algılanmayan, üzeri örtülen ve mistifike edilen boyutlarını ortaya koydu. Kadına yönelik şiddete ilişkin yapacağımız paradoksal okuma, tam burada ortaya çıkıyor:  Ataerkil siyasal rejimlerin kendi aralarında da savaştığı bu tarihsel kesitte; hiyerarşik yapı, mekanizma, kod ve ilişkiler de çözülüyor. Kimi yazarların “erkeklik azalması” ya da “erkeklik kaybı”, kimi yazarların ise “erkeklik krizi” olarak ifade ettiği bu kriz aynı zamanda, özerkleşen birey ya da gruplara,  eşitlik talebiyle ilgili hak arama alanı da açıyor. Ve tabii kadınlar açısından da, ulusal ve uluslararası sistem içinde, iktidar ve onun temsillerinin dışında eşit hak arayışının temelini de oluşturuyor. Bu bağlamda kadına yönelik şiddet; bütün iktidar ve güç temsillerinin baskı, kontrol ve tahakküm için kullanmaya çalıştığı bir alan ve araç niteliği taşıyor. Bu nedenle, kadınların eşitlik mücadelesinin tarihi, bize, kadınlara yönelik erkek şiddeti ile kadınların insan hakları arasındaki bu ilişkinin çok katmanlı ve karmaşık ilişkiler bütününe karşı duran bir mücadele alanı ve serüveni olduğunu gösterir.

[1] https://kadincinayetlerinidurduracagiz.net/kategori/veriler

[2] Yakın Ertürk(2015), Sınır Tanımayan Şiddet: Paradigma, Politika Ve Pratikteki Yönleriyle Kadına Yönelik Şiddet Olgusu, İstanbul: Metis Yayınları.

[3] https://www.morcati.org.tr/tr/…/349-kadina-yonelik-siddetle-mucadele-ulusal-eylem-pla

[4] Sevgi Uçan Çubukçu(2004),“1980 Sonrası Türkiye’de Kadın Hareketi: Ataerkilliğe Karşı Meydan Okuma”, Der: Fatmagül Berktay, Türkiye’de ve Avrupa Birliği’nde Kadının Konumu: Kazanımlar, Sorunlar, Umutlar, Ka-Der Yayınları, İstanbul

[5] http://www.doganholding.com.tr/kurumsal-sorumluluk/aile-ici-siddete-son.aspx

*Sevgi UÇAN ÇUBUKÇU
Doç. Dr., Emekli Öğretim Üyesi
sevgiucan@gmail.com

Bir cevap yazın