Sera Kadıgil – Sanatın Dibine Kibrit Suyu

Siyaset bilimci Dr. Lawrence Britt, 20. yüzyıldaki tipik faşist rejimleri (Hitler’in Almanya’sı, Franco’nun İspanya’sı, Mussolini’nin İtalya’sı, Pinochet’nin Şili’si gibi) inceleyerek faşizmin 14 karakteristik özelliğini tespit etmiş[1]. Bu karakteristik özellikler sıralanırken “Güçlü ve sürekli milliyetçilik” “İnsan haklarının aşağılanması ve hor görülmesi” “Kitle iletişim araçlarının kontrol altına alınması” diye uzayıp giden listeye 11. sıradan giren başlık ise şöyle:

“Aydınların ve sanatın küçümsenmesi: Faşist uluslar, yüksek öğrenim ve akademiye karşı açık bir düşmanlığı körükler ve teşvik eder. Profesörlerin ve diğer akademisyenlerin sansüre uğraması, hatta tutuklanması yaygındır. Sanatta ifade özgürlüğü açıkça saldırı altındadır  ve hükümetler genellikle sanata bütçe ayırmayı reddeder.”

Her ne kadar içinde yaşadığımız rejimi “faşizm” şeklinde tanımlamak dahi günümüzde gözaltına alınmaya yahut hapse tıkılmaya yeterli bir “suç” olarak görülse de, içinde yaşadığımız bu günlerde sanatın getirildiği durumu ve bu listenin en azından 11. sırasında sayılan “sanatın küçümsenmesi kriterini incelemek suçu” bildiğim kadarı ile henüz ihdas edilmiş değil.

O halde Britt’e göre faşist rejimlerin karakteristik özelliklerinden olan “Sanatta ifade özgürlüğünün açıkça saldırı altında olması” ve “Hükümetlerin sanata bütçe ayırmayı reddetmesi” hususlarını ülke gerçekleri ile birlikte değerlendirip yaşadığımız günleri sanat adına ne şekilde tanımlayacakları kararını okuyucuya bırakmak yerinde ve güvenli bir tercih olacak.

TÜRKİYE’de ÇEŞİTLİ SANAT DALLARININ GÜNCEL DURUMU

Türkiye’de sanat, aşağıda sayılı alanlardan ibaret değil elbette. Ancak benim işim bu aşağıdaki alanlar olduğundan ve diğer disiplinlere dair fikir oluşturacak kadar bilgim olmakla beraber okuyucuyu bir makale çerçevesinde yetkinlikle bilgilendirecek kadar donanımlı olmadığımdan, bildiğim ve bizzat çalıştığım örnekler üzerinden ilerlemekte fayda görüyorum.

1-Ödenekli tiyatrolar

Sanata ve sanatçıya yönelik baskıların en yoğun hissedildiği alanların başında ödenekli tiyatro kurumları geliyor. Örneğin Devlet Tiyatroları’nın önceki genel müdürleri kurumun geleneklerini bir parça korumaya her niyetlendiklerinde değişip durdukları için sonunda Kültür Bakanlığı –“sanatta istikrar” için- çareyi, ilgili kurumun başına daha önce kurumla hiçbir alakası bulunmayan birini atamakta buldu. Şu anda Devlet Tiyatroları nihayet bir yönetim istikrarına(!) kavuşmuş durumda. Kadrolu olması gerekirken düşük ücretle “sözleşmeli” çalıştırılan sanatçıları, hiçbir gerekçe gösterilmeden gösterimden kalkan oyunları, -hepsinden öte- oynayacak sahne bulamayanları ve muhalif sanatçılara karşı ardı ardına açılan soruşturmaları göz ardı edersek esasında her şey yolunda. Koskoca kurumun atanmış yöneticileri gidişattan şikayet etmezken, bize de şikayet etmek düşmez sanıyorum.

Diyor ya “şair”; “Ne güzel yönetilirdi Maarif, ah şu okullar olmasaydı” diye; inşallah son muhalif sanatçı atıldığında, son kadrolu sanatçı emekli olduğunda, son oyun perde kapattığında ve elde kalan son sahneler de nihayet AVM olduğunda,  Devlet Tiyatroları yöneticilerimiz de rahat bir nefes alıp, huzur içinde görevlerini yapabilecekler.

“Şehir Tiyatroları”nda da durum farklı değil. Mevcut yöneticilerimizin hazzetmediği oyunlar repertuarlardan Türk bürokrasisinde hasret kaldığımız bir hızla temizlenirken hasbelkader sanat emekçilerinin emekleri ile var edilen işlere ise sergilenme sırası, ayda yılda bir, ya geliyor ya gelmiyor. Hazırlığı aylarca süren, binlerce liralık masrafa mal olan oyunlar, bir oyuncunun “muhalif beyanları” nedeni ile memuriyetten ihraç edilmesi sonucu, acımadan çöpe atılıyor. “Çöpe atılan” tek şey oyunlar da değil elbette; oyuncular, yönetmenler, müzisyenler hatta teknik personel… Kendi sanatçısını yetiştirememekten ve bunun nedenlerini bir türlü idrak edememekten muzdarip iktidar sahipleri, devşiremediği sanatçıyı kurumdan atmak yönünde ürettiği dahiyane çözümleri ile “Eski Türkiye”nin en prestijli kurumlarını alenen çölleştiriyor.  Hatta öyle ki, bazen hızlarını alamayıp hali hazırda emekli olmuş bir oyuncu hakkında dahi soruşturma açarak “memuriyetten ihracına” karar verebiliyor.

Üstelik 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun “memurun siyaset yasağı” başlıklı 6. maddesine sırtını dayayarak siyasi görüşünü beğenmediğini kapının önüne koyan ödenekli tiyatrolarımızın kıymetli yöneticileri, pek sevdikleri bu maddenin gerek Anayasa Mahkemesi gerekse Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin onlarca kararı neticesinde “yok hükmünde” olduğunu gayet iyi biliyorlar. Buna rağmen, muhalif sanatçılara yönelik kıyım sürüyor; çünkü herkes çok iyi biliyor ki, böyle saçma bir disiplin kararı ile ihraç edilmenizin ardından hak aramak üzere gideceğiniz İdare Mahkemesi ve Danıştay gibi yargı mercilerinin en üst düzey yöneticileri, nasıl olsa çay toplamakla ziyadesiyle meşguller. Neticede, olan yine sanat emekçisine ve izleyicisine, bunun da ötesinde “Türk Tiyatrosu”na oluyor.

2- Bağımsız ve özel tiyatrolar

Ödenekli kurumlar, yukarıda anlattığımız biçimde şekillendirilirken ve bu şekillendirme neticesinde adım adım yok edilirken özel tiyatrolarda da durum çok parlak değil. Yıllar boyu Kültür Bakanlığı’ndan aldığı destek ile oyun koyan, bu oyunlarla onlarca prestijli uluslararası ödül almış bir tiyatronun o yılki destek talebi, açıkça dile getirilmese de, “Gezi’ye destek olma” ya da “mevcut hükümeti sevmeme” yönündeki affedilmez bir takım günahlardan ötürü anında kesilebiliyor. Mahkemeye gittiğinizde alacağınız cevap ise “Devletimiz böyle uygun görmüş”ten ibaret oluyor.

Ödenekli kurumların baskısına maruz kalmadan sanat üretmek uğruna kah tuvalet temizleyen, kah gişede bilet satan, mecburiyetten tiyatro sahibi olmuş sanatçı arkadaşlarımız ise direniyorlar… Sanat kurumu olarak değil “eğlence yeri” olarak muamele görseler de, dünyanın hiçbir yerinde olmayan fahiş vergilerle bilet satabilmek için kendi emeklerinin karşılığından kıstıkça kısmak zorunda kalsalar da bir şekilde üretmeye devam ediyorlar. Şu anda Türk Tiyatrosu iş üretmeye devam edebiliyorsa, işte bu insanlar ve ödenekli kurumlarda koltuklarını korumak için değil, kurumlarının prestijini korumak uğruna neredeyse kendini feda eden gerçek sanatçılar sayesinde ediyor.

3- Sinema ve televizyon

Sahnelerin genel izleyiciye görünmeyen perdelerinin arkasında bunlar yaşanırken Sinema ve Televizyon sektörümüz, -Doğu Perinçek’in yargımıza yönelik muazzam gözlemlerine nazire yaparcasına- “altın çağını” yaşıyor. Kuşkusuz ki oyuncuysanız, bu altın çağ çerçevesinde yer edinmeniz için ya bir saray iftarı davetine icabet etmeniz ya da bir takım mitinglerde görüntü vermeniz; en azından “susup oturmanız” gerekiyor.

Ülkenin gidişatına dair endişeleriniz mi var? Üzgünüm; bunu ancak kendinize saklamanız gerekiyor, çünkü malum anlayış uyarınca “sanatçıların sanatına bakması, bilmediği işlere burnunu sokmaması” gerekiyor. Bunu ben demiyorum; sektörde dolaşan “fısıltı gazetesi” ve özellikle son dönemde ekran ve perde oyuncularına imzalatılan sözleşmeler diyor. Sinema ve televizyon sektörüne resmen “politika yapıp işe taş koyma, lağım medyası lincine maruz kalıp bizi de işten etme, yoksa seni kovarız, üstüne de milyon milyon tazminat alırız” anlayışı yerleşmiş durumda. Yapımcılar kanallardan, kanallar reklam verenlerden ve iktidardan gelen baskılarla sıkıştıkça sıkışıyor; ancak çoğunluk “Ne oluyor, böyle iş olmaz!” diyip hem kendinin hem yaptığı işin onurunu korumak yerine  “ekmeğine” bakıyor.

Günde yirmi saat çalışıyormuşsunuz; sosyal güvence hakkınız, açık kanun hükmüne rağmen, çiğneniyormuş; SGK, yapması gereken denetimleri yapmayıp bu duruma göz yumuyormuş; çocuk oyuncular setlerde perişan ediliyormuş; inanın, hiç mühim değil. Mühim olan, 200 dakikalık süreler ile dünya rekorunu kıran Türk dizi sektörünün, bu gidişle toptan yok olmaktan bir adım öncesinde salgıladığı son adrenalinle, devam edebildiği yere kadar gitmesi. Bu arada kesesini dolduran doldursun, üçüncü sınıf komediler ile yolunu bulan “sinemacılarımız” magazini beslesin, eş dost meclisinde sorsan en büyük muhalif olan sanatçı dostlarımız ülke gündemine dair tek söz etmesin, artık bizim için yeterli. Biri bir şey derse tek cevapla kurtulabilirsiniz; “Ama tüm dünyaya ihracat yapıyoruz” veya “Benim her kesimden izleyicim var, kimsenin kalbini kırmak istemem”. Sizin de aklınızda olsun; sıkışırsanız tepe tepe kullanırsınız. Neticede, bu piyasada “sinema sanat değil ticarettir” diyorsanız varsınız artık.

4-Dans, opera, bale

Devlet Opera Balesi gibi çok kıymetli bir değere sahip olan, dünya çapında koreograf ve dansçılar yetiştirdiğimiz günler çok değil daha on yıl kadar öncedeyken; bugün opera, bale veya dans alanında elimizde kalan koca bir hiç artık… Konservatuarların bu bölümlerini tercih etmek isteyen hevesli gençlere ustaların sorduğu tek soru ne acı ki: “Ailen zengin mi?” oluyor genellikle… Çünkü bu alanda yetişmeniz halinde, ülkede mesleğinizi icra edebileceğiniz hiçbir kurum ve kuruluş neredeyse kalmamış durumda. Mahiyeti gereği son derece pahalı olan bu yapımlara özel sektör adına girişmek ancak “sanatsal”dan ziyade ticari kaygılarla hareket etmek durumunda olan birkaç kurumun tekelinde.

Devlet Opera ve Balesi ise, kağıt üstünde açık olsa da -bilinçli şekilde çürümeye terk edilen- AKM ve kapatılan nice nitelikli salon üst üste konduğunda, bu alandaki üretimlerini sergileyebileceğiniz tek yer, artık ya Kadıköy’deki Süreyya Operası ya da biraz genişse evinizin salonu. Kapatılan sanat alanlarının yerine yenisini yapmayı -değil aklından geçiren- yalandan da olsa “vadeden” bir iktidar sahibini bulmak ise ne yazık ki bu aşamada mümkün görünmüyor.

Girişte bahsettiğim üzere faşizmin karakteristik özellikleri arasında “Sanatta ifade özgürlüğünün açıkça saldırı altında olması ve hükümetlerin sanata bütçe ayırmayı reddetmesi” kriterleri sayılıyor.

Türkiye’de sanatın bazı disiplinlerinin içine sürüklendiği tabloyu ise bizzat avukatlığını üstlendiğim dosyalardan hareketle özetlemeye çalıştım.

Türkiye’de faşizm var mı yok mu ben bilmem; o kadarını, elbette büyüklerimiz bilir. Ancak bazılarının dilinden düşürmediği “milletimiz”in hayat damarlarından birinin gün be gün, alenen, göstere göstere kopartıldığını ve bunca rezilliğin ceremesini gelecek nesillerin acı acı çekeceğini adım gibi biliyorum… Tıpkı sanatın ve gerçek sanatçıların her dönemde, her baskıya karşı yine de ayakta kalacaklarını ve sanatı sindirmeye çalışanlar tarih sahnesinden birer birer silinirken o dönemlere direnen sanatçıların sonsuza dek yaşayacağını bildiğim gibi.

 *Av. S. Sera KADIGİL
Telif Hakları ve Kültür-Sanat Hukuku Uzmanı
CHP PM Üyesi

[1] https://bianet.org/bianet/toplum/95463-ozde-fasizmin-14-temel-ozelligi

Bir cevap yazın