Türkiye gibi uzun bir dönem dışa kapalı olan bir toplumda bilim yapmaya çalışan sosyal bilimciler için, özgün araştırma yapmak da Batı’daki sosyal bilim birikimine ulaşmak da kolay olmamıştır. Sosyal bilimciler, değişen siyasal koşullara bağlı olarak, diğer ülkelerdeki birikimden kısmen yararlanarak, bilgi üretmeye çalışmışlardır. Özgün bilgi eksikliğinin önemli nedenleri, Türkiye’deki araştırmacıların siyasal baskılardan ve yerleşik tabulardan etkilenmesi ve özgürce araştırma yapma olanağına sahip olmamaları olabilir. Yönetimler de karar almak için bilgiye ihtiyaç duymadıklarından olsa gerek, bürokrasiyi destekleyecek araştırmalar da fazla gelişmemiştir. Türkiye’deki sosyal bilim bilgi birikiminin niteliği sosyal bilimcilerin, ayrıca, kendi aralarında tartışmaları gereken önemli bir konudur.
Konumuzu göç araştırmalarıyla kısıtlayacak olursak, Türkiye’deki en önemli bilgi birikiminin iç göç ve kentleşme alanında olduğunu söyleyebiliriz. İç göç çalışmaları, daha çok modernleşme, tarımda kapitalistleşme gibi farklı toplumsal değişme teorilerini esas alan kalkınma iktisatçıları, kentleşme uzmanları ve demograflar tarafından yapılmıştır. Buna karşılık, “siyasal” olarak ”hassas” kabul edilen dış göç ve zorunlu göç konularında araştırma yapmak daha zor olmuştur. Geriye baktığımızda, bazı dönemler ve bazı gruplar için çok, bazı dönemler ve gruplar için hemen hiç araştırmanın olmadığını gözlemliyoruz. Bu bağlamda, “muhacirler”, “mübadiller” ve diğer “zulme uğramış dış Türkler” için milliyetçiliği ve resmi tarih görüşünü destekleyecek araştırmalara sıkça rastlıyoruz. Buna karşılık, ülkeyi terk etmek zorunda kalanlar ya da zorla yerleştirilen, Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, Kürtler, Aleviler, Çingeneler ya da askeri darbelerden sonra kaçmış politik mülteciler gibi “hassas” konularda pek fazla araştırmaya rastlamıyoruz (Erder:2018a).
1960 sonrasını Türkiye’nin hem dışarı açılmaya başladığı, hem de “gönüllü göçle” tanıştığı bir dönem olarak tanımlayabiliriz. Bu dönemden sonra, bir taraftan kır-kent göçü hızlanırken, diğer taraftan sınır kapıları Batı Avrupa’ya işçi göçüyle kendi yurttaşlara ve turizm politikasıyla da yabancılara açıldı. Bir bakıma 1960 sonrasında Türkiye insan hareketleri açısından göreli olarak özgürleşti. Bu sayede bu dönemde, hem kentleşme, hem de işçi göçü gibi konular güncel akademik yaklaşımlarla araştırılmaya başladı. Dış göç konusundaki bilgi birikimine, 1960 sonrasında Batı Avrupa’ya giden işçi göçünün yöneldiği ülkelerin desteklediği fonların ve projelerin önemli katkısı olduğu açıktır (Erder ve Yükseker: 2013) .
2000’ler ve Türkiye’de göç araştırmaları
2000’li yıllarda dünyada artan etkileşim, Türkiye’deki göç araştırmalarının niteliğini de kaçınılmaz olarak değiştirmiştir. Burada kısaca AB ile ilişkilerin artmasının iki ters yönlü etkisinden söz etmek istiyorum. Bunlardan birincisi, AB’ye üyelik yönünde gelişmelerin olduğu dönemlerde demokratikleşmeye yaptığı olumlu etkidir. Bu dönem kısa sürmüş olsa da yapılan düzenlemeler sayesinde bazı tabular kırılmış ve dolayısıyla bazı konular tartışılabilmiştir. Bu göreli özgür ortamda mübadele, Ermeni tehciri, Kürt, Alevi ve Çingeneler gibi yerleşik grupların zorla yerleştirilmeleri, köy boşaltmalar gibi konularda “resmi görüş” dışında bazı araştırmaların yapılabilmiş, ya da bu konuda Türkiye dışında yapılmış olan araştırmalardan haberdar olunmuştur.
AB’nin ikinci önemli, fakat olumsuz, etkisi ise, “düzensiz göçü” önlemek için geliştirdiği bölgesel politikalarla Türkiye’yi Avrupa kalesinin bekçisi konumuna getirmesi oldu. Daha önce de sözünü ettiğimiz gibi, Türkiye’nin turizmi arttırmak için getirdiği açık kapı politikası, ülkeye turistlerin yanı sıra komşu ülkelerde yaşayanların da giriş çıkış yapmalarına imkan verdi. Komşu ülkelerden gelenler burada kısa süre kalarak, küçük ölçekli ticaret yapmaya ya da çalışmaya başladılar. Mekik göçü ya da döngüsel göç diye tanımlanan bu göç türü, “Demir Perde” diye adlandırılan Sovyet Blokunun çözülmesinden sonra sayısal olarak gözle görünür bir büyüklüğe ulaştı. Aynı dönemde, Türkiye, İran, Afganistan, Orta Doğu’daki çatışmaların olduğu ülkelerden kaçarak Avrupa’ya geçmek isteyen yabancıların da transit geçiş yolu olmaya başladı. Diğer taraftan, sayıları hızla artan “düzensiz göçü” önlemek isteyen AB oluşturduğu Schengen ortak sınır politikasıyla bu geçişleri zorlaştırdı. Sonuçta, Türkiye, AB’nin kurduğu Avrupa Kalesi’nin bekçisi ve küresel insan kaçakçılığı ve insan ticaretinin bir halkası konumuna geldi. O tarihten bu yana Türkiye’ye gelen transit göçmenler AB ile ilişkilerin önemli bir sorunu ve pazarlık konularından biri haline geldi (Kale, Sanchez-Montijano ve Süm:2018) .
Sonuçta, Türkiye ve özellikle İstanbul, burada yaşamayı tasarlamayan, ülkelerindeki siyasal çalkantının sona ermesini ya da istedikleri ülkelere gidecekleri günü bekleyen yabancıların “bekleme odası” haline geldi. Türkiye’nin, özellikle İstanbul’un, öteden beri kaçan siyasilerin, -en ünlüsü Troçki- bekleme odası olageldiğini biliyoruz. Yakın dönemde İran İslam Devrim’inden kaçan sayılarının bir milyona yaklaştığı tahmin edilen farklı kökene sahip İranlı da buradan geçti. Bu İranlılardan bir kesimi BMMYK, bir kesimi kişisel ilişki ağları, bir kesimi insan kaçakçılarının aracılığıyla buradan ayrıldılar. Bu göçten sonra kaç kişinin “vatandaşlık” alarak burada kalabildiklerini bilmiyorum. Yine, 1989 yılında Bulgaristan’daki baskılardan kaçan Müslümanların bir kesiminin, keza Bosna Savaşı sırasında kaçan Boşnakların önemli bir kesiminin ortalık yatışınca kendi ülkelerine geri döndüklerini de biliyoruz. Bugüne kadar, buradan geçenlerin sayısını, kaçının geri döndüğünü, kaçının hangi yolla istedikleri ülkelere ulaşabildiklerini ve daha da önemlisi buradan hangi anılarla ayrıldıklarını maalesef bilmiyoruz.
Bekleme odasında yaşamak
Bütün bu gelişmelere karşın Türkiye’nin uyguladığı içe kapalı göç ve yabancı politikasında önemli bir değişiklik olmadı. Türkiye’nin Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana uyguladığı yabancı politikasının sadece kısa süreli kalışlara imkân verdiğini, “yurttaşlığa” geçişin önünü açacak “göçmenliği” ise sadece “Türk kültürüne sahip” olan “bazı” Müslümanlara açık tuttuğunu biliyoruz. Bu nedenle, AB ve uluslararası kuruluşlar, sürekli olarak, Türkiye’ye gelen sığınmacıların BM tarafından belirlenmiş ilkelere uygun olarak “önce sığınmacı sonra mülteci” olarak kabul edilebilmesini sağlayacak düzenlemeleri yapmasını salık vermektedirler. Diğer taraftan, II. Dünya Savaşı sonrasında oluşan Avrupa merkezli uluslararası mülteci hukukunun da, mülteci göçüyle ilgilenen BMMYK gibi kurumların da bu yeni küresel insan hareketlerinin düzenlenmesinde yetersiz kaldığı da bilinmektedir (Erder:2016). Nitekim, düzensiz göçmenlerin, sadece Türkiye’de değil, bu göçün yöneldiği bütün ülkelerde formel desteğe ulaşmakta zorluk çekmesi, yeni küresel düzenlemelerin gerekli olduğunu açıkça göstermektedir.
Kısaca, son dönemlerde Türkiye’den geçen transit göçmenlere ne BMMYK, ne de Türkiye’deki formel kurumların yol gösterici olamadığını, transit göçmenlerin, hiçbir yasal/kurumsal desteğe sahip olmadan, yerleşik toplumla baş başa, “bekleme odasında” yaşamak zorunda kaldıklarını söyleyebiliriz. Kuşkusuz, Türkiye’de, geçici de olsa, yerleşme hakkına sahip olmadan kalanları formel “göçmen” olarak tanımlamamız mümkün değil. Bu nedenle, Suriye göçüne kadar, Türkiye’ye gelen mekik ve transit göçmenlerinin buradaki deneyimleri, “yerlilerle” kurdukları ilişkilere bağlı olmuştur. Bu bağlamda, mekik göçmenleri, gerek geri dönecekleri “evleri” olması, gerekse buradaki “yerlilerle” kurdukları iş ilişkileri sayesinde daha avantajlı konumda olmuşlardır. Nitekim, bu göçmenlerin bir kesimi bu ilişkiler sayesinde, bir süre sonra, oturma hatta çalışma izni bile alabilmişlerdir. Buna karşılık, burada yerleşmeyi ya da iş yapmayı hedeflemeyen transit göçmenlerin konumu çok daha zor olmuştur. Transit göçmenlerden hangilerinin toplum ya da devlet tarafından, “dost” görülerek destek alabildiğini, hangilerinin, “düşman” olarak kabul edildiklerini bilmiyoruz.
Resmen “misafir”…
Bu noktada, son dönemlerde göç tartışmalarının merkezine oturan en önemli göç grubu olan Suriyelilere kısaca değinmek istiyorum. Suriyeliler, diğer göçmen gruplarından farklı olarak buraya devletin açık himayesi altında geldiler ve devlet tarafından resmen “misafir” olarak kabul edildiler. Sonuçta, Suriyeliler, diğer “düzensiz” göçmenlerden farklı olarak, sınırlı ve kırılgan da olsa buraya geçici yerleşme hakkına sahip oldular. Gelen Suriyelilerin etnik/dinsel köken, toplumsal tabakalaşma, göç nedeni, yerleşme beklentisi açısından homojen bir göçmen grubu olup olmadıklarını bilmiyoruz. Ancak, basına yansıyan haberlerden, kentlerde yapılan gözlemlerden ve bazı araştırmalardan Suriyelilerin hem etnik köken hem de toplumsal katmanlaşma açısından çok heterojen olduğunu anlıyoruz. Suriyelilerin tümünün “yoksul” olmadığı, aralarında eğitimli, profesyonel meslek sahibi, burada konut alabilecek ya da iş kuracak kadar bilgi, ilişki ve kaynağa sahip kişilerin de olduğunu anlıyoruz. Zaten klasik göç araştırmaları bize, uzun mesafe göçünün yüküne ancak göreli olarak varsıl göçmenlerin katlanabildiğini, yoksulların hareketinin ise çok daha kısıtlı ve kısa mesafeli olduğunu gösteriyor.
Suriyeli “misafirlerin”, kalış süresinin uzaması, görünürlüklerinin artması, demografik yapısının “aile göçüne” benzemesi ve gündelik popülist siyasetin gündemine yerleşmesi toplumda onların yerleşme potansiyeline sahip bir göçmen grubu olduğu algısını yerleştirdi. Bu yaygın algıya karşın, Suriyeli göçmenlerden ne kadarının buraya yerleşmek istediğini, ne kadarının Batı’ya göç etmek istediğini, dolayısıyla ne kadarının burayı “yeni ev”, ne kadarının “bekleme odası” olarak kabul ettiklerini bilmiyoruz. Diğer taraftan, Ege Denizi ve Meriç nehrinde yaşananlardan, Suriyelilerden önemli bir kesiminin, burada kalmaktansa Avrupa ülkelerine kaçmayı yeğlediklerini de biliyoruz.
“Evlerini” terkedenler
Bu yazıda da sıkça kullandığımız, “misafir”, “yabancı”, “yerli”, “ev”, “bekleme odası”, “yurt”, “yurttaş”, “dost”, “düşman”, “mülteci”, “göçmen” gibi kavramların gerek toplumsal değerler, gerekse yasal/kurumsal kurallar açısından ne anlam ifade ettiği sosyal bilimcilerin, üzerinde tartıştığı önemli konular arasındadır. Bu tartışmaların, 20.yüzyıl başında ulus devletlerin oluşumu sırasında kimlerin “yurttaş” olabileceği konusundaki tartışmalarla da doğrudan ilişkisi olduğunu söyleyebiliriz. Dünya Savaşlarında, milyonlarca insanın yerinden edilip “evlerini” terk etmek zorunda kalmasına, bazılarının kendi yurtlarında “yabancı” konumuna düşmesine neden olmuştu. “Evlerini” terk edenlerden, bazıları sığındıkları ülkelerde “misafir” olurken, bazıları ise “bekleme odasında” bekletilmişti. Savaş dönemde yaşananların tetiklediği tartışmalar, yurttaşlık hakları, yerleşme, iltica ve göç etme hakkı gibi evrensel bazı insan haklarının kabulünde çok önemli katkılar yapmıştır. Bu sayede, uluslararası mülteci hukukunun “mülteci” ve “sığınmacılarla” ilgili ilkeleri, iltica etme hakkının kökene bakılmaksızın uygulanması gereken evrensel insan hakkı olduğu gibi ilkeler kabul edilmeye başladı. Ancak ne yazık ki bu ilkeler, bazı ülkelerde uygulanırken, bazı ülkelerde uygulanmamaktadır. Nitekim, bu nedenle, son dönemlerde, küresel ölçeğe sıçrayan yeni kitlesel göçler, bu ilkelerin küresel olarak kabul görmesinin yolunun aranması gereğini gündeme getirmiş ve yeni göç politikalarının geliştirilmesi için çalışmalar yapılmasına neden olmuştur.
Bizzat grubun unsuru olarak “yabancı”
Son günlerde, bundan neredeyse yüzyıl önce yapılmış olan tartışmaların tekrar gündeme geliyor olması ve bu ilkelerin yeniden hatırlanması çok da tesadüf değil. Bu bağlamda, o tarihlerde, “yabancı” ve “öteki” olmayı gündeme getiren Simmel gibi kurucu sosyologların metinleri (Ünsaldı:2016) ya da o dönemde yaşananlara tanıklık etmiş, Roth, Zweig gibi edebiyatçıların metinleri tekrar aynı ilgiyle okunmaya başlaması da tesadüf olmayabilir. Bu yenilenen ilgide, Türkiye’de ve dünyada “ötekileştirilen” grupların ve sayıları milyonlara ulaşan “düzensiz” göçmenlerin varlığının ve yaşadıklarının açıkça fark edilmesi rol oynamış olabilir. Umarım bu farkındalık ve bu tartışmalar, “ötekilerin” de “yurttaşlara” tanınan haklardan yararlanması gereğinin gündeme getirir ve hem “yerliler” hem de “yabancılar” için küresel ölçekte daha insancıl politikaların geliştirilmesine katkıda bulunur.
Son olarak, Türkiye’deki “bekleme odasında” yaşayan transit göçmenleri ve Suriyelileri bu öncü metinlerin ışığında yeniden değerlendirme denemesi yapmaya çalışacağım. Transit göçmenlerin, mevcut yasal konumlarının belirsizliğinden dolayı “göçmen” olarak kabul edilemeyeceğinden daha önce söz etmiştim. Aynı şekilde, Simmel’in “Yabancı”sını tekrar okuduğumda, transit göçmenleri belki de “yabancı” olarak bile kabul edemeyeceğimizi düşündüm. Zira, Simmel yabancıyı “…bizzat grubun unsurudur, yoksuldan ve muhtelif ‘iç düşmanlardan’ farksız” diye tanımlamaktadır. Bir bakıma, Simmel’e göre o toplumda yabancı olabilmek için orada “yabancılık” ilişkisi kurabilecek kadar yerleşik olmak gerekmektedir (Simmel:2016:28). Bu bağlamda, “geçici” ve “kırılgan” da olsa “misafir” konumunda yerleşebilmiş olan Suriyeliler belki de “bekleme odasında” yaşayanlar arasında “yabancı” olma konumuna en fazla yaklaşan grup olabilir. Belki de toplumda artan tedirginlikte ve tepkilerde Suriyelilerin “yerleşik” olmaya başladıklarının ve “yabancı” olduklarının algılanması yatmaktadır. Halbuki, henüz, Suriyelilerin burayı “ev” olarak kabul edip etmediklerini bilmiyoruz. Suriyelilerin ne kadarının göçmen olacağını, ne kadarının geri döneceğini, ne kadarının imkan bulunca başka ülkelere gideceklerini ise zamanla her iki ülkede yaşanacak olan gelişmeler belirleyecek.
Bu yazıda, Türkiye’de dış göçle ilgili çalışmalar yapan sosyal bilimcilerin mevcut “yerli” ya da “yabancı” akademik birikimi uyarlarken bu bilgilerin üretildiği dönemdeki ve toplumdaki bağlamın dikkate alınması gereğini gündeme getirmeye çalıştım. Bu bağlamda, özellikle dış göçle ilgili bilgi birikimin “akademik” meraktan çok “bürokratik” ihtiyaca dayandığının da farkında olmamız gerekir. Bu bağlamda, “düzensiz göç” kavramının bizatihi kendisinden başlayarak mevcut göç literatüründeki kavramsallaştırmaların toplumsal karşılığı ile yasal kurumsal karşılığı üzerinde yeniden düşünülmesinin gerekliliğini vurgulamak istedim (Erder:2018b). “Bekleme odasında” yaşayanların kırılganlığının farkına vararak daha insancıl politikaların geliştirilebilmesi için belki de tekrar başa dönüp “yabancı”nın ne demek olduğu üzerinde düşünmemizde yarar olabilir. Umarım dünyadaki her yer, Roth’un dediği gibi, her yabancının evinde hissettiği yer haline dönüşür: “Bu şehre yabancıyım. O yüzden kendimi evimde gibi hissediyorum”(Roth, 2015:14)
*Sema ERDER
Sosyoloji, Prof. Dr.
erdersema@gmail.com
Kaynakça:
Erder, S ve D. Yükseker (2013): Die türkische Migration nach Westeuropa und die Migrationstudien in der Türkei, in Transnationale Migration am Besipiel Deutschland und Türkei, (Hrsg. Barbara Pusch): Weisenbaden, 49-66.
Erder, S. (2016): “Preliminary thougths on the Syrian refugee movement” in New Perspectives on Turkey/Volume 54/May 2016, pp 119-130. http://journals.cambridge.org/NPT.
Erder, S (2018a): Zorla Yerleştirmeden Yerinden Etmeye: Türkiye’de Değişen İskan Politikaları, İstanbul: İletişim Yayınları.
Erder, S. (2018b): Göç Kuramları ve Türkiye’de Göç Araştırmaları. TMMOB Şehir Plancıları Odası Dünya Şehircilik Günü 42. Kolokyumu “Göç-Mekan-Siyaset” 7 Kasım 2018 tarihinde yapılmış yayınlanmamış konuşma. İzmir.
Kale, B. Dimitriadi, A. Sanchez-Montijano, E. and Süm, E. (2018): Asylum Policy and Future of Turkey-EU Relations Beetween Cooperation and Conflict, Online Paper No.18. FEUTURE.
Roth, J. (2015): Hayat Bir Bekleme Salonu, çev: Bünyamin Kasap, İstanbul: dedalus.
Simmel, G. (2016): “Yabancı” çev. Kübra Eren . Yabancı: Bir İlişki Biçimi Olarak Ötekilik, içinde, derleyen Levent Ünsaldı. Ankara: Heretik Basın Yayın. s: 27-34.
ulaşım tarihi 24 Ağustos 2019.
Ünsaldı, L. (der.) (2016): Yabancı: Bir İlişki Biçimi Olarak Ötekilik, Ankara: Heretik Basın Yayın