dosya

Röportaj: Rıza TÜRMEN

Arkadaşımız Ece ÖZTAN’ın Eski AİHM Yargıcı ve Eski CHP Milletvekili Rıza TÜRMEN ile yaptığı söyleşi

İnsan hakları savunuculuğu zor ve riskli bir alan. Savaş dışındaki dönemlerde bile, insan hakları savunucuları önemli bedeller ödemek zorunda kalabiliyor. Peki ya savaş ve çatışma zamanlarında bu nasıl mümkün?

İnsan hakları savunuculuğunun zor ve riskli bir alan olduğu doğru. Bu, insan haklarının statükoya karşı, devrimci bir nitelik taşımasından kaynaklanıyor. Nasıl ki insan haklarının tarih boyunca geçirdiği aşamalar, büyük devrimlerin sonucudur. 1776 Amerikan Bağımsızlık Savaşı’ndan sonra Amerikan Bağımsızlık Bildirisi kaleme alındı. 1789 Fransız Devrimi’nden sonra Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi yürürlüğe girdi. Sovyet Birliği ve Doğu Avrupa’daki totaliter rejimlerdeki muhaliflerin en büyük silahı insan hakları oldu. BM İnsan Hakları Evrensel Bildirisi, demokrasilerin zaferiyle biten bir savaşın arkasından geldi.

İnsan hakları devlete karşı ileri sürülen haklardır. Bu haklar ancak talep edilirse vardır. Demokrasiyle yönetilmeyen, otoriter totaliter rejimlerde insan haklarının devletten talep edilmesi, rejime karşı bir direniş, başkaldırma niteliğine bürünür. Bu gibi rejimlerde, direniş, gerçekte bireylerin doğuştan sahip oldukları temel hak ve özgürlükleri kullanmak istemelerinin bir sonucudur. Demokrasiyle yönetilmeyen otoriter rejimlerde devletin her zaman, insan haklarının ihlali, temel hak ve özgürlüklerin bastırılması için bir mazereti vardır. Bu mazeret kimi zaman kamu düzeni, kimi zaman güvenlik, kimi zaman terörizmdir. Ancak mazeret ne olursa olsun, amacı bireyin insan onuruna yaraşır bir yaşam sürdürmesi olan insan haklarının devlet tarafından çiğnenmesi kabul edilemez. Günümüzde kendi ülkesinde yaşayan insanların temel hak ve özgürlüklerini ihlal eden devletlerin meşruiyeti sorgulanır hale gelmiştir. Bu gibi rejimler, insan haklarını  kendine yönelik bir tehdit olarak gördüğünden, insan hakları savunuculuğu riskler taşır. Savaşın yarattığı aşırı milliyetçilik ortamında ise insan haklarını savunmak daha büyük riskler barındırır.

Savaş ve çatışma zamanlarında insan haklarını korumanın olanağı var mı?

Savaşın amacı, insanları öldürmek. Oysa insan haklarının amacı, insanları insan onuruna uygun bir biçimde yaşatmak. Birbirleriyle çelişkili olsalar da, savaş zamanında insan hakları daha fazla korunmaya muhtaç olduğundan daha da önem kazanır. Savaşın uluslararası hukukta kuralları vardır. Savaşın meşru olabilmesi için bu kurallara uygun yapılması gerekir.

Savaşın, uluslararası kurallara uygun haklı bir savaş sayılabilmesi için şu koşulların gerçekleşmesi gerekir:

  1. Savaş nedeninin haklılığı: BM Yasası’nın 2. Maddesinin 4. Fıkrası, bir devletin toprak bütünlüğüne ya da bağımsızlığına karşı kuvvet kullanmayı yasaklamıştır. Bunun tek istisnası, 51. maddede düzenlenen meşru savunma hakkıdır. Meşru savunma hakkının doğması için, a. devletin bir silahlı saldırıya uğraması gerekir. Silahlı saldırıyı, ispat yükü bunu iddia eden devlete aittir. İlgili devlet, bu silahlı saldırıyı somut kanıtlarla göstermelidir. b. Kuvvet kullanma, gerekli ve orantılı olmalıdır. Orantılılık değerlendirilirken, kullanılan silah tipleri önemli bir ölçüttür.
  2. Savaş sırasında, savaş kurallarına uyulması: Burada en önemli olan, sivillerin korunmasıdır. Bunun yanında savaşta yaralanan ve hastalanan savaşçıların korunması ve savaş tutsaklarının rejimini düzenleyen kurallara da uygun davranılması gerekir.
  3. Savaş sonrası: Bu aşamaya, savaş sırasında insanlığa karşı işlenmiş suçlar varsa, suçluların yakalanıp, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde yargılanmaları ve işgalin uluslararası hukuka uygun yürütülmesi girer.

Çatışma ortamlarında uluslararası insan hakları rejimi açısından güvenceye alınmış temel insan hakları nelerdir?

Bir savaş ya da silahlı çatışma durumuna, hem insani hukuk, hem de insan hakları hukuku devreye girer. Bu iki hukuk sistemi birbirlerini tamamlayıcı niteliktedir. İnsani hukuk, savaş ya da silahlı çatışmada tarafların uymakla yükümlü oldukları kuralları düzenler. Bu kurallar, 1949 Cenevre Sözleşmelerinde bulunur. İlk iki Cenevre Sözleşmesi karada ve denizde, yaralı ve hasta askerleri korur. Üçüncü sözleşme savaş esirlerine ilişkindir. Dördüncüsü ise işgal edilmiş bölgelerdeki sivilleri korur.

Savaş zamanında sivillerin korunmasına ilişkin Dördüncü Cenevre Sözleşmesinin,

kapsamına “bir çatışma ya da işgal durumunda kendilerini, vatandaşı olmadıkları, çatışmaya taraf ya da işgalci gücün elinde olan siviller” girer. Sözleşme bu kişileri korumak amacına yönelik ayrıntılı hükümler içerir. Bu hükümler çatışmaya taraf olmayan sivillerin onurlarının, inançlarının korunmasını, işkence ve kötü muamele görmemesini, rehine olarak tutulmamasını öngörür. Yaralı ve hasta olanlar için özel hükümler de sözleşme metninde vardır.

Dördüncü Cenevre Sözleşmesi, işgal edilen topraklardaki sivillerin hangi amaçla olursa olsun, başka yerlere sürülmesini yasaklar.

Sözleşmenin uygulanması bakımından neyin “işgal” kavramına gireceği önem taşımakta. 1907 Lahey Kuralları’na göre bir ülkenin düşman ordusunun kontrolü altına giren toprakları işgal edilmiş sayılır. Uluslararası Adalet Divanı’nın (UAD) Kongo/ Uganda davasında belirttiği gibi, burada önemli olan başka bir ülkeye silahlı kuvvetlerini sokan devletin, girdiği topraklar üzerinde otoritesini, kontrolünü kurup kurmadığı hususudur.  Kongo/ Uganda davasında Divan, Uganda silahlı kuvvetlerinin girdikleri bölgelerde kontrolünü kurarak Kongo Hükümeti’nin otoritesinin yerine geçtiği sonucuna vardı.

İşgal, hukuksuzluk demek değildir. İşgal durumunda uygulanacak uluslararası hukuk kuralları vardır. Bir kere, işgal eden devlete devredilen egemenlik değil, yönetim yetkisidir. Egemenlik hâlâ işgal edilen devlete aittir. İşgal eden devlet, bu yetkiye dayanarak işgal ettiği topraklarda güvenliği, kamu düzenini sağlamakla yükümlüdür. Ancak bunu yaparken kendi yasalarını uygulamamalı, işgal edilen devletin yasalarına saygı göstermelidir. İşgal geçicidir. Kalıcı bir nitelik kazanırsa, bu ilhaka dönüşür. İlhak ise uluslararası hukukta yasaktır.

Üçüncü Cenevre Sözleşmesi savaş tutsaklarına ilişkindir. Kimin savaş tutsağı sayılacağı Sözleşme’nin 4. Maddesinde belirtilmiştir. Buna göre, “düşman”ın eline geçen düzenli silahlı kuvvetler mensupları yanında, “milis güçleri” ile örgütlü direniş hareketleri mensuplarının da dâhil olduğu gönüllüler savaş tutsağı sayılır.

Ancak bunun için şu koşullar gerekir: a. Sorumlu bir komutanın bulunması b. Uzaktan tanınacak işaretler taşımaları c. Silahlarını göstererek taşımaları d. Eylemlerinin savaş hukuku kurallarına uygun olması

Sözleşme, savaş tutsaklarına insanca muamele edilmesini, savaş alanına gönderilmemelerini, çatışma sona erince ülkelerine iade edilmelerini öngörür. Savaş tutsaklarının önceden işledikleri suçlar nedeniyle yargılanmaları, tutsak eden ülkenin yasalarına tabidir. Savaş tutsakları, adları, doğum tarihleri, rütbeleri dışında hiçbir şey söylemek zorunda değildir. Söyletmek için baskı, işkence yapılması yasaktır.

Cenevre Sözleşmeleri’nin yani insani hukukun uygulanması, insan hakları hukukunun uygulanmasına engel değildir. Bir silahlı çatışma durumunda her iki hukuk sistemi birlikte uygulama alanı bulur. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS), insan haklarının korunması bakımından savaş ile barış arasında ayrım gözetmez.  Sadece savaş durumunda devletlere, Sözleşme’nin bazı maddelerini askıya alma yetkisi verir.

AİHS, ilke olarak taraf devletlerin sınırları içindeki bireylerin temel hak ve özgürlüklerini korur. Ancak, Sözleşme’ye taraf bir devlet sınır dışı askeri harekât yapıp başka bir devletin topraklarında etkili bir kontrol sağlamışsa, o yerlerdeki insan hakları ihlallerinden sorumlu olur. AİHM’in bu yerleşmiş içtihadının pek çok örneği bulunmakta. Türkiye’nin KKTC’de asker bulundurarak Kuzey Kıbrıs’ta etkili bir kontrol sağladığı gerekçesiyle, AİHM, KKTC’deki bütün insan hakları ihlallerinden Türkiye’yi sorumlu tutmuştur. Aynı şekilde Al Skeini/ İngiltere (2011) kararında, İngiltere’nin Basra’da bulundurduğu askeri güç nedeniyle, bu bölgenin kontrolünü elinde tuttuğu ve güvenlik gerekçesiyle de olsa, meydana gelen ölümlerden İngiltere’nin sorumlu olduğu sonucuna varmıştır.

Dolayısıyla Türkiye’nin kontrolü altında bulunan Suriye’nin kuzeyindeki bölgelerde, Türk Silahlı Kuvvetleriyle birlikte Milli Suriye Ordusu adı altında operasyona katılan grupların yol açtığı insan hakları ihlallerinden Türkiye sorumlu olacaktır. Bu bölgelerde insan hakları hukuku geçerli olacağından, Türkiye’nin burada yaşayanların yaşam hakkı, işkence yasağı, ifade ve toplantı özgürlüğü gibi temel insan haklarını ihlal etmemekle kalmayıp, aynı zamanda bunları koruyacak önlemleri alma yükümlülüğü vardır. Örneğin, bir yaşam hakkı ihlali söz konusuysa, etkili bir soruşturma yürütüp failleri yargı önüne çıkarması gerekir.

Günümüzde savaş ve çatışmalar da boyut değiştirdi. Savaşlar doğrudan devletler arasında değil de, devletle silahlı gruplar ya da devletlerin arkadan desteklediği farklı güçler, gizli ittifaklar, karmaşık bağlantılar, enformel örgütlemelerin devreye sokulduğu karmaşık bir formda cereyan ediyor. Bu da insan hakları ihlallerinin hesabını sorumak, denetimini yapmayı imkânsızlaştırıyor mu?

Cenevre Sözleşmeleri’nin kapsamına sadece devletler arasındaki ilan edilmiş bir “savaş” girmez. Türkiye’nin de taraf olduğu 1949 Cenevre Sözleşmeleri gereğince, silahlı bir grubun Sözleşmelerin koruma alanına girmesi için, yukarda da belirtildiği gibi, hiyerarşiye tabi olması, uzaktan seçilebilen işaret taşıması, silahlarını göstermesi ve savaş kurallarına uyması (örneğin, sivilleri hedef almaması) gerekiyor.

Bu koşullar, Türkiye’nin taraf olmadığı ve1977’de yürürlüğe giren iki ek protokolde daha esnek bir biçim aldı. Uluslararası nitelik taşımayan yani iç silahlı çatışmaları düzenleyen 2 No’lu Protokol, taraf devletlerden birinin ülkesinde, taraf devletlerin silahlı kuvvetleriyle muhalif ya da başka örgütlü silahlı gruplar arasındaki silahlı çatışmalardan söz eder. Bu silahlı örgüt mensuplarının “savaşçı” statüsünde olduğunu belirtir: Uluslararası çatışmaları düzenleyen 1 No’lu Protokol de uluslararası hukuk kurallarına uymayan “savaşçıların” da “savaşçı”

Bundan da anlaşılacağı gibi, günümüzde savaşlar ya da silahlı çatışmaların, devlet olmayan silahlı gruplar ile devletler arasında meydana gelmesi, insani hukukun ya da insan hakları hukukunun her iki tarafa da uygulanmasını engellememekte. Sorun, devletin tanımadığı bir silahlı grubun Cenevre Sözleşmeleri bağlamında, “savaşçı” statüsü kazanması ve devletle aynı yükümlülüklere tabi olması. Bu durum, Cenevre Sözleşmeleri’nin temel amacının, “koruma” (sivilleri, yaralıları, savaş tutsaklarını) olması ve sözleşmelerle getirilen korumanın alanının olabildiğince geniş tutulmak istenmesiyle açıklanabilir.

Günümüzde insan haklarının durumu nedir?

BM İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nin 1. maddesi, “Bütün insanlar özgür, haysiyet ve haklar bakımından eşit doğarlar.” der. Başka bir deyişle, haklara doğuştan “malik” olarak sahibiz. Üç insan hakları bildirgesi de, 1776 ABD Bağımsızlık Bildirgesi, 1789 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi ve BM İnsan Hakları Bildirgesi aynı şeyi söyler. Doğuştan sahip olduğumuz insan hakları vazgeçilmez ve devredilmezdir. Bütün insanların eşit olarak sahip oldukları haklardır. Bu böyleyse, nasıl oluyor da milyonlarca insan, bütün haklarından yoksun bırakılabiliyor, hak öznesi olmaktan çıkarılıyor?

Bu sorunun yanıtını Hannah Arendt veriyor. Arendt’e göre, haklara sahip olmak, onlara doğal bir “şey” gibi sahip olmak değildir. Hak sahibi olmak için her şeyden önce hak sahibi olma hakkına sahip olmak gerekir. Hak sahibi olma hakkı ancak belirli bir topluluğun üyeleri için geçerlidir. Vatansızlar, mülteciler için bir topluluk üyesi olmayı önleyen dış engeller, ülkede yaşayan yoksullar, azınlıklar, toplumsal olarak dışlananlar için iç engeller mevcuttur. Arendt’e göre, hak sahibi olmak, herkesin eşit olarak haklarının ileri sürebildiği ve hak talep edebildiği ortak bir siyasal dünya oluşturmak anlamına gelir. Hakların tanınması sadece vatandaşlığa yani siyasal aidiyete bağlı değildir. Aynı zamanda toplumsal aidiyetle de ilgidir.

Günümüzde sorulması gereken soru şudur: II. Dünya Savaşı’ndan sonra insan hakları alanında meydana gele gelişmeler, insan haklarının bir sözleşmeler ağı ile uluslararası alanda güvence altına alınması, insan haklarının devletlerin iç işi olmaktan çıkması, vatandaşlığın ulus devletten kopması, çifte vatandaşlığın uygulanmasına karşın, nasıl oluyor da hala milyonlarca insan hak sahibi olma hakkından yoksun yaşıyor?

Mülteciler bakımından bu durum, devletlerin egemenlik haklarına insan haklarının üstünde bir yer verilmesiyle açıklanabilir. Devletlerin, istediklerini sınırları içine kabul etmek ya da istemedikleri yabancıları sınır dışına çıkarmak konusunda egemenlik hakları sahip oldukları kabul ediliyor. AİHM kararlarında da görüldüğü gibi, mültecilerin yaşam hakkı, özgürlük hakkı, aile yaşamı, ev sahibi devletin takdirine kalmış. Vatandaşla eşit bir statüde bulunmadıkları gibi, hukukun korumasından da yoksun bırakılmış durumdalar. İnsan hakları alanındaki gelişmeler, mültecilerin durumunu iyileştirmemiş.

Ülke içindeki vatandaşların hak sahibi olma hakkından yoksun kalmalarını açıklamak için Judith Butler’ın “prekaryalılık” kavramından yararlanabiliriz. Butler, bu kavramı, kitlelerin maruz kaldığı keyfi devlet uygulamalarını, devlet şiddetini de içerecek şekilde kullanır. Prekaryalaşma, hukuk devletnin yokluğunda aynı zamanda devlet iktidarının herhangi bir sınırlama olmadan keyfi kullanılması durumunda ortaya çıkar.

Türkiye’de değişik alanlarda prekaryalılık mevcuttur. Rejimin giderek artan otoriterliği yeni prekaryalar yaratmaktadır.

Türkiye’de OHAL Kararnameleriyle, yargı kararı olmaksızın, kendilerini savunma hakkı tanınmaksızın, bir gerekçe gösterilmeden işten çıkarılan kamu görevlisi 150 bin kişi var. Bunlar, başka bir kamu görevinde çalışamamakta, seyahat edememekte. Bu kişilere uygulamada yargı yolu kapalı. Başarı şansının çok düşük olduğu İnceleme Komisyonu ve İdare Mahkemeleri etkili bir yargı yolu değil. Anayasa Mahkemesinin ne kadar etkili olduğu da kuşkuludur. Nasıl ki İnceleme Komisyonu Başkanı, Anayasa Mahkemesi’ne çok yakın zamanda, Temmuz 2019’da üye olarak atanmıştır. İnceleme Komisyonu’nun daha önce karara bağladığı OHAL KHK’ları ise bu üyenin oturduğu Anayasa Mahkemesi tarafından denetlenmekte ve kararlardan gördüğümüz gibi açık ihlal oluşturan düzenlemeler iptal edilmemektedir.

Suriye’den gelen 3.5 milyon mülteci, başka bir prekarya grubudur. Türkiye, 1951 Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin Cenevre Sözleşmesi’ne koyduğu coğrafi çekince nedeniyle, Suriyelilere “mülteci” statüsü vermemekte ve onların, bu statüden doğan hakları inkar edilmekte.

Başka bir prekarya grubu, sendika üyelikleri bulunmayan taşeron işçilerdir. Bu işçiler, özel şirketler tarafından geçici bir süreyle belirli bir iş için işe alınmakta. İş güvencelerine, sosyal güvenlik haklarına sahip değiller.

LGBTİ’ler ayrı bir prekarya grubu. LGBTİ kimliğiniz varsa, toplumdan dışlanırsınız. İş bulamazsınız. Ev tutamazsınız. Toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkınızı kullanamazsınız.

İnsan haklarını yeniden nasıl güçlendirebiliriz? Nasıl savunabiliriz? İnsan hakları mücadelesi için yeni formlar mı gerekli?

İnsan hakları, demokrasiyle çok yakından bağlantılıdır. Demokrasinin, en önemli kurucu unsurlarındandır. Ancak demokrasiyle yönetilen rejimlerde, insan hakları güvence altındadır. O nedenle demokrasi, insan haklarının savunulması ve güçlendirilmesinin ön koşuludur. İnsan haklarının başka bir önkoşulu ise, barıştır. Savaş, insan haklarının en büyük düşmanıdır.

Bunun yanında insan haklarını, devletlerin egemenliğinin üstünde gören, insan haklarına öncelik veren yeni bir uluslararası anlayışa gereksinme var. Bu aynı zamanda insan hakları ve güvenlik dengesi bakımından da insan haklarına daha fazla ağırlık tanıyan, devletin güvenlik endişelerini, insan hakları ihlallerinin mazereti olarak kabul etmeyen bir uluslararası zihniyeti kapsar.

Bunların yanında, bireylerin kendilerini hak öznesi olarak gören ve devletten hak talebinde bulunan bir aktif yurttaşlık bilincine kavuşmaları önem taşıyor. Aktif yurttaşlık bilinci genelde, katılımcı bir demokrasinin yerleşmesiyle doğar. O nedenle yerel demokrasinin güçlendirilmesiyle insan haklarının güçlendirilmesi arasında yakın bir bağ olduğunu düşünüyorum.