Yeni bir on yıllık dönemin başlangıcında dünyanın alışılmış siyasi değerleri tehlikeli bir dönüşüme girmişken Suriye’den sonra şimdi de Libya’da iç savaşa mı taraf oluyoruz?
Bu yılın başlangıcıyla beraber dünya yeni bir on yıllık döneme girmiş bulunuyor. Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşundan 2000-2010 yıllarını kapsayan on yıllık dönemin sonlarına kadar geçen süreyi, demokrasisinin gerek kurumsal gerek uygulamadan kaynaklanan tüm eksiklerine, bütün yanlış ve yetersizliklerine rağmen, temelde kuvvetler ayrılığına dayalı; hukukun üstünlüğü, adaletin bağımsızlığı ve yargının tarafsızlığının anayasal zeminde geçerli olduğu; temel hak ve özgürlüklerin de keza en azından anayasa kavramları olarak hukuken güvence altında gözüktüğü çoğulcu bir demokratik ülke kimliği altında tamamladı.
Barış odaklı dış politika
Bu süre zarfında sağ-sol çatışmaları, askeri darbelerle müdahaleler, iç siyasi karışıklıklar yaşamış olmasına rağmen uluslararası planda, akdi hak ve sorumluluklarına dayalı olarak Kıbrıs Türk halkının hayat hakkının korunması amacıyla icra ettiği Kıbrıs harekatı hariç tutulacak olursa, hep barış içinde yaşadı. Barış odaklı bir dış politika izledi. Bu politikasıyla, Atatürk’ün Cumhuriyetin siyasi yol haritası niteliğindeki veciz özdeyişiyle “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesinin en azından “cihan” bölümünü kendisi için bir yaşam tarzı olarak hayata geçirmeyi başardı. Bu bağlamda, içinde yer aldığı Balkanlar’dan Kafkasya’ya, Karadeniz’den Ege’ye, Akdeniz’den Orta-Doğu’ya kadar birbirinden farklı ve çok sorunlu alanları içeren geniş bölgede hep barış ve istikrarın koruyucusu ve teminatı olmaya çalıştı. Cumhuriyetin ilanıyla yürürlüğe koymuş olduğu sistemin barış ve istikrar içinde daha iyi işleyeceğini imparatorluk zamanından edindiği deneyimlerden biliyordu. Etrafında oluşacak istikrarsızlığın sadece dış dünyadaki dayanaklarını zayıflatmakla kalmayıp kendi iç istikrarını da bozacağının bilincindeydi. Bu bilinçle, bölgede kendine biçtiği rolü, uluslararası denge ve denklemlerde taraflardan birinin karşı ağırlığı olmak şeklinde değil, istikrar oluşturmak ve bu istikrarı korumak olarak belirledi.
Atatürk’ün işaret ettiği “Çağdaş medeniyete ulaşma” hedefi doğrultusunda, uluslararası kurum ve kuruluşlardaki coğrafi gruplarda, toplumsal yaşam alanında hukuk, adalet, temel hak ve özgürlükler açısından zamanın en yüksek normlarını yakalamış görünen Batı camiası içinde yer aldı. Batılı kimliğini ve yaşam tarzını benimsedi. Bu tercihi, Türkiye’nin, nüfusunun tamamına yakını Müslüman, demokratik ve laik bir Batı ülkesi olarak hem Batı dünyasında, hem de Orta-Doğu ve İslam ülkeleri nezdinde diğer bölge ülkelerinin çoğundan daha fazla ilgi ve saygı görmesine yol açtı.
2002 yılının Kasım ayında yapılan demokratik seçimler sonucunda AKP epey uzun bir zaman sonra ülkede yeniden bir tek parti iktidarını siyasete taşıdığında, Türkiye’nin uluslararası alanda genel durum ve görünümü böyle idi.
AKP, iktidarının ilk dokuz yılında, hem iç hem de dış kamuoyuna, ülkedeki demokratik hak ve özgürlükleri geliştirmeye; devlet yönetimi üzerinde etkili olduğundan yakınılan “askeri vesayeti” kaldırmaya; orduyu, işleyişine halel getirmeden diğer batı ülkelerinde olduğu gibi demokratik sivil idarenin yönetimi altına almaya; Batı ile ilişkilerini AB üyeliği ile taçlandırmak amacıyla AB’nin Kopenhag ve Maastricht kriterlerini geçerli kılacak hukuki alt yapıyı kurmaya odaklanmış olduğu görünümünü verdi. Bu siyaseti sayesinde Batı ülkeleri nezdinde büyük itibar kazanırken, komşular başta olmak üzere bölge ülkeleri ile İslam dünyasında da hayranlık ve imrenme ile karışık bir ilgi odağı haline geldi.
AKP bu süre içinde dış politikada Cumhuriyetin temel çizgilerinden ayrılmadı. Deneyimli ve nitelikli bir ulusal kurum olan ve dünyadaki diğer diplomatik servisler arasında ciddi bir saygınlığa sahip bulunan Dışişleri Bakanlığı uluslararası siyasetteki ulusal rotanın belirlenmesi ve uygulanmasındaki başat rolünü korudu. Türkiye, AKP iktidarının bu ilk dönemine, kendisine AB üyeliği yolunu açacak müzakere sürecinin yol haritasına Türk Hükümeti’ni ikna etmek için AB dönem başkanını Fransa Cumhurbaşkanı’nın uçağı ile Ankara’ya gelmek zorunda bırakacak, Orta-Doğu’da İsrail ile Suriye’nin arasını bulmaya yönelik arabuluculuk çabalarına girişecek, Irak’a Komşu Ülkeler mekanizmasını kurarak Irak’ın toprak bütünlüğüne güvence oluşturacak, BM Güvenlik Konseyi seçimlerinde Batı Grubunun adayı olarak rekor bir oy ile üye seçilecek, NATO harekat planlarında ulusal görüşleri yönünde değişiklik yaptırabilecek, bölgesel hatta bölgeyle bağlantılı küresel konularda öncelikli olarak görüşü ve gerektiğinde katkısı aranacak önemde bir ülke olarak öne çıktı.
Bu durum, 2009 yılının Mayıs ayına kadar böylece devam etti. Görünüşe göre Türkiye gerçek demokrasi yolunda ilerliyordu. Ülkenin dinamik ve Cumhuriyetçi kesimleri ile Batı camiasının bir bölümü tarafından başlangıçta İslamcı bir parti olarak Türkiye’de siyasal İslamı hakim kılmayı ve ülkeyi bir din devletine dönüştürerek Cumhuriyet’in temel hedeflerinden saptırmayı amaçladığından kuşkulanılan ve ihtiyat hatta endişeyle karşılanan AKP, Batıdaki Hıristiyan Demokrat partilerininkine benzer gerçek demokratik bir vokasyon sahibi olarak hem ülke içinde, hem de dışarıda desteğini önemli ölçüde arttırmayı başardı.
AKP iktidarının yön değiştirme süreci
2009’un Mayıs ayında AKP iktidarı içinde genişçe bir hükümet değişikliği yapıldı. Bu hükümet değişikliğini izleyen dönemde AKP’nin siyaseti, dış gözlemciler tarafından “eksen kayması” diye adlandırılan bir dönüşüm içine girdi. Aslında bu dönüşüm, istek dışı bir yön değiştirmeyi tanımlayan “kayma” sözünden ziyade, bilinçli bir dönüşe işaret eden “dümen kırma” deyimiyle daha iyi anlatılabilecek bir değişiklikti. AKP, yukarıda işaret edilen kuşku ve endişeleri geçerli kılacak bir şekilde gerçek hedefine doğru dümen kırmıştı. Bu hükümet değişikliğiyle göreve gelen ve bir süre önce yayınladığı bir kitapta önerdiği sistem ve etkisi altında bulunduğu anlaşılan neo-emperyalist yönelimlerle bir tür yeni Osmanlıcılığa özendiğini düşündüren yeni Dışişleri Bakanı, yerine ısındıktan sonra, 2009’un sonlarından itibaren geleneksel Türk dış politikasından sapmaya, kendisinin sonradan TBMM kürsüsünden de ikrar ettiği üzere, “Stratejik Derinlik” adlı kitaptaki savları hayata geçirmeye yönelik politikalar oluşturup uygulamaya girişti. Bölgesel oluşum ve gelişimlere mezhepçi bir bakış açısından baktığı, daha önce yürüttüğü Dışişleri Bakanı ve Başbakan Başdanışmanlığı görevleri sırasında kendisiyle birlikte çalışanlarca gözlemlenmiş olan yeni bakan, “komşularla sıfır sorun” diye kulağa hoş gelen ancak hayata geçirilme imkanı da “sıfır” olan bir sloganla başlangıçta ülkede ve dışarıda ilgi uyandırdı.
Ancak zamanla, özellikle de sonraları, çok yanlış olduğu ortaya çıkan bir tanımlamayla “Arap Baharı” diye adlandırılan olayların gelişmesiyle birlikte, yeni bakanın Türkiye’nin dış politikası da önemli bir kırılma yaşadı. Bu kırılmayla AKP dış politikasının, “dönemin Başbakanı”nın da emel ve ihtiraslarını karşılayacak şekilde, “Orta-Doğu ve Kuzey Afrika Bölgesinde İhvan-ı Müslimin odaklı bir İslam kuşağı oluşturmak; bu kuşak içinde İhvan yönetimi altında yer alacak devletler arasında bir birlik kurmak ve bu birliğin başına Türkiye’yi oturtmak” şeklinde özetlenebilecek bir hedefe doğru yöneldiği açıklık kazandı. Böylesine hayali ve gerçekleşmesi imkansız bir hedefe yönelik ve yanlış varsayımlarla hatalı okumalara dayalı olan bu politikanın sonuçlarını “Oneminutes”, Mavi Marmara, Irak ile ilişkiler, Suriye politikası, Suriyeli sığınmacılar krizi, sınırlarımızın delik deşik oluşu, bölgeye radikal terör örgütlerinin doluşması, Süleyman Şah Türbesi olayındaki vatan toprağının terk edilmesi rezaleti, sınır ötesi askeri harekatlar; bu harekatlarda TSK’nin yanında, tarafımızdan “eğitilip donatılan” sözde “ılımlı” cihatçı yabancı radikal unsurların kullanılması, başlangıçta her ikisiyle de ayrı ayrı ikili taahhütlere girerek birbirlerine karşı kullanmaya çalışıp başaramadığımız ABD ve Rusya ile baskı altında akdetmeye zorlandığımız ikili uzlaşmalar; bu uzlaşmalar sonucu yarım bırakmaya mecbur kalarak sınır ötesine gönderdiğimiz birlikleri içine hapis ettiğimiz pozisyonlar; bu pozisyonlar nedeniyle halen sınır ötesi konumlarında güç şartlar içinde tutunmaya çalışan askeri birliklerimizin ikmal ve güvenliğinin belli ölçüde bazı yerlerde Ruslara, bazı yerlerde İranlılara muhtaç hale gelmiş olması; buralardan çıkış stratejimizin ne olduğunun, bunun da ötesinde böyle bir stratejimizin olup olmadığının bilinmemesi, iktidar sahiplerinin çok sevdikleri deyimle “içinde bulunduğumuz aynı gemide” hep birlikte yaşıyor olduğumuz bu acıklı maceranın öne çıkan yönlerinden sadece bazıları olarak akla gelmekte. Bunların arka planında ise müthiş ve gereksiz bir israf, halkımıza yüklenen ağır bir ekonomik fatura ve yerine konulması imkansıza yakın bir uluslararası itibar kaybı var.
Mayıs 2009’dan itibaren başlatılan ve yanlışlığının çok açık şekilde ortaya çıkmasına ve Türkiye’nin dış politikada tamamen yalnızlaşmasına yol açmış olmasına rağmen bugün de aynen sürdürülmesinde ısrar edilen dış politikanın, evvelce Türkiye’yi itibarının doruğuna taşımış ve ulusal çıkarlarımızı en geniş ölçüde karşılamış olan Cumhuriyetin geleneksel “Yurtta sulh, cihanda sulh” siyasetinden farkı, sorunlara çözüm bulmak ya da ulusal hedef olarak belirlenen amaçlara ulaşmakta kullanılacak esas aracın bu dış politika yaklaşımında artık “görüşme ve diyalog”yerine “güç kullanımıve askeri yöntemler” olarak belirlenmiş olması. Bunun tehlikesi, güç kullanımı ile askeri yöntemlerin başarısızlığı halinde bu başarısızlığın ülke üzerinde somut ve çok boyutlu olumsuzluklara neden olabileceği gerçeğinin yanı sıra, kaçınılmaz olarak etrafımızda sürekli bir çatışmacı ortam oluşmasına, “gücü gücüne yetme” anlayışıyla olur olmaz yerlerde olur olmaz sürtüşmelere girilmesine ve bunların önceden kestirilmesi mümkün olmayan sonuçlarının ulaşmak istediğimiz hedef ve amaçların bizden uzaklaşmasına yol açması olasılığı. Oysa devletlerarası ilişkilerin -biz de dahil- tüm ülkelerce yaşanmış tarihi bu tehlikelerin geçerliliğini gösteren ders niteliğindeki gelişmelerle dolu.
Ülkenin varlığına yönelen tehlikeler
İşin bir başka vahim yanı da, yeni bir on yıllık döneme girmiş bulunduğumuz şu dönemde, Türk dış politikasında görüşme ve diyalogun yerini aldığından yakındığımız güç kullanımıyla askeri yöntemlerin hukuk ve diplomasinin yerini alması olgusunun, emperyal yönelimli diğer bazı ülkelerde ve bunların hasımlarında da giderek daha fazla baş göstermeye başlamış bulunması. ABD’nin, İran’ın üst düzey bir askeri görevlisini “dron” saldırısıyla öldürmesiyle başlayan tırmanma, bunun sonucu olarak esasen var olan bölgesel gerginliklerin çatışmalara dönüşmesi olasılığı, bu olaydan bağımsız olarak sadece Orta-Doğu’da değil, bütün çevremizde baş gösteren huzursuzluklar bizim başkalarına itidal tavsiye etmeden önce kendimizin itidal içine girmemiz gerektiğini gösteren tehlikeli işaretler olarak algılanmalıdır.
Uluslararası ortamın girmeye başladığı bu tehlikeli yol, Türkiye’nin, asıl enerjisini olay ve sürtüşmelerin dışında kalmaya, sorunlarını çözmek ya da hedeflerini elde etmek için öncelikli olarak güç ve askeri yöntemler kullanmaktan vazgeçerek yeniden diplomasiye öncelik vermeye ve eskiden olduğu gibi etrafında istikrar ve barışı tesis etmeye, dostlarının sayısını çoğaltmaya yöneltmesini dikte etmektedir. Bu bağlamda Atatürk’ün uluslararası konjonktürü büyük bir vizyonla değerlendirerek tek kurşun atmadan Hatay’ı Türkiye Cumhuriyetine katmayı; keza yine derin bir tarih bilgisi ve büyük bir öngörüyle 1935 yılında İran ile aramızda gerçekleştirilen ufak bir hudut düzeltmesiyle Nahcivan’ı -dolayısıyla Azrebaycan’ı- Türkiye ile sınırdaş yapmayı diplomasi yoluyla başarmış olduğu bu vesileyle hatırlanmalıdır.
Tabii, TBMM’nin bir haftalık yılbaşı tatilinden çıkmayı dahi beklemeden 3 Ocak’ta alelacele toplanıp AKP ve MHP’nin oylarıyla kabul ettiği Libya tezkeresi ile başlayan süreç bu önerimizle taban tabana çelişmektedir. Libya’ya asker göndermek, bu ülkeye “TSK’nin dışında başka ekipler” tanımı altında Suriye’den bir takım cihatçı radikal oluşumlar taşıyıp, paramiliter unsurlar yollamak ve nasıl sonuçlanacağı kestirilemeyen bir iç savaşta çatışan taraf haline gelmek; hala “olmayacak duaya amin” diyerek Libya’da İhvan Yönetimi kurmak için askeri bir maceraya atılmak, son on yıl içinde Suriye politikası sonucunda acı tecrübeler yaşamış olan Türkiye’nin hiçbir şekilde yapmaması gereken bir şeydir. Ama ne yazık ki Türkiye’de yapılması gerekenlerle yapılanlar arasındaki makasın son yıllarda açıldıkça açıldığı da bir gerçektir. Unutmamalıyız ki, Türkiye, epeyi tartışmalı olsa ve bizzat galibi tarafından “Atı alan Üsküdar’ı geçti” diye tanımlansa da sonuçta bir halk oylamasıyla egemenliği halkta gören çoğulcu bir sistemin yerine tek adam yönetimini tercih eden, demokrasiyi kendi iradesiyle terk eden bir ülke olarak kendisini dünyada ilginç bir konuma taşımış bulunuyor.
Bu halkoylaması sonucunda artık anayasal olarak ülke yönetiminde tek söz sahibi haline gelmiş olan ve Osmanlı’ya hayranlığını saklamayan iktidar sahipleri, Osmanlı’nın dahi ülke yönetiminde önem verdiği “Meşveret” (danışma) yöntemini akıllarına bile getirmeksizin siyasetle, meclisle, sivil toplumla, üniversitelerle, kurumlarla danışıp görüşmeden “kendin pişir kendin ye” yöntemiyle kararlar alıyor; bunların uygulanmasına dair kararnameler çıkarıyor; sonra bu kararlarda yanlış olduğunu gördükleri hususları düzeltmek üzere aynı konularda başka kararnameler yayınlıyor; ülkeyi “tek at tek mızrak” yönetmeye çalışarak hata üstüne hata, yanlış üstüne yanlış yapıyorlar.
Dış politikada da Atatürk’ün Cumhuriyet’in kurucu iradesine tescil ettirdiği, ülkemizin kuruluşundan bugüne kadar geçen yüzyıla yakın süre boyunca, biri dünya savaşı olmak üzere tüm küresel ve bölgesel savaş ve çatışmaların dışında kalmasını, harp yıkım ve felaketlerini yaşamamasını; savaş bela ve sonuçlarının dışında kalmasını ve bütün bu süre boyunca hep dünyada saygı ve itibar görmesini sağlamış olan “Yurtta sulh cihanda sulh” ilkesini bir “kişiliksizlik politikası” olarak tanımlamaya yeltenerek önce bazı komşu ülkelere, sonra da kilometrelerce uzaktaki karışık memleketlere askeri müdahaleler planlayarak, askeri maceralara atılıyorlar.
Peki bu durumdan kurtulmanın çaresi nedir? Çarenin, iktidarın dümeni bu karanlık ve tehlikeli yollara kırdığını gördüğümüzden bu yana yapageldiğimiz gibi meclis genel kurulu ve komisyonlarında soyut konuşmalarla iktidar ve destekçilerine doğruları anlatmaya çabalamak, yazılar-makaleler yazarak insanları düşünmeye davet etmek, televizyonlarda-açık oturumlarda konuları irdeleyip gerçekleri ortaya koymaya çalışmak, imza toplamak gibi eylemler olmadığını artık anlamalıyız. Görmeliyiz ki, iktidarın içeride ve dışarıda uyguladığı siyasetin gerçek hedefi, Türkiye’yi Cumhuriyet’in kurucu iradesinin amaçladığından çok başka bir zemine taşımaktır. Bu açıdan bakıldığında bize yanlış gelen siyaset onlar açısından yanlış değildir. Hatta bu siyasetin başarısız olduğunu söylemek de zordur. Çünkü iktidarın 18 yıl içinde varmak istediği menzile doğru önemli bir mesafe aldığı apaçıktır.
Çözüm için ilk adım, geniş bir cephede güçlü bir toplumsal uzlaşıyı sağlayacak etkili bir siyasal örgütlenmeyi gerçekleştirebilmek olmalıdır. Bu örgütlenmeyi ülkede yeniden demokrasiyi geçerli kılacak bir alternatif ortaya koyma hedefine kilitleyerek, seçimlerin her ne pahasına olursa olsun yapılmasına odaklanılmalıdır. Seçimlerde de son İstanbul seçimlerindeki gibi büyük bir dip dalgasıyla çoğunluk elde edilerek egemenliği yeniden gerçek sahibi olan halka verecek çoğulcu parlamenter demokrasi yeniden geçerli kılınmalıdır. Bu dip dalgasına oy tercihlerini kullanma konusunda şimdiye kadar kararsız kalmış olanlarla birlikte, siyasi görüşleri merkez sağda olduğu için AKP içinde yer alan ama Atatürk ilkeleri, laik yaşam tarzı ve Cumhuriyetle herhangi bir sorunu bulunmayan ve bugün ülkenin geldiği noktadan mutlu olmayan önemli bir kitlenin de katılacağı tahmin edilebilir. Böylesi bir yönelim kuşkusuz başarı şansını daha da arttıracaktır. Ancak uzun vadede başarının olmazsa olmaz bir koşulunun, gizli gündemi fırsat bulur bulmaz şimdiki iktidarın bıraktığı yerden devam etmek olan kişi ve oluşumların, kendilerini bu kitlenin içinde imiş gibi göstererek, laik ve demokratik Türkiye için oluşturulacak geniş ittifaka sızmalarına imkan verilmemesi olduğu göz ardı edilmemelidir.
Bugün her alanda yaşamakta olduğumuz olumsuzlukların belki ülkeye tek olumlu etkisi, bunların yaşanan dönemden ders alınmasına ve yukarıda sözünü ettiğimiz siyasi alternatif oluşturulabildiği takdirde, demokrasiye dönüşe destek verecek sosyal uzlaşının genişlemesine vesile olacak olmalarıdır.
*Osman KORUTÜRK
Emekli Büyükelçi, CHP 24.Dönem İstanbul Mv.,
okoruturk@gmail.com