maxresdefault

Nuran Talu – İklim Siyaseti Günün Krizine Cevap Verir!

Alışılagelmiş olanı: “Siyaset Günün Krizine Cevap Verir”. İktidarı da muhalefeti de bu mottoyu pek sever bu ülkede. Günün krizleri; Suriye krizi, mülteci krizi, finans krizi, Putin krizi… Peki ya iklim krizi…

Bu öyle bir alan ki, bugün küresel ekonomiyi etkileyen ilk beş risk arasında listeleniyor. Çünkü gezegenimiz doğal ısınım safhasına insan etkisiyle hızlandırılmış olarak vaktinden çok daha önce girmiş durumda. Küre ısınıyor ve iklimi değiştiriyor. Nasıl?

Endüstri devriminden beri, fosil yakıtların (kömür, petrol, doğal gaz) tüketimi ile oluşan sera gazlarının atmosfere salımı giderek arttı ve hızlandı. Bu artışla beraber 1880-2012 yılları arasında dünyanın sıcaklık artış ortalaması 0,85°C’ye yükseldi ve en son Kasım 2015 tarihli Met Office’in (Meteorological Office/Birleşik Krallığın meteoroloji kurumu) çalışması 2015 yılı itibariyle sanayileşme öncesine göre sıcaklık artışının 1°C’ye çıktığını belgeledi.

Şimdi bütün dünya bu artışı 2020 yılına kadar 2°C ile sınırlandırmaya hatta çok daha altında tutmaya uğraşıyor. Sera gazlarının salımında bu hızlı yükseliş, aşırı iklim olaylarının olağan hale gelerek daha sık ve daha şiddetli yaşanmasını ve iklim dengelerinin alt üst olması gibi durumları beraberinde getiriyor.

Artan sıcaklıklar; bitkisel üretim dönemlerini değiştiriyor, su kaynaklarına dayanan tarımsal yapı ve ürün deseni bozuluyor, gıda güvenliğini tehdit ediyor, gıda fiyatları yükseliyor, tarım sektörü gibi iklime ve doğaya bağımlı sektörlerde çalışan kesimlerin geçim kaynakları tehdit altına giriyor, uç hava olayları ve yağış düzeninin değişmesi sellere yol açıyor, iklim afetleri giderek daha çok can ve mal kayıplarına ve zararlara neden oluyor, orman yangınları sıklaşıyor, bulaşıcı hastalıklara neden olan etkiler artıyor, hassas ekosistemler ve türler yok olmaya başlıyor, deniz seviyesi yükseliyor, kıyılar ve deltalar tahrip oluyor ve ada devletleri yok olma tehlikesi ile adeta yıl sayıyor…

İklim değişikliğinin bir çevre sorunu olduğunu söylemek bu meseleyi küçümsemek oluyor artık. Çünkü iklim değişikliği sadece çevreye değil, sosyal ve ekonomik tüm unsurlara zarar veriyor. İnsan hakları, adalet, etik, güvenlik ve cinsiyet eşitliği gibi toplumsal kaygıları daha da büyütüyor. İklim değişikliği ile mücadele politikaları da küresel çevre sorunlarının mağduru olan tüm sosyal kesimlerin temel hak ve özgürlüklerinin de sorgulandığı bir alan haline geliyor.

Dünyanın ekonomi politiği değişirken…

Dünya liderlerini yeni siyasetler üretmeye mecbur eden ve küresel diplomasiyi bu denli ele ve harekete geçiren bu alan, bugün dünya ekonomi politiğinin temel konusu olmuş durumda. Günümüzde, geleneksel ekonomi kuramlarının yerine ekonominin yeşillenmesi bir arayış olarak tartışılırken suyun, havanın, ormanın piyasa malı olmadığına işaret eden farklı ekoloji-siyasi kuramlar acaba ne ölçüde hayatımızda? İşte bu bakış, bize iklim değişikliği ile mücadelenin ideolojik sistemlerle ilgisini kurmadan çözüm de bulamayacağımızı gösteriyor.

Kapitalizmin, insanla doğa arasındaki ilişkiyi devasa bir tüketim çılgınlığına ve rant hırsına döndüren aymazlığına göz yummak ya da yummamak arasında yapılacak bir siyasi tercihten bahsediyoruz ve ülkeler bugün iklim değişikliği ile mücadele edebilmek için büyüme siyasalarında artık bir yol ayırımındalar.

Geçmişte çevrenin korunması, ancak refah yaratıldığı zaman gerçekleştirilebilecek bir lüks olarak görülürdü. Özellikle sanayi sektörüne masraf yükleyen çevre siyasetleri büyümeye zarar verme riski taşıyordu, dolayısıyla  siyasete güç kazandıran ekonomik çıkarlara sahip değildi. Ama bu artık geçerli değil. Bugün iklimi değiştiren nedenler olarak yansıyan bütün bu meselelerin çözümü için yeni bir siyasi akım doğuyor: Düşük karbonlu siyaset.

12 Aralık 2015 günü Türkiye dahil tüm Birleşmiş Milletler (BM) üye ülkeleri tarafından alkışlarla kabul edilen Paris İklim Anlaşması, fosil yakıtlardan uzaklaşılarak düşük karbon ekonomisinin önünün açılacağı yönünde bağlayıcı olmasa da iyi niyetli hükümlere sahip. Anlaşma, “küresel ortalama sıcaklıktaki artışı endüstri öncesi düzeylerin 2oC üstünün çok aşağısında tutarak ve sıcaklık artışını endüstri öncesi düzeylerin 1,5oC üstüyle sınırlamak yönünde çaba göstererek bunların iklim değişikliği risk ve etkilerini önemli ölçüde sınırlayacağını kabul etmek” lazım diyor. Diyor da, bugünün gerçekleri de büyük bir teknolojik devrim ve siyasi irade olmazsa, dünyanın 2100’e kadar “karbondan arınması” imkansıza yakın diyor.

Durum son derece açık, küresel ekonomi fosil yakıtları yakmaya devam ettikçe yeryüzünün yıkımı yakın. İklimin babası olarak bilinen Prof. Dr. Nicholas Stern, “İklim Değişikliğinin Ekonomisi (The Stern Review on the Economics of Climate Change)” başlıklı kitabında insani maliyet bir kenara bırakılsa bile, bu olayların neden olacağı ekonomik kayıpların, geçtiğimiz yüzyıldaki iki dünya savaşı ile Büyük Buhran’ın maliyetine eşit olması muhtemeldir diyor. Stern’e göre, kapitalizm fosil yakıtlara yatırım yapmayı sürdürerek kendi sonunu hazırlıyor. Çünkü artık kaynak kıtlığı küresel ekonominin tam kalbinde fiyatları etkiliyor ve bu noktada ikame de zorlaşıyor, verimliliğin geliştirilmesi de talepteki büyümenin hızına yetişemiyor.

İşin özü; dünyanın sınırlı kaynaklarıyla sınırsız büyüme olmuyor. Bir başka söylemle, insanlık kendi kıyametini hazırladığı bu noktada, şayet yaşam biçiminin sürdürülebilirliğine dair bir tercih yapacaksa, doğayı incitmeye ve tüketmeye devam edecek mi? Bu sorunun cevabını verme zamanı geldi de geçiyor. İklim değişikliğiyle mücadele tam da bu noktada başlıyor. Gezegenin bize sunduğu ganimeti talan ederek iklimi biz insanlar değiştiriyoruz. Doğal yaşam ortamlarının olduğu gibi korunmasının sosyal ve ekonomik olarak daha büyük değerler yaratacağını anlamak neden bu kadar zor acaba?

Türkiye iklim değişikliğini ciddiye alıyor mu?

Almaması şaşırtıcı olur tabii. Çünkü bir Akdeniz ülkesi olarak Türkiye iklim değişikliklerinden en çok etkilenebilir ülkelerden biri. Bilimsel (IPCC, AR5 Raporu) çalışmalar, açık bir şekilde, iklim değişikliğinin etkisinin Akdeniz’de gitgide daha belirgin hale geldiğini ve bu bölgenin dünyanın “iklim değişikliğinden yüksek düzeyde etkilenebilir” (highly vulnerable to climate change)” bölgelerinden biri olduğunu söylüyor.

Felaket tellallığı yapmıyoruz, bizzat yaşıyoruz, iklimlerdeki değişiklikler Türkiye’yi şimdiden tehdit ediyor. Şiddetli ve sık yağışların neden olduğu seller, su baskınları, don felaketleri, kuvvetli fırtınalar, tarımsal üretimi ve su teminini zora sokan boyutlardaki kuraklıklar, hortum gibi sıra dışı doğa olaylarındaki artışlar aslında bizi gelecekte olacaklar konusunda da uyarıyor.

Bu tabloya rağmen Türkiye’nin sınır tanımayan yüksek karbonlu kalkınma arzusu, onun, iklim değişikliği ile mücadelede küresel sorumluluk alan bir ülke olmadığını ayan beyan ortaya koyuyor. Beyan dedik, bizi temsil ettiğini ve yönettiğini zanneden siyasiler bu durumu Paris iklim Zirvesi öncesinde, geçen yıl bütün dünyaya “Türkiye’nin Kesin Katkılar için Ulusal Niyet Beyanı (Intended Nationally Determined Contributions/INDCs)” ile duyurdular zaten. Bu resmi ulusal beyanın ilk satırlarında yer alan “Türkiye, ulusal koşullarına ve imkanlarına uygun olarak iklim değişikliği ile mücadele kapsamındaki toplu çabalara katkıda bulunmayı amaçlamaktadır” ifadesi de siyasilerin taşın altına elini koymamak için kendilerini baştan garantiye aldığını gösteriyor. “Müsaitsem mücadele ederim” muğlaklığında…

Bu paralelde Aralık 2015’deki Paris İklim Zirvesinde T.C. devletinin en yüksek ağzı da -Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan- Türkiye’nin sera gazı salımlarını azaltmaya ve iklim etkilerine uyum sağlamaya hiç de niyetli olmadığını beyan edip, fosil yakıt tüketimini kısmaktan ziyade fosil yakıt yakma hızını daha da arttırmaya adeta söz verdi!

Esasen haklı da… Çünkü bugünlerde bu işlerde henüz para yok, piyasa heyecanı yok. Pazar nükleer santrallerde, doğanın katliamına neden olan HES’lerde, inşaat sektörünü göbeklendiren kentleşme ataklarında, hatta savaş tamtamlarının perde arkasında.

Dünya “büyümeme (degrowth)” kuramlarını tartışırken bizim siyasilerin “ekonomimiz çok büyüyecek ve enerji talebimiz de artacak” söylemleri de iklim değişikliği ile mücadeleye vermiş olduğu önemi yeterince yansıtıyor zaten. Bunun için ülkede var olan yegane doğal kaynak kömürdür zannıyla kömüre ciddi miktarlarda yatırım yapılıyor. Mevcut hükümet önümüzdeki dört yılda ülkenin kömür santralı kapasitesini ikiye katlamayı planlıyor. Böylece Türkiye, dünyada fosil yakıtlara en fazla yatırım yapan üçüncü ülke olacak; çünkü kömür, küresel ısınmaya yol açan sera gazı salımlarından birinci derecede sorumlu olan en kirli fosil yakıt.

Daha ilginç olanı da, bu ülkede ithal kömüre dayalı güç santrallerinin sayıları bir bir artarken iktidardakilerin kendilerine oy verenlere külliyen yalan söylemeleri: “Yerli malı (kömür) Türkün malı, her Türk onu kullanmalı” diyerek…

Memleketin geleceği için pek kaygılı görünen başta ana muhalefet, diğer siyasi partilerden hiç bir Allahın kulunun iktidarın akıldışı iklim politikalarını hiç sorgulamıyor olması da bu ülkenin kaderi olsa gerek.

Haksızlık etmeyelim; Türkiye’de siyasiler iklim değişikliğini hiç kaale almıyor değil. Bunu mutlaka önemsiyorlar ki eylem planlarına, parti programlarına bu konuda hedefler yazıyorlar. Hele önde gelenleri, AKP ve CHP gibi –ki bu konuda aynı kafadalar- şimdilik çok iddialı olmasalar da iklim değişikliği ile mücadeleyi piyasa mekanizmaları ile nasıl içselleştiririz diye uğraşıyorlar. Şeffaf kapitalizm maya tutmadıysa biz de yeşilini yaparız diyorlar. Hak temelli bakışla doğayı ve insanı korumaktan ziyade yeşil patronları kayırmaya vesile olmanın en inanılır göz boyamasına hoş geldiniz!

Kyoto Protokolü’nün yükümlülüklerinin 2020’de son bulması ile birlikte devreye girecek olan Paris İklim Anlaşması, tüm ülkelerin özellikle Türkiye gibi gelişmekte olan ekonomilerin sera gazı salımlarını azaltacak acil önlemleri hükümlere bağlıyormuş; ne gam… Bu ülkede anayasa ve yasalar politik istisnalarla delik deşik edilirken, üstelik muhalefet partileri de hamaset edebiyatlı ufuksuz siyasette ısrarcı iken, memleketimizin “düşük karbonlu” ya da “karbonsuz” geleceği için çalışmak ne kadar akılcı acaba? İklim değişikliği meselesinin Türkiye’nin siyaset arenasındaki doğru yerine işaret etmeye uğraşanlara Allah kolaylık versin.

*Dr. Nuran Talu,
Küresel Denge Derneği Başkanı,
nurantalu@gmail.com