2015, 13 yıllık Ak faşizm iktidarının geriletilip köşeye sıkıştırıldığı ama can havliyle çırpınıp yeniden saldırıya geçtiği bir yıl oldu. 7 Haziran seçimlerinde oyu %40’lara kadar gerileyen ve tek başına iktidar olma şansını ilk kez yitirerek morali çöken Ak faşizm, MHP’nin basiretsiz tutumunu fırsat bilerek seçimi yeniletti ve 1 Kasım’a giderken yarattığı kaos ve savaş iklimi ile kitleleri ölümle korkutup sıtmaya razı etti. Kürt siyasetine azgınca saldırılar, IŞİD mamulü görünümlü Suruç ve Ankara katliamları ile Ak faşizm sonuçta istediğini aldı ve %49 oy ile yeniden tek başına iktidar olma şansını ele geçirdi.
Başkanlık uğruna…
Bu kaos ve savaş iklimi ile korkutmanın iş yaptığını gören Kaçak Saray, aynı taktiği bu kez “başkanlık” hedefini gerçekleştirmek için kullanıyor. Güneydoğu kentlerinde sürdürülen tanklı, tomalı ve onlarca gencin, çocuğun hayatına kasteden saldırılar, Batı’daki illerde de medya kuşatmasıyla üniversite ve sokak protestolarına azgınca saldırılar biçiminde koyulaştırılıyor. Yasama ve denetim erki olarak TBMM’nin iyice işlevsizleştirileceği, yargının iyiden iyiye bağımlı, medyanın iyice tek sesli hale getirileceği, baskı gücü olarak ordu ve polisin yanında paramiliter güçlerin devreye alınacağı başkanlık rejimi, 2016’nın ana gündemi yapılmak isteniyor.
7 Haziran seçim bozgununun ardından başlatılan savaş ikliminin, hangi oyunun parçası olduğunun farkında olmadan, aralarında kimi “ulusalcı” tanımlı grupların, partilerin, medyanın olduğu bir kesim, iktidarın fiilen yanında yer alarak tarihi bir yanılgıya düşüyor. Saray’ın başkanlık hedefli saldırılarına karşı, Kürt siyasetinin de bu süreçte yanlış anlamalara açık bir duruş sergilediği söylenmelidir. Kürt siyasetinin saldırılara şiddet ile karşılık verme yanlışı, tam da AKP’nin isteğine hizmet etmiş ve Güneydoğu kentleri bir anda savaş alanına dönüşmüştür. Kürt siyasetinin dile getirdiği “özyönetim, demokratik özerklik ” türü öneriler ise doğru anlatılamamış, yer yer ayrılıkçılık, bölücülük iddialarına kanıt gösterilmiştir.
Anayasal ve yasal çerçevenin hiçe sayılarak yaklaşık 1,3 milyon insanın yaşadığı ilçe ve semtlere yönelik olup temel insan haklarını ihlal eden, ölümcül güç kullanan bu abluka hareketi, toplumda da büyük bir infiale yol açmıştır. Bu hukuksuz ve insan hakkı karşıtı ortama, çoğu Batı illerimizdeki akademisyen gruplarca örgütlenen barış çağrıları, yine iktidar ve yandaşları, payandaları tarafından saldırı ile karşılaştı; birçok akademisyen gözaltına alındı. Evlerine baskınlar düzenlenerek, dünya kamuoyunda Türkiye, bir kez daha yükselen faşizm tehlikesi ile gündeme geldi.
AKP’nin başkanlık taktiği savaşta, İl İdare Kanunu çerçevesi zorlanarak valilere aşırı yetki kullanımı olanağı getirmekle, hukuksuzluk tavan yapmaktadır. Anayasanın 13. maddesine göre ancak sıkıyönetim ve olağanüstü hal ilanı çerçevesinde yapılabilecekler, İl İdare Yasası 11/C’ye dayanılarak ve valilere aşırı yetki kullandırılarak gerçekleştirilmekte; bu da, daha baştan büyük hukuksuzluk tartışmalarına yol açmaktadır.
Tüm toplum, “terörden, PKK’den yana olmak ya da olmamak” türü bir seçime zorlanmakta. Bu zorlama dışında kalarak “barış” seçeneği ile cevap verilmesi karşısında da baskılar artmakta; yeni kutuplaşmalar, geniş anlamda sol içinde ayrışmaları da getirerek AKP’nin işini kolaylaştırmaktadır.
Barış için
Bugün Türkiye’nin en acil sorunlarından biri, başkanlık hırsıyla sürdürülen savaşın durdurulması, hukukun tesis edilmesi, kopan gönül bağlarının onarılması ve kalıcı bir kardeşlik için barışçı yolların bulunmasıdır. Bunun için de üzerinde mutabık kalınması gereken ana slogan; “Silahlar sussun. Meclis konuşsun” olmalıdır. Kürt sorunu etkili bir biçimde TBMM’ye taşınmalı ve orada konuşulup çözüm yolları aranmalıdır.
Bugünün Türkiye’sindeki Ak faşizmin iktidarında yasama, yürütme ve yargının nasıl tek elde toplandığını görüyoruz. Meclis’in bir yasama bakanlığı, korkutulup yıldırılan yargının taraflı, bağımlı ve sivil-asker bürokrasinin partili bir kast haline getirildiklerini biliyoruz. Bir denetim gücü olması beklenen medyanın nasıl kuşatıldığını, yeni bir tırmanışla, Başkanlık sistemiyle net bir diktatörlük peşinde koşulduğunu saptıyoruz. Bunlar, olmayan burjuva demokrasisinden iyice diktatörlüğe geçişin artık son aşamalarıdır; yerele yetki aktarmak bir yana, yerelin elindeki kırık dökük yetkilerin bile merkeze alınması demektir. Bu bağlamda, İstanbul rantını İstanbul’a bırakmayıp merkezden yönlendirmek için Çevre ve Şehircilik diye bir bakanlığın kurulduğunu anımsamak yeterli.
Kürt sorununun “Türkiyelilik” içinde kalarak çözümünde model olarak kullanılabileceği teziyle, yine Kürt siyaseti tarafından gündeme getirilen “Demokratik Özerklik” (DÖ), Kürt sorununun çözümü ve Türkiye’nin demokratikleştirilmesinde dikkate alınması gereken bir öneridir.
Ancak DÖ, hem Kürt siyasetinin kendi içinde hem de Türkiye solunda yer yer farklı algılanıyor. Bir tür gözü bantla bağlılara “Bu ne?” diye sorup fili tarif ettirmek gibi de özetlenebilir durum…
Nedir Demokratik Özerklik?
DÖ, son tahlilde Türkiye’nin merkezde (Ankara’da) yoğunlaşmış yürütme-yasama-yargı yetkilerinin desantralizasyonunu, yani ademi merkezileştirilmesini öngörüyor. Buna, “merkezden yerele evrilmek” de denebilir.
Merkezde biriken kimi yetkilerin yerele aktarılması, bugün birçok ülkenin zaten yaptığı bir şey. Birçok AB ülkesi böyle yönetiliyor. Güney Afrika’dan Latin Amerika’daki birçok ülkeye kadar yönetim modelleri bu ilkeleri içeriyor. Anayasa ile bazı yetkiler (savunma, dış politika, adalet, iş hukuku, dış ticaret, merkezi planlama, genel maliye vb) merkezde tutulurken yine anayasa değişikliği ile birçok yetki yerel yapılar güçlendiriyor. Kültürün geliştirilmesi ve farklı kimliklerin, dillerin öğretilmesi; eğitimde kullanılması; kentleşme, tarım, turizm politikalarında yerele inisiyatif vb… Ve yine devamında bu yetkileri kullanmada yerel yönetimlerin ve yerel meclislerin geliştirilmesi, oluşturulması, yerel seçimlerin daha önem kazanması, bütün bunların bölge statülerine bağlanması …
Bu tür ademi merkeziyetçi bir idari reform, yereldeki farklı kimliklerin, kültürlerin kendilerini mağdur hissettikleri durumlara, yerelde çözüm üretmeye yarıyor; yerelde çevre tahribatına, iş-aş sorunlarına çözüm üretmeyi kolaylaştırıyor. Emek sınıflarını da ilgilendiren, yerelde siyasete katılımın potansiyelini çoğaltıyor. Tabii ki, kullanmak isteyene…
Kısaca, DÖ, sosyalist, sosyalizan bir reform değil, ama burjuva demokrasisinin geliştirilmesi ve uygulanmasına yarayacak bir burjuva demokratik adımı, o kadar. Peki, böyle olması küçümsenecek, elin tersiyle itilecek bir şey mi? Hayır. Hele ki bugünün Türkiye’sinde birkaç kez hayır…
Çok açık ki, Ak faşizm rejimi, DÖ türü bir reforma hiçbir şekilde yakınlık duyamayacak bir kimyadadır. Sırtındaki suç kamburları ve hayatını idame ettirmede daralan çember dikkate alındığında böyle bir reformla barışık olmayacağı çok açıktır. Buna karşılık, Ak faşizme karşı olan siyaset güçleri, CHP, Kürt siyaseti ve sosyalist sol DÖ’yü temel alan bir anayasa değişikliği üstünde anlaşabilirler. Dünya pratiklerinden de yararlanarak, Türkiye gerçeğinden hareketle, merkezde biriken bazı yürütme-yasama-yargı yetkilerinin yerele aktarılması uygun olanlarını belirleyen ve bunu uygulayacak seçim, meclis vb. süreçleri, aktörleri tanımlayan düzenlemelere gidebilirler. Böylece 81 ili olan Türkiye’yi 20-25 bölge biçiminde tanımlayıp bu bölgelerin anayasada tanımlanmış yerele ait yetkilerle yönetilmesine geçilebilir. Bu, totaliterleşen bir düzenden demokratikleşmeye geçişin adımı ve yol haritası olabilir.
Dolayısıyla burada, daha çok Kürt siyasetinin kendi programına yarayacağı için dillendirdiği ve daha çok Güneydoğu illerini kapsayan bir DÖ’den değil, tüm Türkiye’ye dönük bir geçiş sürecinden ve onun modelinden söz ediyoruz.
Alet çantası ve aletler
DÖ’yü, içinde keser, çekiç, tornavida, pense, karga burun, İngiliz anahtarı vb. olan bir alet çantasına benzetelim. Bu aletlerin her birinin başka bir derde derman olduğu malum. Kürt siyaseti, başından beri, programının ana unsurları olan Kürt kimliğinin tanınması; Kürt kültürünün ve dilinin geliştirilmesi; Kürtçe eğitim yapılması gibi talepleri öne çıkarıyor ve DÖ çantasındaki bazı aletler buna imkan tanıyabileceği için çantayı ısrarla istiyor.
Kürt siyasetinin lideri sayılan A. Öcalan, dört parçadaki Kürt nüfusun her birinde bu tür “Demokratik özerk” bölgelerin oluşmasını ve bunların birbirleri ile irtibat kurarak “Demokratik konfederalizm”i hedeflemelerinin devlet kurmaktan daha doğru olduğunu savunuyor. Öcalan, DÖ’nün, “sadece Kürdistan’da değil, öteki Türkiye bölgelerinde de” olması gerektiğini savunuyor. Ama işler burada karışıyor. Çünkü Öcalan, “Kürt Demokratik Özerk Bölgesi” talebinde bulunuyor. Dahası, bu DÖ’lerde Türkiye kapitalizminin, küresel ve yerel meta kuralları hatırlandığında fantastik hale düşen “komünal yeni yaşam biçimleri” de öneriyor. O zaman da Öcalan’ın önerdiği ve Kürt siyasetinde kafa karışıklığına yol açan DÖ, Türkiye geneline yönelik özerk bölge tanımından uzaklaşıyor.
Çünkü birinci sorun, etnik kriterle bölge tanımı yapmanın imkansızlığı ve yaratacağı sakıncalardan başlıyor. Kürt nüfusun belli illerde yoğunlaşmakla beraber yarı yarıya Türkiye’nin Batı illerinde yerleşik olduğunu anımsamak bile, etnik kriterle bölge tanımı yapmanın doğru olmayacağını öne sürmeye yetiyor. Bölge tanımlamada etnik kimliklerin dışında bir dizi başka parametrelerle kümelenmeye gidilmeli. İkincisi, yine Kürt siyasetinin programında olan toplumsal yaşamı daha “komünal” örgütleme iddiasını DÖ’ye yüklemek, çantayı ve içindeki aletleri zorlamaya götürüyor.
Kürt siyasetinin kendisine ve herkese yapacağı en büyük iyilik “net” olmaktır. Özü itibariyle, bir burjuva demokrasisine geçişi kolaylaştıracak bir araçtan fazla bir şey olmayacak DÖ’lere, farklı işlevler yüklenmemelidir. Küresel kapitalizmle her geçen gün daha çok bütünleşmiş ve her şeyin hızla metalaştığı bir coğrafyada köklü sınıfsal mücadeleler vermeden, sosyalist bir programı olmadan. “komünal yaşamlar” inşa edilemeyeceği gerçeği ile yüzleşilmelidir.
Herkese kahve…
Böyle bakınca, DÖ isimli alet çantasında bazı aletlerin Kürt sorununu çözmeye yaraması demek, o çantanın ve içindeki aletlerin öteki bölgelerde demokratikleşme derdi olanların, sosyalizm mücadelesi yürütenlerin işine yaramayacağı anlamına gelmiyor. Elbette o aletler, Karadeniz’deki HES yağmasını, Akdeniz’deki Ege’deki yağmayı ve kirlenmeyi, İstanbul’daki rant yağmasını, tüm Türkiye’deki emek sömürüsünü sınırlamaya da yarayacak aletlerdir. Dahası, her bölgeye yerelde demokrasiyi geliştirecek böyle bir alet çantası vermek, bunun uğruna çok somut bir mücadele paylaşmak ve yürütmek, tüm aletleri elinde tutup sarayında tekelleştirmek isteyenleri geriletmede önemli bir adım olacaktır.
Birçok yerde yazdım, dile getirdim(*); İspanya’nın Franco rejiminden burjuva demokrasisine geçişte izlediği özerk bölge deneyimi Türkiye için oldukça öğreticidir. Daha çok Katalanların ve Baskların yürüttüğü kimlik mücadelesinde elde etmek istedikleri özerklik, sadece o bölgelere değil İspanya’nın tümüne 17 özerk bölge oluşturarak sağlanırken kullanılan slogan şuydu: “Cafe para todos…” Yani, herkese kahve, sadece size değil…
Tüm, Türkiye’ye demokrasi ve bunun için demokratik özerklik…
(*) Detaylar, Notabene Yayınları’ndan çıkan “Türkiye Solu ve Kürt Siyaseti” kitabımda…
*Mustafa Sönmez,
İktisatçı,
mustafasnmz@hotmail.com