Şöyle başlamak mümkün. Yapılmak istenilen anayasa değişiklikleri sonunda Türkiye’de kimse için hukuk ve güvencenin kalmayacağı o kadar net, getirilmek istenilen sistem o kadar ürkütücü ki, buna “hayır” demenin, “hayır”ı örgütlemenin oldukça avantajlı konumda olduğu söylenebilir. Bu nedenle “evet” yanlılarının, değişiklikleri konuşmak ve savunmaktan çok, hayır diyecekleri töhmet altında bırakma, korkutma biçiminde bir strateji izledikleri de görülmekte. Öte yandan bu strateji, anayasa değişikliklerine hayır diyenlerin neden güç birliği yapmaları gerektiğini gösterdiği gibi, bu stratejiden yola çıkarak çok daha geniş çevrelere (kararsızlar, canı yananlar, aklı selim sahibi AKP’li ve MHP’liler gibi) ulaşmanın anahtarını da vermekte.
Anayasa değişikliklerinin anlamı!
18 maddelik bir paket; ama paketin anlamı büyük. Çünkü ister sistem ister rejim değişikliği deyin, getirilmek istenilenin kökten bir değişiklik anlamı taşıdığına kuşku yok. Mesela!
Yürütme erki tamamen cumhurbaşkanında: Yardımcılar, bakanlar gibi üst kademe yöneticilerini de atama yetkisi var. Üstelik tarafsız değil, partili bir cumhurbaşkanı olarak görev yapacak; bu geniş yetkilerine rağmen yasama organı tarafından denetlenemeyecek.
Gücü ve yetkisi bunlarla da sınırlı değil. yürütme konusunda her tür yetkiyi kendinde toplayan başkanı, az da olsa frenleyecek özerk kurumlara bu değişikliklerde yer yok. Yürütme ve yargı erkleri açısından ise, bir vesayetten söz etmek abartı olmaz.
Yasama üzerinde ciddi bir vesayet kurulmuş durumda: Bu vesayetin güçlendirilmiş veto yetkisi, kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi, meclisi fesih yetkisi gibi birkaç ayağı var.
Örneğin cumhurbaşkanı (CB) tek başına meclisi feshedebilmekte. Oysa, meclisin böyle bir karar alması için beşte üç çoğunluğu sağlaması (356 milletvekili) gerekmekte. Meclisi feshederken CB’nin görevi de son bulup yeniden seçime gitmesi gerekiyor. Buna bağlı olarak AKP’liler, bu yetkinin aşırı bir yetki olmadığı iddialarında bulunabilmekte. Oysa bir tek kişiye verilen bu yetkinin ilkesel olarak aşırı olması gibi, CB’nin zaten kendisi için uygun koşullar olduğunda böyle bir karar vereceğini düşünmek zor olmasa gerek. Kadı ki, iki dönem seçilme hakkı bulunan başkanın ikinci dönemde meclisi feshetmesi durumunda, yeniden seçime girme ve üçüncü bir dönem başkanlık yapma olanağı var ki, yetkinin aşırı kullanımı için her koşul düşünülmüş demek mümkün.
Vesayet bununla da sınırlı değil. Bir yandan, yetkisini anayasadan aldığı “Cumhurbaşkanı kararnameleri” çıkarma gücü var; öte yandan önüne gelen yasaları veto ettiğinde -üye tam sayısının salt çoğunluğu tarafından kabul edilmedikçe- meclisin kendi yaptığı düzenleme üzerinde ısrar etme şansı yok. Kısacası, güçlendirilmiş bir veto yetkisi söz konusu.
Kanun Hükminde Kararnameler (KHK), bugünkü uygulama içinde hükümetin meclisten kararname ile ilgili olarak ilkeleri, kapsamı, içeriği açısından genel bir yetki almasını gerektirmekte. Getirilmek istenilen düzenleme ise, bu yetkiyi doğrudan doğruya cumhurbaşkanına vermekte ki, bunun başlı başına bir güç aşımı olduğu ortada; kötüye kullanılma olasılığı da büyük. Bugün OHAL nedeniyle çıkarılan KHK’lar ve yol açtığı sorunları düşünürsek; bu, söz konusu yetkinin nasıl kullanılacağının da bir göstergesi.
Yargı organı üzerinde vesayet: Yargı erki ve bağımsızlığı hukuk devletinin varlığı için olmazsa olmaz bir koşul. Çünkü hukuk devletinde her organı için yetkileri ve yetki sınırları hukukla belirlenirken, bu sınırların aşılması veya yetkinin kötüye kullanımında tek güvence yargı bağımsızlığı. Bunu sağlamak açısından da, en başta hakim ve savcıların özlük haklarını düzenleyen tarafsız ve bağımsız bir kurulun varlığı önem taşır. Türkiye’de bu işi yapan Hakim ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK), adalet bakanının bu kurula başkanlık etmesi gibi nedenlerle çok zaman bağımsız olmak açısından eleştirilmişken ve 2010 referandumunda getirilen değişiklikler bu bağımsızlığı daha zedelerken, getirilmek istenen değişiklikler bağımsızlığa tümüyle son vermekte.
Örneğin Hakimler ve Savcılar Kurulu (HSK) olarak ismi değiştirilen kurulun üye sayısı 13… Adalet bakanı başkan; adalet bakanı müsteşarı doğal üyesi; dört üyenin hakimler ve savcılar arasından CB tarafından; 7 üyenin ise farklı guruplar içinden “meclis” tarafından atanması öngörülmüş durumda. Hadi meclisin kimlerden oluşacağı belli değil diyelim; yine de HSK’nın yaklaşık yarısı doğrudan CB tarafından atanmakta ki, bu kuruldan bağımsızlık beklemek ancak hayal olabilir!
Anayasa Mahkemesi (AYM) için de aynı durum geçerli. Milli irade ne yönde karar verirse versin, hukukun üstünlüğü kabul edilmişse çıkarılan yasaların hukuk tarafından denetiminin sağlanması şart; bunu sağlayan da AYM. Ancak AYM’nin bu işlevi yerine getirmesi için tarafsızlığının sağlanması da şart… Yapılmak istenen anayasa değişiklikleri ise, tam aksine AYM’yi tümüyle taraflı duruma getirmekte. Üye sayısı 15 olan AYM’de, 12 üyeyi farklı guruplar içinden (yani, Yargıtay, Danıştay üyeleri gibi, öğretim üyeleri gibi) CB atamakta. Geri kalan 3 üyenin ise Meclis tarafından atanması öngörülmekte.
Yani “Başkanın Anayasa Mahkemesi” denilebilecek bir durum söz konusu!
Sonuç olarak, bu sisteme artık ne ad verilirse verilsin, “parti devleti” bile değil, “tek kişi devleti“ nin inşa edilmek istendiği ortada. Bu durumun, -demokrasiyi bırakın- toplumun ve insanın güvenliğini bile tehdit edeceğine ise kuşku yok.
Mutlak güce ihtiyaç neden?
“Devletteki her erki ele geçirme çabası ve bu kadar güç yoğunlaşması neden” diye de sorulabilir. Bu soruya farklı yanıtlar vermek mümkün. Bunlardan biri, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kişiliğine ve Osmanlılık özentisine bağlanabilir. Gerek başkanlık gerek cumhurbaşkanlığı döneminde iktidarı paylaşmaktan ne kadar uzak kaldığı bilindiği gibi, zaman içinde partisinde tek adam olma yolunda izlediği politika da biliniyor. Bu çerçevede, tarihsel miras nedeniyle toplumun güç yoğunlaşmasından pek şikayetçi olmadığı yönünde bir düşünceye sahip olduğu da söylenebilir.
Öte yandan, bugünkü anayasa içinde yaptıklarının meşruiyeti olmadığı açık. Bu nedenle çok yönden eleştirilmesi kaçınılmaz ve bugünkü sistem varlığını sürdürdükçe bunu önlemesi mümkün değil. Dolayısıyla, gönlündeki sistemi yasallaştırmaktan başka çaresi yok! Ayrıca gerek başbakan, gerek CB olarak yolsuzluklar gibi rahatsız olduğu daha birçok konu var ki, hem iktidarı kaybetmemek hem denetimden iyice uzaklaşmak arayışında bunların payı büyük.
Ancak, getirilmek istenen değişikliklerin doğrudan Erdoğan’ın şahsı ile ilişkisi dışında, bu mutlak yetkinin ve getirilmek istenen sistemin yeni bir cumhuriyet, yeni bir toplumsal-ideolojik yapının kurulması açısından gerekli olduğu gibi bir gerekçeden de söz edilebilir. Bir süredir, Cumhuriyet’le birlikte gelen değer ve kurumlara yönelik saldırıların arttığı, özellikle laiklik konusunda ciddi geri adımların atıldığı biliniyor. Bu nedenle yaşanılanları Cumhuriyete ve değerlerine yönelik bir “karşı-darbe” olarak niteleyenler var ki, hiç haksız değiller. Örneğin, iktidar kanadında sıklıkla bir “dava”dan söz edilmekte. Bu davanın ne olduğu netlikle söylenmiyor ama bununla ve Yeni Türkiye ifadesiyle, dine dayalı bir toplumsal-siyasal sistem oluşturmak yönünde bir hedefin kastedildiğini düşünmek için epeyce nedenimiz var. Zaman zaman “kuruculuktan“ söz etmeleri de, bu kuruculuğun, siyasal yapıda açıklık kazanmış sistem değişikliklerinin yanı sıra, toplumsal izdüşümleri olduğunu düşündürtmekte.
Ayrıca, getirilmek istenen anayasa değişiklikleri ve öngördüğü “tek adam devletinin”, Başbakan ve milletvekilleri başta olmak üzere AKP yöneticileri arasında rahatsızlık yaratması beklenirken, bu kadar coşkuyla kabul edilmesi de ilginç olsa gerek! Bu konuda Erdoğan’ın gücü ve ikbal beklentileri gibi etkenler kuşkusuz önemli; ancak, ikna etmek açısından söz konusu “dava” ve hedeflerin kullanıldığının düşünmek de pek anlamsız görünmüyor.
Kuşkusuz, 1923’ten bu yana laiklik gibi bir değere, Medeni Yasa gibi Batı’dan alınmış modern hukuk sistemine sahip, kör topal da olsa demokratik ilke ve kurumları uygulamış bir ülkede istedikleri düzeni kurmaları kolay değil. O nedenle, “tek parti dönemini” eleştirenlerin başında gelirlerken, şimdi o dönemde siyasal anlamda eleştirdikleri ne varsa hepsini uygulamaya geçirme gayretine girmiş bulunmaktalar. Getirilmek istenen anayasa değişiklikleri de bu anlamda önemli. Yani getirmek istedikleri sistem ve düzen için mutlak bir yetkiye, bu yetkinin getireceği korkuya ihtiyaçları var. Cumhuriyet’le değil, fakat Cumhuriyet’in niteliği ile dertleri olduğundan, bu niteliklerden kurtulmak için denetimsiz bir güç istemekteler!
Nasıl bir “Hayır”!…
Kabaca söylersek; “devlet değil millet” diyerek iktidara gelen, halkın iktidarından, vesayeti yıkmaktan söz eden AKP ve Erdoğan, bugün tek kişiyi devlet yapacak bir noktaya gelmiş durumdaysa kullanılacak argümanları da buralarda aramak gerekmekte.
Yani, bu çelişki ve her fırsatta kullanılan milli irade kavramı, hayır kampanyasında üzerinde durulacak önemli konular. Ancak bunları, zaten bu konularda duyarlılığı olan ve “hayır” demesi beklenen kesimlere değil, bunlar dışında kalan kesimlere anlatmak önem taşımakta.
Bunun için, o kesimlerin dili ve hassasiyetlerinden yola çıkmak gerekiyor. Örneğin, emekçi kesimler; suyunu, toprağını korumak isteyen köylüler; evini, parkını korumak isteyen kentliler; ötelenmekten ve şiddetten yılmış kadınlar; çocuğunu imam hatip dışında okutmak isteyen aileler; suçunu bilmeden işinden olanlar gibi geniş kesimlerin her biri için getirilmek istenen sistemin ne anlama geldiği ve neden tehlikeli olduğunu anlatabilmek önemli.
Sonuç olarak, bu meselenin çözüleceği yer bu toplum olduğuna göre, içerik açısından iyi düşünülmüş ve zengin, dili ve anlatımı olumsuz olmaktan çok olumlu bir söyleme dayalı, görselliği yüksek, sloganları sıcak ve samimi ve de kapsamlı bir kampanyaya ihtiyaç var.
Unutulmaması gereken bir nokta da, referandumun, 15 yıldır demokrasi, hukuk devleti insan hak ve özgürlükleri, laiklik ve sosyal devlet açısından Türkiye’yi gerilere iten bir iktidara karşı verilmesi gereken mücadelenin yalnızca başlangıcı olduğu… Örneğin anayasa değişiklikleriyle hem iktidarı hem amaçladıkları toplumsal-siyasal sistemi meşrulaştırmak istiyorlar ama son yıllarda yaşadıklarımız, bu meşruiyet olmadan da meclisteki çoğunluklarına dayanarak fiilen başkanlık sistemi ve daha birçok olumsuzluğu hayata geçirdiklerini göstermekte. Dolayısıyla referanduma karşı “hayır”ın örgütlenmesinde birçok avantaj bulunmasına karşın, bu konuda geçmişte yapılan hataların yapılmaması, örneğin farklı guruplar arasında bir güç birliğinin oluşabilmesi önemli. Daha önemlisi, bu kampanya sürecinin daha sonra da devam edecek uzun soluklu mücadeleye dönüşmesi açısından öğretici olması…
“Hayır da hayır vardır” derken, buradan gerçekten hayırlı sonuçlar çıkarmayı umalım.
*Prof. Dr. Meryem KORAY
Emekli Öğretim Üyesi
meryem.koray@gmail.com