Mehmet Fatih Tıraş’ın anısına….
Türkiye üniversitelerinde yaşanan en büyük tasfiye nasıl başladı?
Barış Akademisyenleri’nin üniversitelerden tasfiyesine yol açan süreç, 7 Haziran 2015 seçimlerinde AKP’nin tek başına iktidar olmasına yetecek oyu alamamasıyla başladı. Seçimin hemen ardından ülke yangın yerine döndü, her yere kaos hakim oldu. Bazılarını IŞİD adlı “İslamî-cihatçı” örgütün üstlendiği intihar saldırıları, kör şiddetin yol açtığı can kayıpları ve yaralanmalar olağan gündem haline geldi. Bu saldırılar genel kamu huzurunu, ama özellikle de muhalif ve sol görüşlü kişilerin düzenlediği barış etkinliklerini hedef almıştı.
20 Temmuz 2015’te Suruç’ta yaşanan intihar saldırısında, batı illerinden Doğu’ya kitap götürerek bir buluşma gerçekleştiren 33 genç hayatını kaybetti; 104 kişi yaralandı. 10 Ekim 2015’te Ankara Garı’nda düzenlenen barış mitingine yapılan saldırıda 109 kişi hayatını kaybetti; 500’ün üzerinde kişi yaralandı. Bir buçuk ay sonra 28 Kasım 2015’te Diyarbakır Baro Başkanı Tahir Elçi, Sur’da basın açıklaması yaparken, canlı yayın esnasında öldürüldü; katilleri halen bulunmuş değil. Bu dönemde, İstanbul ve Ankara gibi şehirlere bile büyük bir kaos hakimdi; kalabalık yerlerde patlamalar oluyor, yolcu dolu otobüsler yanıyordu. Askeri kurumlarda çalışan personel servisleri bile Ankara’nın göbeğinde bu saldırılara hedef olmuştu.
Öyle bir ortamda insanlar, sürekli endişe içinde, evlerinden çıkmaya, kalabalık yerlere gitmeye korkar hale geldiler. Özellikle Kürtlerin yoğun olduğu illerde çok daha ağır hak ihlalleri yaşandı. Gazetecilerin ve uluslararası gözlemcilerin giremediği Sur ve Cizre’de sivil insanlar, temel ihtiyaçlarını bile karşılayamaz halde, keskin nişancılarla çevrili, ölümle burun buruna yaşamak zorunda kaldılar. Bu dönemde medyaya yansıyan birkaç olay kamu imgeleminde oldukça derin izler bıraktı: Taybet Ana’nın bedeni bir hafta düştüğü yerden kaldırılamadı. Öldürülen bir bebeğin bedeni, kokmasın diye dondurucuda bekletildi. Bir gencin bedeninin –ki, öncesinde ölmüş olduğu söylendi- zırhlı araca bağlanmış şekilde yerlerde sürüklendiği görüntüler tüm Türkiye’ye yayıldı.
Barış Akademisyenleri, Türkiye’nin derin bir karanlığa sürüklendiği böylesine zorlu bir ortamda “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiriyi imzalamakla, devleti yöneten bazı aktörlerin savaş ve zulüm politikalarına itiraz ettiler; çatışmaların sonlandırılması ve barış masasına geri dönülmesi çağrısında bulundular. 1128 akademisyen, ağır silahlara, havadan saldırılara, keskin nişancılara, IŞİD saldırılarına karşı sadece bir imza ile karşılık vermiş, barış ve uzlaşma çağrısında bulunmuştu.
Destekler, tepkiler ve cezalandırmalar
Ancak Barış Akademisyenleri’nin çağrısı öfke ve şiddetle karşılandı. Bildiri 11 Ocak 2016’da kamuoyuna sunulmuştu. Ertesi sabah bir grup Alman turist, Sultanahmet meydanında IŞİD saldırısının hedefi oldu; bu saldırıda 14 kişi hayatını kaybetti, 9 kişi yaralandı. Televizyonlara verdiği demeçte bu konuyu kısaca geçiştiren Erdoğan, hemen ardından hışım ve öfkeyle Barış Akademisyenleri’ne yüklendi: Metni imzalayan akademisyenlere, “siz aydın değil, karanlıksınız” dedi ve onları “vatan haini”, “müstemleke aydınları”, vb. olmakla itham etti. Bu açıklama bir aforoz işlevi gördü ve hemen ertesi gün işten atılanlar oldu. İvedilikle ilk kararları verenler, en güvencesiz çalışma koşullarını sunan vakıf üniversitelerindeki bazı vazifeşinas rektörlerdi; bu hukuksuzluklara imza atanlar dalga dalga büyüdü. Ama direnenler de oldu. Bir yandan da beklenmedik bir şekilde, Erdoğan’ın açıklamasının hemen ardından 1000’den fazla akademisyen daha metni imzaladı. Bu şekilde metni imzalayan akademisyen sayısı 2212’ye ulaştı. Yurtdışından da -aralarında dünyaca tanınmış düşünürlerin olduğu- bir grup akademisyen bu metne destek vermişti. Akademisyenlere ayrıca edebiyatçılar, sinemacılar, gazeteciler, yayıncılar, hukukçular, tiyatrocular, çevirmenler, feminist kadınlar gibi pek çok kesimden destekler yağdı. Başka bir grup akademisyen de Prof. Ayşe Buğra’nın hazırladığı bir metni imzalayarak Barış Akademisyenleri’nin fikir ve ifade özgürlüğünü savundu. Bu dönemde Barış Akademisyenlerini kınayan bir bildiri de hazırlandı; ancak bu metindeki bazı imzaların sahte olduğu veya izinsiz kullanıldığı ortaya çıktı.
Barış Akademisyenleri, 12 Ocak 2016’dan beri pek çok farklı hak ihlali ile karşı karşıya kaldılar. Hukuken cezalandırılmayı gerektirecek hiçbir fiil söz konusu olmadığı halde, evleri basılarak gözaltına alınanlar, ofis odaları işaretlenerek tehdit edilenler, yandaş medyaya boy boy resimleri verilerek hedef gösterilenler, linç girişimleriyle karşılaşanlar, iş akdi feshedilerek işten çıkarılanlar oldu. Bütün bu baskılara ve o zamana dek 20 kadar kişinin işten atılmış olmasına karşı dayanışma amacı ile 10 Mart 2016’da Eğitim-Sen’de bir basın açıklaması yapıldı. Basın metnini okuyan dört Barış Akademisyeni -Yrd. Doç. Dr. Muzaffer Kaya, Yrd. Doç. Dr. Esra Mungan, Doç. Dr. Kıvanç Ersoy ve Yrd. Doç. Dr. Meral Camcı- tutuklanarak cezaevine kondu. Nisan 2016’da da Barış Akademisyenleri’ne karşı ilk davalar açıldı. Savcı İrfan Fidan’dı; yani Erdem Gül’ün ve Can Dündar’ın da gazetecilik yaptıkları için hapse atılmasına yol açan şahıs. Ancak kitlesel düzeydeki daha sistemli cezalandırmalar, altı ay sonra ülke genelinde olağanüstü hal (OHAL) ilan edilmesinden sonra gerçekleşti. Hukukun askıya alındığı, 130.000’in üzerinde insanın görevinden ihraç edildiği bu dönemde, Barış Akademisyenleri’nin yaşadığı hak ihlalleri de katlanarak çoğaldı.
Hukuksuz uygulamalar nasıl derinleşti?
AKP hükümeti ve destekçileri, 15 Temmuz 2016’da yaşanan “darbe girişimini” gerekçe göstererek 20 Temmuz’da sivil bir darbe yaptılar ve ülke genelinde OHAL ilan ettiler. Anayasa ve hukuk ilkelerinin hiçe sayıldığı bu dönemde ülke kararnamelerle (KHK) yönetilmeye başladı; sınırsız yaptırımlar ve keyfilikler içinde hayati kararlar verildi; bu hukuksuz kararları verenler, yine kararnamelerle cezai sorumluluktan muaf tutuldular. Bir yandan da Cumhuriyet tarihinde görülmemiş bir tasfiye ve kadrolaşma yaşandı. Bütün kurumların içi boşaltıldı. Bunlar yaşanırken Anayasa Mahkemesi de dahil hiçbir mahkeme yargısal denetim başlatmadı. Kararnamelerle alınan devasa boyuttaki hukuksuz kararlara karşı konulamadı; zira ucunda, “darbeci,” “terörist,” vb. olmakla suçlanma ve sonu belirsiz bir mahkumiyet alma riski vardı.
OHAL ile birlikte ilk önce AKP’lilerin daha önce işbirliği içinde olduğu, “Hoca Efendi” diye saygıyla sözünü ettiği Fethullah Gülen, “FETÖ” etiketi yapıştırılarak terörist ilan edildi; cemaatine mensup kişiler, darbe teşebbüsünde bulundukları gerekçesiyle tasfiye edilmeye başladı. Zamanla bu tasfiye ve “FETÖ” damgası, darbe girişimi ile ilgisi olan olmayan herkesi kapsayacak şekilde genişletildi; AKP’li olmayan, AKP’ye muhalefet eden tüm kesimler bundan nasibini almaya başladı. OHAL koşullarında, darbe gerekçesiyle başlatılan hukuksuz uygulamalara, hiç alakaları olmadığı apaçık olduğu halde Barış Akademisyenleri de dahil edildiler. Cadı avının, sadece 15 Temmuz olaylarından sorumlu tutulan cemaatçileri bağlamayacağı, zamanla tüm muhalif kesimleri kapsayacağı zaten öngörülüyordu; öyle de oldu. 1 Eylül 2016 tarihinde çıkarılan KHK ile Kocaeli Üniversitesi’ndeki imzacı akademisyenlerin hemen hepsi ve başka üniversitelerde çalışan bazı akademisyenler görevlerinden ihraç edildiler. Daha sonra çıkarılan KHK’larla birlikte toplamda 406 Barış Akademisyeni çalıştığı üniversitelerden ihraç edildi. Pek çok akademisyen de her an atılma tehdidi altında yaşadığı için ya istifaya ya da emekli olmaya mecbur edildi.
KHK’larla verilen bu hayati kararlar, bazı üniversite rektörlerinin soruşturmaya dahi başvurmaksızın kendi imal ettikleri suçlamalara dayandırıldı. Yani ortada, mahkemeler tarafından verilmiş, kamu görevinden çıkarılmayı gerektiren herhangi bir suç veya mahkumiyet yoktu. Konunun muhataplarına kendilerini savunma hakkı bile verilmedi. Üniversitede kalabilenleri ise çok daha huzursuz günler beklemeye başladı. Sözleşmesi yenilenmediği için işini kaybedenler, doçentlik başvurusu reddedilenler, çalışmalarını araştırmalarını yürütmeleri engellenenler, hak ettikleri kadrolara terfileri yapılmayanlar oldu. Barış Akademisyenleri de dahil, KHK listelerine alınarak ihraç edilen 130.000’in üzerinde insanın mahkemelere erişimi engellendi; başvuruların AİHM önünde yığılmasının önüne geçmek isteyen Avrupa Konseyi, itiraz makamı olarak, OHAL İşlemleri İnceleme Komisyonu kurulmasını önerdi. OHAL’in ilan edilmesine neden olan olaylarla hiçbir ilişkileri olmadığı halde KHK’lı Barış Akademisyenleri de hak aramak için OHAL icadı bir komisyonun kurulmasını beklemek zorunda bırakıldılar.
Yüzbinlerce insan bir gecede KHK’lı terörist oldu
Barış Akademisyenleri “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı metni imzaladıkları için cezalandırıldıklarını biliyorlardı. Ama bir gece yarısı, KHK listelerine girmiş olduğu için görevinden, hatta mesleğinden olan insanların çoğu, uzun yıllar boyunca neden atılmış olduklarının bilgisine dahi ulaşamadı. “Neden KHK’lı oldum, neden atıldım” diye sorabilirdin tabii… ama muhatap bulup da bir cevap almak mümkün değildi. Bilgi Edinme Kurumu vardı güya… Başbakanlığa bağlı… tüm yurttaşlara hizmetle görevli! Gel gör ki “KHK’lı olduğunuz için size bilgi veremeyiz” diyordu. “KHK’lı olmak” kendinden menkul bir suç gibi… yakanıza yapışmıştı bir kere… “Suçlu olmasan neden KHK listesine giresin… Neden devlet seni işinden atsın?” diyen bir mantık içinde debelendirilip durmaktı KHK’lı olmak. Hem sonra kusur bulmak o kadar da zor değildi. Onun da yolu yordamı vardı. Arayan bulurdu… Bulamazsa “kurum kanaati” yazar geçerdi. Ama önce OHAL komisyonu kurulacaktı… Ha kuruldu ha kurulacak…tı… OHAL Komisyonu nasılsa kim suçlu kim suçsuz karar verecekti… Koskoca adamlar bilmeyecek de kim bilecekti? Beklemekten başka yapacak bir şey yoktu… Hele bir kurulsun… Velhasıl, tüm yollar olmayan OHAL komisyonunu gösterdi, aylarca…
Bu sırada “KHK’lı olmak,” günlük dile, sözlüklere yerleşti. Türkiye kamuoyu, iltisak, irtibat, kayyum gibi pek çok başka sözcüğü de yine bu dönemde öğrendi. Ohal koşulları, 130.000’in üzerindeki kamu emekçisi gibi Barış Akademisyenleri’nin de işlerinden, seyahat özgürlüklerinden, adil yargılanma hakkından, sosyal güvencelerinden yoksun bırakılmasına sebep oldu. KHK’lı olmak, en temel yurttaşlık haklarından bile mahrum kalmak demekti; idari ve adli soruşturmalarla taciz edilmek, mesnetsizce suçlanmak, yargılanmak, muhatapsız kalmak, boşu boşuna hapis yatmak demekti. KHK’lı olan kişilerin velayet hakkı, seçilme ve hatta seçme hakkı dahi tartışmaya açıldı. Tazminatları verilmedi. Mal varlıklarına el konuldu.
Atanmış 7 bürokrat, yüzbinlerce insan hakkında nasıl karar verebilir?
OHAL Komisyonu, Avrupa Konseyi’nin tavsiyesi üzerine kurulmuş olsa da, yapısı ve işleyişiyle Avrupa Konseyi’nin tavsiyelerine uygun olmaktan uzaktı. 7 bürokratın[1] atanmasıyla, emir komuta zinciri içinde, hukuk yollarını tıkayan dev bir “fotokopi komisyonu”[2] kuruldu. Söz konusu komisyon, binlerce kamu görevlisinin uğradığı haksızlığı gidermek bir yana, bu haksızlıkları onaylayan kararlara imza attı. 104.643 başvuruyu reddeden komisyonda halen de beklemekte olan 6.080 dosya bulunuyor. Kabul alan bazı başvuruların ahbap-çavuş ilişkileriyle gerçekleştiği yönünde haberler dolaştı medyada.
OHAL çoktan bitti, ama insanların hukuka erişimini engelleyen bu komisyonun görev süresi ha bire uzatılıp duruyor. Barış Akademisyenleri’nin dosyaları da yıllarca hiçbir şey yapılmadan bekletildi. AİHM’nin uyarısı üzerine, bu dosyalara cevap verme lütfu gösteren komisyon, 28 Eylül 2021’den itibaren Barış Akademisyenleri’ne de peş peşe red kararları göndermeye başladı. Oysa Anayasa Mahkemesi, 26 Temmuz 2019 tarihinde, Barış Akademisyenleri’nin ifade özgürlüğü ve akademik özgürlüklerine sahip çıkan bir karara imza atmıştı. Bu karar gereğince akademisyenlerin, görevlerine iade edilmeleri, ihraçlarından bu yana geçen yıllar içinde uğradıkları hak ve gelir kayıplarının giderilmesi ve çalışma haklarının önündeki her türlü engelin kaldırılması gerekiyordu. Ancak sadece yargılandıkları ceza davasından beraat ettiler; bunun dışında resmen ve fiilen cezalandırılmaya devam etmekteler. Anayasayı tanımayan, OHAL icadı bir komisyon tarafından, Anayasa ile güvenceye alınmış bir hakkı kullandıkları için: İfade özgürlüğü… Bu hakkı doya doya kullanan “mutlu” bir azınlık yok değil Türkiye’de. Ama onlar da başka şeylere kurban gidiyor, süreç derinleştikçe. Barış Akademisyenleri’ne “oluk oluk kanlarınızı akıtacağız ve akan kanlarınızla duş alacağız” diyen Sedat Peker de bir dönem bu mutlu azınlığa dahildi.
“Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildirinin kamuoyu ile paylaşılmasından neredeyse iki yıl sonra 5 Aralık 2017 tarihinden itibaren bu defa kitlesel düzeyde, toplamda 822 Barış Akademisyenine teröre destekten dava açıldı; hatta mahkumiyet kararlarına bile imza atan vazifeşinas hakimler oldu. Prof. Füsun Üstel bu yüzden iki buçuk ay hapis yattı. Bir o kadar süreyi de pasaportu zayi edilen Prof. Tuna Altınel tutuklu geçirdi. O dönemlerde alınan hukuksuz kararlar yine mahkemelerce bozuldu, fakat bu davalar yıllarca sürdü. Bugün beraat etmiş olsalar da fiilen muhatapsız bırakılan Barış Akademisyenleri, üniversitelerine dönebilmiş, ya da haklarını geri alabilmiş değiller. Çünkü OHAL hukuken bitmiş olsa da fiilen devam ediyor…. ettiriliyor.
KHK’ların zincirleme etkileri devam ediyor
KHK’larla görevlerine son verilen insanların pasaportları da ellerinden alındı; bu şekilde, ülke içinde çalışmaları engellendiği gibi başka ülkelerde iş bulma imkanları da ortadan kaldırıldı; araştırmalarına, çalışmalarına başka ülkelerde devam etme yollarını arayanlar, sanki suçluymuşcasına illegal yollardan yurtdışına çıkmaya mecbur edildiler. OHAL KHK’ları, ihraç edilen kamu görevlilerinin, özel yaşam, aile yaşamı, seyahat, çalışma, sosyal güvenlik vb. yurttaşlık haklarından mahrum edilmelerine yol açtı. Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi İzleme Komitesi üyeleri, OHAL dönemi ihraçlarının bu ağır sonuçlarını “sivil ölüme” benzetti. Kaldı ki zaten yollarda, inşaatlarda ölenler, hastalıklarla boğuşanlar, ailesi, çocukları cezalandırılanlar, intihar edenler oldu; kimisi hepten işsiz kaldı; kimisi ucuz işgücü oldu.
Barış Akademisyenleri’nin ve genel olarak KHK’lıların yaşadıklarının toplum üzerinde zincirleme pek çok etkisi oldu. KHK’lar, tüm çalışanların iş ve gelecek güvencesine vurulmuş gelmiş geçmiş en büyük darbe olup nitelikli işgücünü göçebeleştirdi. Sürece tanık pek çok genç araştırmacı ve akademisyen, Türkiye’de geleceğini göremez hale geldi, demokrasiye ve hukuka dair umudunu kaybetti ve başka ülkelerde yeni bir yaşam arayışına girdi. Doktorlar, hemşireler, eğitimciler, araştırmacılar, vb. yetişmiş kalifiye işgücünün bir kısmı da iş bulabileceği, emeğinin maddi ve manevi karşılığını alabileceği, çalışma huzuruna kavuşabileceği bir yer arayışıyla, dolaylı olarak tasfiye oldu.
Sonsöz
Çoktandır Türkiye’yi bilim ve hakikat düşmanı mafya-tarikat batağına sürükleyen yolculukta, elbette ki görev ve yetkilerini kötüye kullanan tüm yöneticilerin, tüm hukukçuların sorumluluğu var. Göstermelik soruşturma evraklarına imza atarak korku iklimine su taşıyan kapı kulu profesörler, rektörler de buna dahil; her birinin attığı küçük küçük düğümlerin geldiğimiz noktada payı var. Siyasi iktidardan aldığı talimatlarla akademik usulleri ihlal eden kayyum rektörler, üniversitelerimizin ve gençlerimizin geleceğini tehdit etmeye devam ediyor. Akademik özgürlüklere ve üniversitelerin özerkliğine yönelik saldırılar durmaksızın sürerken üniversitelerimiz, akademik kadro ve öğrenci profili bakımından ciddi nitelik kaybı yaşıyor. Bu, sadece Barış Akademisyenleri’nin değil akademik özgürlüğü, üniversite özerkliğini, bilimsel çalışmaların bağımsızlığını, içinde yaşadığı toplumun refahını ve geleceğini umursayan herkesin meselesidir. Barış Akademisyenleri’nin geleceği… Enes’lerin, Bahadır’ların[3] geleceği… Türkiye’nin geleceği… Hepsi birbirine bağlı… Ya hep beraber… Ya hiçbirimiz.
[1] Bkz. Kaboğlu, İbrahim (2022, 22 Ocak) “Kaboğlu: OHAL Komisyonu Anayasa’yı sürekli reddeden bir kuruma dönüştü,” Duvar, https://www.gazeteduvar.com.tr/kaboglu-ohal-komisyonu-anayasayi-surekli-reddeden-bir-kuruma-donustu-haber-1550204
[2] Bkz. Değirmencioğlu, Serdar M (2021, 28 Kasım) “Fotokopi Komisyonu Çalışıyor,” Evrensel, https://www.evrensel.net/yazi/89902/fotokopi-komisyonu-calisiyor
[3] Tıp öğrencisi Enes Kara, tarikat baskısına, babası KHK’lı olan Bahadır Odabaşı ise yaşadığı sosyal dışlanmaya, intihar ederek son verdiler.