ENVER AYSEVER*
Antakya hakkında güzelleme yapmak isteyenler bölgenin çok kültürlü yapısından söz ederler ve barışın, hoşgörünün kentinde olmanın erdemlerinden/hazzından söz açarlar. Eğer salt turistik bir gözle bakmaya niyetiniz varsa, Uzun Çarşı yakınında yeni planlanmış ve hayli çekici butik otellerden birinde kalırsınız ve sabah sahiden ezan sesi, çan sesi birbirine karışmış uyanırsınız. Üstelik hiç kimse birbirinin inancına karışmaz ve Havra, Cami, Kilise bir arada bulunur; şaşırtıcı bir gerçek olarak karşınızda durur. Dünyaya dair umudunuz yeşerir.
Hoşgörü sözcüğünü sevmem, birinin eksikliğini/hatasını görmezden gelme, affetme türü bir anlam içerir. Eşit yurttaş olma, fikir, ifade özgürlüğünü savunma noktasında tehlikeli bir kavramdır. Antakya için ‘hoşgörü kenti’ tarifini yapmak, beraberinde ‘kim kimi hoş görüyor?’ sorusunu da getirir. Bölgenin çeşitli ve hayli ilginç etnik, dinsel, mezhepsel yapısını göz önüne alınca bu ‘hoşgörünün’ nasıl oluştuğunu da anlarsınız.
Halkından korkan devlet
Arap nüfus Sünni, Alevi, Hıristiyan olarak üçe ayrılmıştır bölgede. Ayrıca Türkmenler (Sünni) bulunmakta… Kök olarak bakıldığında bölgenin ağırlıklı kimliği Arap-Alevi’lerden oluşur. Cumhuriyetin kuruluş aşamasının en tartışmalı merkezi olan Hatay ve çevresi hem Fransız egemenliğinde kalmış bir süre, hem de bağımsız, geçici bir cumhuriyet süreci yaşamıştır. Nihayetinde büyük bir çoğunlukla Türkiye’ye katılma kararı vererek, neredeyse tekçi anlayışa gönülden teslim olmuş, hatta bu korku ikliminde ihanet eden olmadığını kanıtlamak için aşırı gösterilerde de bulunmuştur. Neden?
Hala MGK(Milli güvenlik kurulu) kararlarında bölgedeki Arap nüfusun Türkleştirilmesi resmi devlet aklı olarak kayıt altındadır. Gün gelir de bir ihtilaf halinde buradaki insanlar bize ihanet ederse kaygısı, tıpkı Kürt sorununda olduğu gibi, hastalıklı devlet bakışında yaşamaktadır. Oysa bölge insanı özellikle eşit yurttaş hakkını elde ettiğini düşündüğü Cumhuriyet’e, onun laik ve görece özgür koşullarına gönülden teslim olmuştur. Çok sesli, çok kültürlü yaşamak bu insanların doğasında bulunmaktadır. Ama Afganistan’dan gelen koyu İslamcıları bölgeye yerleştirerek demografik yapıyla oynamak yukarda söz ettiğim kafanın tipik uygulamasıdır. Özal yurtdışından gelen bu İslamcılara, yüzde yüz kendi yurttaşlarından daha çok güvenmiştir.
Gün geldi, Suriye kavgası kapıyı çaldı
Şimdi küresel ortam bölgeyi dünyanın merkezi haline getirdi. Hemen Suriye’nin yanı başında yaşayan insanların bir kısım akrabası da kuşkusuz sınırın öte yanında. Uzun yıllar PKK sorunundan dolayı gergin süren ilişkiler cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in tek yurtdışı seyahatini Suriye’ye yapmasıyla yeni bir sürece doğru yelken açılmasını sağladı. Erdoğan bölge barışı adına hemen bu kapı komşusuyla iyi ilişkiler kurdu ve vizeler kalktı, sınır açıldı ticaret ve insani ilişkiler gelişti. Bölge halkının baharı o gün başladı. Yeni ticari atılımlar gerçekleşti ve akrabalar arası ilişkiler güçlendi. Yeni bir sayfa açılmıştı.
Savaş çığlıklarının atılması ve ilişkilerin en gergin aşamaya gelmesiyle yepyeni bir kaos ortamı doğdu. Şimdi uzun yıllardır kendisine kuşkuyla bakılan insanlar fikirlerini, gördüklerini açıklamaktan çekiniyor. Öyle bir baskı ortamı var ki, “tek doğru müdahaledir, mutlaka kan akmalıdır” dayatması karşısında büyük çaresizlik içinde yaşıyor halk. Oysa bu tür durumlarda birden fazla bakış ve gerçek olabilir. Kendi haklarını, halkların kardeşliğini suç sayan bir siyasi ve ideolojik ortamla karşı karşıyayız.
Esad’ı savunmadan barışı savunmak
Türkiye ve dünya medyası öyle bir dil ve iklim yaratıyor ki, tek aykırı söz etmek diktatörü savunmak anlamına geliyor. Başka bir yerden bakmak olası değil gibi; dayatma karşısında çaresizlik büyüyor. Halkın önemli bir kısmının Arap-Alevi olmasının, sanki bu kitlenin Esad’cı olması gerektirdiği izlenimi yaratılarak gerçeklerin tartışılması engelleniyor. Oysa bölgenin ciddi bir Hıristiyan-Arap nüfusu var ve onlar da gelişmelerden kaygılı. Üstelik muhalif görünen kitlenin tabanı nereye dayanıyor, kimdir bu kişiler ve temsil yeteneği nedir, sorulamıyor bile! Ama en acısı, Türkiye’nin çıkarını korumanın suç sayılması… Bölgenin ve ülkenin garip bir kavramsallaştırmaya mahkum kılınması! Örnek ‘Butik devlet mi?’ olalım sorusu. Kaç zamandır dev bir süpermarkete dönüştüğümüz ve iyi pazarlanan yapıda olduğumuz da ortada gerçi!
Eğer ifade özgülüğünden söz edeceksek, buna cesaretimiz varsa; insanları mezheplerinden, dinlerinden, etnik kökenlerinden dolayı susturmayı ayıp saymalıyız. Kişiyi istemi/tercihi dışında tarif ederek insanlık suçu işlemekten vazgeçmekle işe koyulmak gerek. Kimi iyi niyetli, kimi fırsatçı kalemler bir de böyle düşünse…
Medya üzerinden savaşmak ve medya terörü
Suskun Antakya halkı biri çıksa da gerçekleri söylese, derdimizi anlatsa diye bir süredir çaresiz bekliyor. Ancak siz bir gazeteci/yazar olarak ‘gel, bilgi ver, iki söz et’ dediğinizde kimseyi bulamıyorsunuz. Yıllara dayanan bir ölüm sessizliği söz konusu! Uzun zaman CHP’nin kalesi olarak görünen ama şimdi AKP ve Sadullah Ergin egemenliği altındaki Antakya (Hatay)’da devran dönmüş. Alevi nüfus, Hıristiyan halk bir sığıntı gibi…
Anadili Arapça olan insanlara öteden beri etnik yapısı dolayısıyla kuşkuyla bakılırken, şimdilerde mezhep farkı nedeniyle daha bir altı çizilmiş halde damgalanmış durumda. Herhangi bir devlet dairesinde görev almaları yasak! AKP dönemiyle birlikte iş çığırından iyice çıkmış durumda. Tüm ülkede olduğu gibi ‘Ya bendensin, ya hiçsin’ burası için de geçerli. Sessizliğin nedeni, küçük yerde, bir kez daha damgalanma endişesi…
Artık iyice tüm dünya biliyor ki CNN, SKY, El-Cezire televizyonları birer savaş makinesi. Tüm dünyaya buradan iletilen bilgiler ve görüntüler savaş ortamı yaratıyor; iktidarların devrilmesi için halkla ilişkiler kampanyası rahat sürüyor. Ancak Suriye’nin konumu ve bölge haritalarının değiştirilmesi için son ve önemli kalenin burası olması denklemi değiştiriyor. Özellikle Suriye’den göç eden kişilerin kim olduğu yönünde tartışma yoğun. Suriye muhalifi olarak ortaya çıkan grupların bir bütünlüğü yok. Söylem birliği yok. Tabanları, temsil yetenekleri tartışmalı. Buna karşılık yeniden biçimlenecek Ortadoğu haritası için mutlaka Suriye düşmeli… Nedeni çok açık; Müslüman Kardeşler eliyle kolay yönetilen, göbekten ABD’ye bağlı bir ortam yaratmak. Başka bir deyişle, Şii blok egemenliğini ortadan kaldırmadan bölgenin enerji, su kaynaklarını yönetmek olası değil. Hal böyle olunca, Suriye, sırtını İran ve Rusya’ya dayamış durumda. Bir tür ölüm kalım savaşı!
İnançlar ve ifade özgürlüğü
Alevi toplum uzun süredir baskı altında kaldığı için ibadetlerini içe kapanık biçimde gerçekleştiriyor. Son günlerde “Arap Aleviliğiyle Anadolu Aleviliği farklıdır” vurgusu işi daha da içinden çıkılmaz hale getiriyor. “Esas olan Hz. Ali ve Ehlibeyt sevgisidir” diyen bir anlayış ağırlıklı. Bir de 12 imamın ardından gelen bir kol olan Nusayrilik ismi üzerinde tartışma var alttan alta. Bir grup, “Nusayri” demenin doğru olduğunu ve bunun bir öğreti, yaklaşım olduğunu savunurken, bir kısım “Alevilik bize yeter, bizi daraltmaya/sınırlamaya kimsenin hakkı yok” diyor. Nusayri vurgusu, Esad karşıtı kampanyanın dili halinde. Baskı altında halkın büyük korkusu bu…
İnançlarına ‘sapkın’ diyen bir anlayışa karşı direnç göstermek kolay değil. Sayıları hayli fazla olan, doğru dürüst bir eğitimden geçmemiş ve üstelik bir de dil/ifade sorunu olan insanların din adamı/şeyh sayılması meseleyi güçleştiriyor. Laik, ilerici, demokrat yapısı bilinen bölge insanı, sanki giderek sünnileştirilmiş. Yıllardır bölgeye giden biri olarak bu denli dinsel tartışmaya ve ritüele/ibadete yönelik bir ortam görmemiştim. İnancın, kültürün köklerini araştırmak, ifade etmek elbette doğal bir hak… Ancak çatışma iklimi tuhaf bir dindarlıkla sürüyor. Bir yandan demografik yapı değiştiriliyor, bir yandan inancın doğası başka bir hal alıyor gibi. Bu ortamda konuşmak hayli güç…
Kapitalizme uyumlu İslam
Bu süreçte AKP’nin nasıl bir rol modeli olduğunu anlatmaya gerek yok. Bölge, kendince bir demokrasi tarifi içinde, yeni bir düzenle karşı karşıya. Bir yanıyla kukla iktidarlara göre ilerici bir siyasi hareket AKP; ama Türkiye deneyimi için hayli geri. Çoğulcu, hak ve özgürlüklere saygılı bir yönetimden söz etmiyoruz. Tersine neoliberal dünyaya uyumlu, ıslah edilmiş bir İslami hareketten söz ediyoruz. Soru açık: Suudi Arabistan, Kuveyt, Katar neden hedefte değil? Neden onların halkına domino etkisi olmuyor? Yanıt açık: Sorun demokrasi, çoğulculuk değil, teslimiyet!
Bu denklemde Müslüman Kardeşler’in zorbalığı ve caniliği karşısında Türkiye Alevilerinin korkması doğal. Bölge eylemlerinde “Aleviler tabuta, Hıristiyanlar Beyrut’a” dendiğini işitenler çok. Samandağ’da konuştuğum bir Hıristiyan sürecin emperyalist bir hareket olarak devam ettiğini açıkça söylüyor. Baskı altında olduklarını da! “Ne yapmalıyız?” sorusu dillerde. Medyanın zorbalıkla dayattığı gerçekler karşısında “Ya Esadcısın ya bizden” ikilemi gerçekleri gizlemeye yeten bir ayrım.
Adaletten, eşitlikten, insandan yana olmak çok zor bugünlerde.
*Gazeteci Yazar, enveraysever@birgun.net