adana

Gökhan Günaydın – Türkiye Yerel Yönetimler Deneyimi ve Temsili Demokrasi Krizi

2-5-NgOH9vr

 

 

 

 

Türkiye’nin yönetim yapısının kuruluş ve görevleri, merkezden yönetim ve yerinden yönetim esaslarına dayanmaktadır.
Yerel yönetimler il, belediye ve köy halkının yerel ve ortak gereksinimlerini karşılamak üzere kurulan, karar organları halk tarafından seçilen kamu tüzel kişilikleridir.

İl özel idareleri, belediyeler ve muhtarlık aşamalarından oluşan yerel yönetimler, uygun ölçek büyüklüklerinde temsili demokrasinin zaaflarının en az hissedildiği yönetim birimleridirler. Muhtar / belediye ve il genel meclisi üyesi / belediye başkanı sıfatı taşıyan yerel yöneticiler seçmenler tarafından tanınarak seçilir, yurttaşlar kurulan mekanizmalarla yönetime katılırlar. Karar ve yönetme süreçlerindeki birliktelik, yerel bütçenin yerel halkın öncelik sıralamasına göre etkin kullanılmasına ve denetlenmesine olanak tanır. Bu mekanizma, aynı zamanda yerel demokrasinin gelişimi ve bu pratiğin merkeze aktarılması işlevini de görür.

Ancak yukarıda idealize edilen sistemin işleyişinin sorunsuz olduğunu söylemek mümkün değildir. Tersine, AKP döneminde Türkiye’de derin bir yerel yönetim krizi yaratılmış ve kurulan bu “düzen” sayesinde ülkenin yönetim yapısı kleptoraksiye dönüştürülmüştür. İşin ironik yanı ise, AKP’nin bu düzeni, yerel yönetim reformu adı altında topluma sunmuş olmasıdır.

Bu çerçevede, kent rantının yağmalanarak özel çıkara konu edilmesini “yasal” altyapıya bağlayan düzenlemeleri ana hatlarıyla not etmekte yarar vardır.
2011 yılında Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın Teşkilat ve Görevlerini düzenleyen Kanun Hükmünde Kararname çıkarılmıştır. Meclis açıkken, daha evvel alınan bir yetki yasasına dayanılarak çıkarılan bu KHK ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na, belediyelerin imar yetkisini re’sen kullanabilme yetkisi tanınmıştır.

Bu düzenlemenin yarattığı etki, bir somut örnekle açıklanabilir. AKP döneminde zengin olan bir şirketin İstanbul Bakırköy’deki bir projesi için emsal artırma talebi, önce ilçe ardından büyükşehir belediye meclisleri tarafından reddedilmiş; ancak işadamının “büyük patron” olarak tanımladığı kişinin olaya müdahalesi ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığı talep edilen emsal artırımını re’sen vermiştir.

Altyapısı yetersiz bölgeye verilen ve kentleşme ilkelerine aykırı olan emsal artırımı, başta trafik, otopark, kişi başına yeşil alan oluşturulması gibi yurttaşın günlük yaşamını doğrudan ilgilendiren kent haklarına tecavüz niteliğindedir. Diğer taraftan seçilmiş yerel yöneticilerin yasalardan kaynaklanan yetkilerini kullanmaları Merkezi Hükümet tarafından engellenmekte ve Bakanlık yerel iradenin tersine işlem tesis etmekte tereddüt etmemektedir. Bunlardan da öte, bir projedeki emsal artırımının milyar dolarlar düzeyinde yarattığı rantın, işadamının ifadesiyle bizzat “büyük patron” tarafından yönetiliyor olması, sistemin kleptoraksi özelliğini somut biçimde ortaya çıkarmaktadır. Sonradan fezlekeye muhatap olacak olan ve Başbakan’ın rahatlatılması için istifası istenen dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanı’nın, “soruşturma dosyasında var olan imar planlarının büyük bölümü Başbakan’ın talimatıyla yapıldı. Bu milleti ve vatanı rahatlatmak için asıl Başbakan istifa etmelidir” sözleri, Başbakan’dan habersiz “kupon arazilere” dokunulamaması, yukarıda yapılan saptamanın karineleri niteliğindedir.

2012 yılında çıkarılan Afet Alanlarında Kentsel Dönüşüm Yasası da, yurttaşın barınma hakkını ihlal eden, çevresel değerlere ve ekosisteme geriye dönüşü olanaksız zararlar veren bir düzenleme niteliğindedir. Başka bir deyişle doğamız, çevremiz ve yaşam alanlarımız, üretemeyen ekonominin günü kurtarma çabasına feda edilmektedir.

Türkiye ekonomisinin yıllık dış ticaret açığı 100 milyar dolara yakındır. Bu durum, ithalatı ile ihracatı arasında, haftada 4 milyar lira dolayında açık veren bir ekonomik yapıya işaret etmektedir. AKP iktidarı uygulamalarıyla katma değere dayalı sanayi üretiminden giderek uzaklaşan, tarımda net ithalatçı bir konuma düşen ülkemiz ekonomisi, doğa tahribine dayalı plansız bir kentleşme ve inşaat politikasıyla ayakta tutulmaya çalışılmaktadır.
Afet riski altında bulunan alanlardan başlayarak ülkemizin yapı stokunun üçte birine yakın bölümünün yenileneceği iddiasıyla başlatılan ve 500 milyar dolarlık bir iş hacmi doğuracağı ifade edilen kentsel dönüşüm çalışmalarında, halkımızın yararına bir mesafe alınmış değildir. Tersine, öncelik kent rantı olan alanlara verilerek, soylulaştırma diye tarif edilen uygulamalarla yoksul halkın barınma hakkı bir kez daha ihlal edilmektedir. Bu sistemin ürettiği rantın paylaşımına yönelik iştah, kentsel dönüşümün afet riski olan alanlara ilgisiz kalmasına neden olmaktadır.

2012 yılında çıkarılan Büyükşehir Yasası tüm bu sayılan düzenlemelerden daha da ileriye giderek, yerel demokrasiyi adeta biçmektedir. Ülkemizdeki her iki belediyeden birini kapatan ve her iki köyden birini kaldıran yasa, 30 ilde “il özel idareleri”ni ortadan kaldırmaktadır.
Kapatılan il özel idarelerinde görev yapan seçilmiş il genel meclisi üyelerinin yetkileri atanmış valilere devredilmekte, böylelikle yerel demokrasi açığı yükseltilirken merkezileşme alanında bir adım daha atılmaktadır.

Uluslararası ve ulusal mevzuatın hükümlerine rağmen, yerel halkın görüşüne başvurulmadan, yerel referandumlar yapılmadan belediyeler kapatılmaktadır. Katılımcılığı reddeden dayatmacı zihniyet, belediyesine sahip çıkmaya çalışan yerel halkın iradesini hiçe saymakta bir tereddüt göstermemektedir.
Nihayet, köy tüzel kişiliklerinin kaldırılması da, köy ekonomisi, ekolojisi ve sosyolojisinin korunup geliştirilmesi çabasına vurulmuş bir darbe niteliğindedir. İhmal edilen, desteklenmeyen ve adeta baltalanan tarım sektörünün giderek ağırlaşan sorunları, köylerin boşalmasına neden olmaktadır. Bu durum, gıda güvenliği sorunlarının ve sağlıksız/çarpık kentleşme olgusunun daha da ağırlaşmasına yol açmaktadır. Köy orta mallarının tüzel kişilik kalkanından çıkarılması ise, açık bir hak ihlali niteliğindedir. Bu düzenlemelerin tümü, aynı zamanda, kırsal ve kentsel alanda yaşayan yurttaşlarımıza yeni vergi yükleri getirmekte, katılımcılığı sanallaştırmakta ve demokrasi açığını daha da yükseltmektedir.

Görüldüğü gibi, AKP döneminde çıkarılan ve yukarıda sayılan mevzuat, 5216 ve 5393 sayılı yasalarla birlikte, kent ve kentli hakkı gaspı üzerinden vahşi bir soygun düzeni yaratmıştır. Bu düzenin “sorunsuz” devam edebilmesi, ancak yerel demokrasinin görünürde mevcut olduğu ve yetkilerin merkezileştirildiği bir ortamda söz konusu olabilir. Erkler ayrılığından hoşlanmadığını birçok kez ifade eden bir anlayışın, yerelin renkleri ve farklılıklarına tahammül etmesi beklenemez.

Bunun için AKP’nin elindeki “silah”, Anayasa’nın 127 inci maddesindeki idari vesayet düzenlemesi olmuştur. Buna göre merkezi yönetim, yerel yönetimler üzerinde, yerel hizmetlerin idarenin bütünlüğü ilkesine uygun şekilde yürütülmesi, kamu görevlerinde birliğin sağlanması, toplum yararının korunması ve yerel gereksinimlerin gereği gibi karşılanması amacıyla, yasada belirtilen esas ve usullere uygun olarak idari vesayet yetkisi kullanabilir.

Anayasa’nın demokrasi açısından sorgulanabilecek bu hükmü, getirdiği koşullara ilişkin açık belirlemelere sahip olmayan içeriği nedeniyle, amaç dışı kullanıma uygun bir nitelik taşımaktadır. AKP bu yetkiyi, CHP’li belediyelere baskı ve tehditle iş yaptırmama, başkan ve yöneticileri itibarsızlaştırmaya yönelik sistemli operasyonlar gerçekleştirme biçiminde kullanmıştır. Mülkiye müfettişleri, İçişleri Bakanlığı kontrolörleri, vergi denetmenleri ve özel yetkili savcıların görevlendirdiği bilirkişiler, CHP’li belediyelerin adeta “kadrolu” çalışanı haline gelmişlerdir.

Yerel yönetimlerin demokratik denetim mekanizmalarına muhatap olmaları doğaldır. Ancak hizmete açılan metroların km maliyetlerinin İstanbul’da 156, Ankara’da 100 ve İzmir’de 56 milyon TL olması, denetimlerin yönelmesi gereken belediyeleri işaret etmektedir.

Sonuç olarak ifade etmek gerekir ki, yerel yönetimlerin toplumsal yaşamda büyük önemleri vardır. Toplumsal dayanışma olgusunu somut uygulamalarla desteklemek, mahalle-cadde-sokaklardaki eşitsizlik ve adaletsizlikleri gidermek, demokrasi ve özgür yaşamı geliştirmek, insana dost kentler yaratmak yerel yönetimlerin temel amaçlarındandır.

Sosyal demokrat belediyeler Türkiye’deki ilk metroyu yapan, ilk kentsel yenileme projelerine imza atan, ilk tercihli yol uygulamasını başlatan, ilk süt ve gıda yardımlarını hayata geçiren, ilk toplu konut uygulamalarını, ilk halk ekmek fabrikalarını yurttaşla buluşturan belediyelerdir.
Kentleri yaşanamaz hale getirip rantı kapışan ve ülkede bir yağma düzeni kuran anlayışın yenilmesinin yolu da, karar alma ve yönetme süreçlerine halkı katan halkçı belediyecilik anlayışından geçecektir.

*Gökhan Günaydın,
CHP Ankara Milletvekili,
gokhan.gunaydin@tbmm.gov.tr