Devlet Bahçeli’nin erken seçim önerisi ve Recep Tayyip Erdoğan’ın 24 Haziran tarihini açıklamasının ardından Türkiye’nin gündemi, bir kez daha, toplumun çözülmeyi bekleyen sorunları yerine siyasetçilerin ihtiyaçları doğrultusunda belirlendi. Türk Lirası değer kaybederken, genç işsizliği artarken, üretici ve işçi emeğinin karşılığını alamazken, öğrencilerin uzun süredir gerginlikle beklediği sınav tarihi bir anda Türkiye’nin baskın seçim günü haline geldi.
CHP’nin15 milletvekilinin İyi Parti’ye geçmesi, Millet İttifakı’nın kurulması, Muharrem İnce’nin adaylığı, performansının yarattığı umut ve tüm muhalefetin ortaya koyduğu azim, seçim sonuçlarıyla birlikte ne yazık ki yenilmişlik duygusuyla sonuçlandı. Seçim gecesi yaşananların açıklığa kavuşmaması, Adil Seçim Platformu’na yönelik eleştiriler, CHP içindeki tartışmalar ve İyi Parti’den gelen açıklamalar sonunda Türkiye, muhalefetin ayrıştığı ve seçmenlerin siyasi partilere sitem ettiği eski haline geri dönmüş gibi görünürken kendimize sormamız gereken önemli bir soru var: Hala umutlu olmak mümkün mü?
“Artık onlara üzülmeyeceğim” ve “Artık boykot edeceğim” kandırmacası
AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında 11 yaşında bir çocuk, 2010 Referandumu’nda 19 yaşında bir genç, bugün ise 27 yaşında bir CHP Parti Meclisi üyesi olarak gördüğüm her seçimin ardından duyduğum bir söz var: “Artık AKP seçmeninin başına bir haksızlık geldiğinde üzülmeyeceğim”. “Artık oy vermeyeceğim” cümlesiyle yakından akraba olan bu sözün ardından ne hikmetse Türkiye’de hangi kesime haksızlık ediliyorsa, kim adalet bekliyorsa, kim iş cinayetlerinde hayatını kaybediyorsa ilk üzülen; ilk seçimlerde olağanüstü bir çaba göstererek sandıklarda seferber olan yine muhalefet cephesi oluyor. O halde seçim sonuçlarıyla kendi kendimize aşıladığımızı düşündüğümüz umutsuzluk, ya uygulamaya çalıştığımız bir terapi ya da tekrar ayağa kalkmadan önce kendimize söylediğimiz bir yalan haline geliyor.
Umutsuz olduğumuzu söylüyoruz, fakat seçim analizlerinde, neyi yanlış yaptığımızı irdelemeye ve gündemi takip etmeye yeniden başlıyoruz. Umutsuzluk içinde yatan bu gizli umut bir sonraki seçimlerden hemen önce açığa çıkarken, aynı hikayeyi tekrar yaşamayacağımızı düşünür hale geliyoruz.
“Ebedi umut fışkırır insanın bağrından;
Hiç kutlu değil ama hep kutluluk peşinde insan.” (Çev. Emine Ayhan)
Alexander Pope’un bu dizelerini yorumlayan Britanyalı düşünür Terry Eagleton, inancımızın ortadan kalktığı durumda umut etmeyi inatla sürdürdüğümüzü; bunun da yenilginin ısrarlı bir reddi ya da deneyimden çıkan derslere kayıtsız kalmamızla yorumlanabilecek bir inat olduğunu söylüyordu. Muhalefetin kaybedilmiş seçimden sonraki öfkesi ve ardından yeniden doğan umudunun bu tür bir inada dönüşme riskinin varlığını kabul etmek belki de bizi çözüme bir adım yaklaştıracak, hiç olmazsa içine düştüğümüz kısır döngüden kurtulmak için ufak bir ilerleme sağlayacak.
Kuşkusuz, muhalefet olarak hatalarımızdan ders almadığımızı söylemek haksızlık olur. Özellikle CHP’nin son yıllarda sosyal demokrasi ilkelerini benimseyen seçim bildirgeleriyle yola çıkması, kutuplaşmayı ortadan kaldırmak için fedakarlık yapmayı göze alarak toplumun bütününe yönelik bir kampanya yürütmesi, muhalefet partileri arasında dayanışmanın oluşturulması seçim öncesi boş bir umuda sarılmadığımızın kanıtı olsa da, hatalara odaklanmak ve nerede kaybettiğimizi samimi bir şekilde düşünmek her zamankinden daha önemli.
İnadı mı umudu mu tercih edeceğiz? Nerede yanlış yaptık?
CHP içindeki tartışmaların kamuoyunda çokça yer almasında televizyonun ve iktidar yanlısı basının etkisini bir kenara koysak dahi, Twitter’da muhalif olarak bilinen kitleyle CHP örgütleri arasındaki fikir ayrılıkları esasen muhalefetin genel durumuyla ilgili ipuçları veriyor. AKP’ye oy veren 21 milyon seçmenin 10 milyonu parti üyesiyken, CHP’ye oy veren yaklaşık 11 milyon seçmene karşılık partinin üye sayısı 1 milyonda kalıyor. Muhalefet partisine üye olmanın riski ve iktidar partisine üye olmanın getirilerini dikkate alsak bile aradaki fark, muhalif seçmenin örgütlenmekten kaçındığı gerçeğini saklayamayacak kadar büyük görünüyor.
Türkiye’de, bazı ülkelerin aksine, siyasi parti üyeliği ile siyasetle ilgilenen bir seçmen olma arasında önemli bir fark var. Siyasi partiler, seçimden seçime değil düzenli olarak çalışma yürütüyorlar. Bu çalışmalarda, bir sonraki seçim bildirgesine yansıyacak sorunları ve çözüm önerilerini tartışarak tespit etmek de dahil, o siyasi partinin ideolojisi doğrultusunda hafızayı canlı tutmak, eğitimler düzenlemek, örgütlülük bilincini geliştirmek ve -varsa- belediyelerin çalışmaları konusunda fikir oluşturmak da var. Parti yönetiminin izlediği politikaların halkta yansımasını ölçmek de elbette örgütlerin katkısının büyük olduğu bir alan. Bir partinin seçim başarısının bir-iki aylık çalışmayla gelmeyeceği konusunda hemfikirsek, seçmen ve üye sayısı arasındaki farkın bizi çift yönlü bir eleştiriye mecbur bıraktığını söyleyebiliriz: CHP seçmeni sadece oy vererek veya seçimlerde çalışarak başarıya ulaşmayı umarken; CHP, seçim dönemleri haricinde örgütlenme motivasyonunu yeterince veremiyor. Bu da CHP içindeki tartışmaların dışarıya yüzeysel bir şekilde yansımasına, aslında çok boyutlu olması gereken tartışmanın kişilerle sınırlı kalmasına sebep oluyor.
Tam da bu noktada hedefin doğru belirlenmesi gerekiyor. Bir siyasi partinin varlığının temel amacı seçimleri kazanmak mı, yoksa daha iyi bir ülke hayali için çözüm önerileri ortaya koymak mıdır? Siyasi parti, nasıl bir düzen hayal etmekte ve toplumu nasıl yönlendirmeye çalışmaktadır? Örgütlülerin ve seçmenlerin yöntemde ayrıştığı, fakat hedefte birleştiği bir süreci ardımızda bırakırken esasen buraya dikkat çekmek önemli olacaktı: CHP ve İnce’nin iki koldan yürüttüğü kampanya, aslında seçimlerin ötesinde bir hedef ortaya koymuştu. Bug’sız bir dünya tasarlama hedefiyle bilimin ve gençlerin birlikteliği, kadınlarla erkeklerin dayanışması.
Yöntem ve aktörler
Dogmalara karşı bilimi savunuyorsak, örgütlü siyasetimizde de bilimi ön plana almamız gerekiyor. Siyasi görüşlerimizi oluşturup geliştirirken hukuku ve siyaset bilimini, sokak ve mahallelerde örgütlenirken, gençlere ulaşmaya çalışırken sosyolojiyi geri planda tutmamız mümkün veya gerçekçi değil. Aynı yöntemleri kullanarak farklı sonuçlar beklemek, örgütlülüğe olan inancımız azalırken örgütten beklentilerimizi artırma çelişkisi -hem seçmen hem de örgüt olarak- bizi umuttan çok inada yaklaştırıyor.
Gençlerin terk etmek istemediği, üretebildiği, hayal kurabildiği bir Türkiye hayalimiz var. Kredi borcu olan, kötü şartlardaki yurtlarda kalan, yurt bulamayıp ev tutmaya çalışan ve her yıl tekrar dizayn edilen eğitim sisteminin mağduru öğrencilerin; sigorta primi borçlusu işsiz gençlerin sorunlarını çözebileceğimizin farkındayız. Bu bilincin yanısıra önce Facebook’a giren, Facebook’a üst jenerasyonun gelmesiyle Twitter’a, oradan Instagram’a, Snapchat’e ve isimlerini bile takip etmekte zorlandığımız diğer sosyal medya mecralarına yönelen gençlerle aynı düzlemde olmanın tek yolunun aslında onlardan biri olmaktan geçtiğini de fark etmemiz gerekiyor. Bir diğer ifadeyle, gençlere ulaşmakta gençlerin bulunduğu yerde olmanın, gence genç ile ulaşmanın önemini kavramamız gerekiyor.
Siyasette gençlere ve kadınlara yönelik vurguları neden yaptığımızı tekrar düşünmek de aynı derecede hayati. Gençler sadece bu ülkenin büyük bir bölümünü oluşturduğu için değil, kadınlar sadece bu ülkenin yarısı olduğu için değil; Türkiye’nin sorunlarının bu iki kesime yansıması farklı olduğu için bu sorunların çözülebilmesinde gençlerin ve kadınların temsil edilmesi, adaylaşması ve hatta aktörleşmesi önemli. Genç işsizliği yükselirken, yeni mezun genç başka bir iş bulamama korkusuyla sömürülürken, kadınlar erkeklerle aynı işi yapıp farklı ücretlendirilirken görevinden olma riski altındaki bir genç ve bir kadının diğerleriyle aynı hayatı yaşadığını, dolayısıyla genel bir çözüm önerisi ile var olan sorunlarından kurtulacağını iddia etmek güç olur. Tıpkı çocuklara ve kadınlara yönelik şiddetin arttığı, imam hatip tercihinin zorunlu kılındığı bugünlerde bilim insanı olmak isteyen genç bir kızın hayallerinin önündeki engellerin diğerleriyle aynı olduğunu iddia etmenin zor olacağı gibi…
Başka bir yolda yürümek
“’Bütün yollar Mişnori’ye çıkar’ diye bir söz var burada. Elbette, Mişnori’ye arkanızı dönüp uzaklaşsanız da hala Mişnori yolundasınızdır. Bayağılığa muhalefet de ister istemez bayağılık olur. Başka bir yere gitmelisiniz, başka bir amacınız olmalı; o zaman başka bir yolda yürürsünüz.”[1]
Önümüzdeki süreçte siyaseti değiştirmek, otoriter başkanlık rejiminin yürürlüğe girmesi ve yeni kuşağın siyasi tercihlerinin eskisine benzememesi nedeniyle küçümsenemez bir ihtiyaç olarak karşımızda duruyor. Dış mihraklarla ilişki içinde olmakla suçlanan sol siyasetin aslında sağ siyaset kadar uluslararası ilişki ve lobi çalışmalarında bulunmaması ya da bulunamaması, ülkenin sorunlarına -sanki dünyanın tek örneği buradakilermişçesine- sıfırdan yepyeni çözümler aranması gibi yorucu bir yük ortaya çıkarıyor. Bir yanda -haklı olarak- ayrımcılığa uğrayan kimlikleri savunan sol, diğer yanda kimliklerin ötesinde bir siyaset anlayışına ihtiyaç duyuyor. “Çoğunluk” ve “azınlık” kavramları yeniden yorumlanırken kimliklerin değil sınıfların esas alınması ve siyasetin, şanslı azınlığın ezilen çoğunluğun emeğini gasp ettiğinin farkında olunarak kurgulanması gerekiyor.
Özetle, seçmenler olarak, hedefimizi seçimlerle sınırlı tutarak yaptığımız hatayı ideallerimizi doğru kurgulayarak aşabilmemiz gerek. Bunun için sürekli bir örgütlülüğe; siyaseti yeniden yorumlarken sınıfsal bir bakış açısına; Türkiye’nin sorunlarını çözebilmek için sorunun muhataplarına, tam da bu muhataplarla birlikte çalışarak ulaşmaya ihtiyacımız var. Gizli umudumuzun bir inada dönüşmemesi ve tüm yolların Mişnori’ye çıkmaması için başka bir yolda yürümek; başka bir amacımız olması gerektiğini kabullenmek zorundayız.
[1] Le Guin, U. K,Karanlığın Sol Eli (Çev. Ümit Altuğ), (İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 14. Basım, 2018) s. 162.
*Gökçe GÖKÇEN
CHP PM Üyesi
gokcegokcen142@gmail.com