icerik

Gamze Akkuş İlgezdi – 15 Temmuz: Aslında Ne Oldu?

gai1 15 Temmuz; sadece kanlı bir darbe girişimi değil, aynı zamanda laik Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu değerlerine ve aydınlanma düşüncesine karşı açıkça bir başkaldırı girişimi olarak tarihe geçti.

Son rakamlara göre 240 yurttaşımızın hayatını kaybettiği, 2 binden fazla yaralının olduğu kalkışmanın ardından Olağanüstü Hal (OHAL) ilan edilirken birbiri ardına çıkartılan Kanun Hükmünde Kararnamelerle 16 televizyon, 23 radyo, 45 gazete, 15 dergi, 29 yayınevi kapatıldı. Fetullah Gülen cemaatiyle ilgili görülen 35 sağlık kuruluşu, 934 okul, 109 öğrenci yurdu, 104 vakıf, 1125 dernek, 15 üniversite ve 19 sendikanın kapatıldığı duyuruldu. Binlerce öğrenci bir anda kendisini kapının önünde buldu.

Türk Silahlı Kuvvetlerinin yapısı değiştirildi. Askeri okullar kapatıldı. Sayıları neredeyse yüz binlere varan kamu personelinin kurumlarıyla olan ilişikleri kesildi. 40 binin üzerinde gözaltı ve 20 bin kişinin tutuklanması sebebiyle hapishanelerde yer kalmadı. Peki, Türkiye bu tabloyla nasıl yüz yüze geldi? Ülkeyi yönetenler, siyasi iktidar, devletin istihbarat kurumları bu tehlikeyi nasıl göremedi? Ya da neden görmek istemedi?

Bütün bunlar neden öngörülemedi?…

Bugün FETÖ olarak adlandırılan ve devletin kılcal damarlarına kadar sızan yapının, 15 Temmuz gecesi gerçekleştirdiği kalkışmayı küresel odaklı bir işgal planı olarak değerlendirmek ne derece doğru olur, tartışılır…

Bu tezi ileri sürenler, kanıt olarak; antiemperyalizme karşı başkaldırının sembolü, milli egemenlik ve özgürlüğün teminatı olan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin savaş uçakları tarafından hedef alınarak vurulmasını gösteriyorlar. İç ve dış politikada yıllardır yapılan hatalar sonucunda oluşan toplumsal kutuplaşmayı bir kalemde iktidarın “yanlışlar hanesi”nden düşürmeye yönelik bu yaklaşım, büyük fotoğrafı görmemizi engellediği gibi, suçu ve suçluyu dış dinamiklerde aramak en hafif deyimle kolaycılıktır.

Şurası çok net; 15 Temmuz göz göre göre geldi. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin 2002’de iktidara gelmesinin ardından güçlenen Gülen yapılanmasının, laik Türkiye’yi yeniden şekillendirmek üzere yine iktidar tarafından kullanıldığı bir sır değil. Karşılıklı bir işbirliğinin varlığını inkar etmeyi olanaksızlaştıran yüzlerce kanıt halen arşivlerde duruyor.

Fetullah Gülen’in, sevk ve idaresindeki “Cemaat” denilen yapıyla birlikte devlete sızdığını, ilahi bir kimlik yüklenerek, partiler üzeri siyasi bir şahsiyet haline getirilerek adeta kutsandığını yıllardan beri söylüyoruz. Cemaatin varlığının ve eylemlerinin laik demokratik cumhuriyetin geleceği için ciddi bir tehdit olduğunu sürekli vurgulamamıza rağmen, siyasi iradeyi yöneten ve yönlendirenlerin bu tehlikeyi görmezden gelmesi, “statükoyla mücadele ediyoruz” diyerek Cemaate yol vermesi, ne yazık ki 15 Temmuz’u yaşamamıza sebep oldu.

Korku iklimini canlı tutan ve giderek otoriterleşen bir iktidarın, muhalefetin tüm uzlaşı çağrılarına kulak tıkayarak, “Ben ne dersem doğrudur.” anlayışıyla ülkeyi yönetmesi, toplumsal fay hatlarını harekete geçirdi.

Aslında Türkiye, 15 Temmuz’a giden yolda en acı ve kanlı sınavını Gezi Direnişi’nde verdi. Haklı talepleri için, tamamen barışçıl amaçlarla meydanlara inen genci yaşlısı, kadını erkeği binlerce yurttaşımız o güne kadar eşi görülmemiş sertlikte bir müdahale ile karşılaştı. Onlarca kişi hayatını kaybetti. Uzuvlarını kaybedenler, aylarca komada kalanlar oldu. Evladını kaybeden gözü yaşlı anneler, şehir şehir dolaştırılarak adalet aramaya mahkûm edildi.

Sonuç hep cezasızlık oldu; öyle mi kalacak?

Oysa o gün, Ergenekon ve Balyoz davaları ile başlayan süreçte, söz konusu kurmaca davaların savcısı olduğunu açıklayan siyasi iradenin elini güçlendirenler, Gezi Direnişi’nde ortaya çıkan “orantısız zeka”yı, “orantısız güç” ile bastırarak “destan yazanlar”, bugün Valisi’nden, emniyet müdürüne, hakiminden savcısına bir bir tutuklanıyorlar.

Bununla birlikte, daha düne kadar, iktidara yakın çevrelerin parlamenter rejimi tartışmaya açarak, “Türk tipi başkanlık” konusunda lobi faaliyetleri yürütmelerinin ve anayasanın değiştirilemez maddelerinin bile tartışılabilir olduğunu ileri sürmelerinin, Türkiye’de büyük kırılmalar yarattığını da unutmamak gerekir.

Daha açık ifade etmek gerekirse 15 Temmuz, Türkiye’yi kutuplara bölen, kamplaştıran, ötekileştiren ve kaos girdabına sürükleyen 14 yıllık sürecin bir ürünüdür. 15 Temmuz; yönetimde liyakati yok sayarak, kendi siyasi görüşüne yakın kişileri devletin kilit noktalarına getiren iktidarın, bir bakıma “kendi devletini” yaratmaya çalışırken, Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceğini ve bağımsızlığını ciddi anlamda tehlikeye atarak, ülkeyi uçurumun kenarına getirmesidir.

Özellikle devletin, laik karakterini ortadan kaldıracak, yozlaştıracak adımlar atmanın yeni 15 Temmuz’ları doğuracağını söylemek için kahin olmaya gerek yok. “Benim cemaatim iyi, senin cemaatin kötü” yaklaşımında ısrar edilirse, 15 Temmuz girişimi aklın ve bilimin aydınlığına karşı gerici karanlığın son saldırısı olmayacak. Dolayısıyla hesap verme makamında olanların, “Allah bizi affetsin” diyerek sorumluluktan sıyrılmaları mümkün değildir.

Elbette bugün FETÖ/PDY’na karşı ciddi bir mücadele veriliyor, ancak iktidar hesap verme mekanizmasını kendi bünyesinden başlatmalıdır. “O valileri, o kaymakamları, o hakimleri, o savcıları, o rektörleri oralara kimler getirdi, kimler yerleştirdi? Emniyet içerisinde, asker içerisinde bu örgütlenme nasıl gerçekleşti?” Bu sorulara cevap verilmeden atılan her adım siyasi ve eksik adımdır.

Özellikle OHAL ilanıyla birlikte devreye giren KHK’ler aracılığıyla devletin kökleşmiş geleneklerinin bir gecede değiştirilmesi anlaşılır olmaktan öte…

İktidar yine yanlış yöne bakıyor

Şurası bir gerçek ki, iktidarın 15 Temmuz’dan sonra yürütülen operasyonlarda yine yan yollara saptığını görüyoruz. Muhalif kimlikleriyle bilinenlere, iktidara muhalif açıklamaları nedeniyle FETÖ soruşturmaları açıldığına, işten haksız yere çıkartılan öğretim görevlilerine “pardon yanlışlık oldu” denildiğine şahit oluyoruz. Haklarında somut delil olmadığı halde FETÖ üyesi ilan edilerek itibarsızlaştırılan, cenazesi kaldırılmayan, mezar yeri verilmeyen, intihar eden vatandaşlarımız var.

Darbeciler gibi, onlara imkan verenler de yargılanmadıkça, unutulmamalı ki, antidemokrasiden demokrasi doğmaz. Bu bakımdan milli iradeye ve egemenliğe karşı girişilmiş böylesine bir darbe girişimini, tüm yönleriyle açığa çıkartarak bertaraf etmek, hükümetten ziyade TBMM’nin görevi olmalıdır. Bu nedenle devletin içine sızmış FETÖ üyelerini belirlemek ve temizlemek, TBMM çatısı altında her partiden eşit sayıda milletvekilinin katılımıyla kurulacak bir komisyonun görevi olmalıdır. Bugün karşı karşıya olduğumuz manzaranın sebebinin, çoğulcu demokrasinin bir kenara itilerek, gücün devleti kontrol eden küçük bir zümre tarafından ele geçirilmesi olduğunu asla unutmamamız gerekiyor.

Evet, 15 Temmuz gecesi siyaset kurumu, “miadını doldurduğu ifade edilen” parlamenter demokrasimizin, güçlü kökleri ve asırlık birikiminden de faydalanarak ülkeyi darbecilere teslim etmedi. Bu bakımdan çok önemli bir sınavdan başarıyla çıkıldı.

Şimdi artık Türkiye’yi süratle normalleştirecek adımların atılması gerekiyor. Hukuk içerisinde kalarak, darbe girişiminin yarattığı öfkeyi dindirmeliyiz. Temel hak ve özgürlüklerin üzerinde yükselen tam demokrasiyi kurmak için birlikte çalışmak zorundayız. Sadakat ve biat kültürüne değil liyakat esasına göre hareket edilen, insanların kendisini güven içerisinde hissettiği bir devlet işleyişini yeniden kurmamız lazım.

Ancak geldiğimiz noktada, parlamenter demokrasinin devre dışı bırakıldığını, kararnameler yoluyla devletin yeniden şekillendirildiğini, Bakanlar Kurulu kararıyla devletin köklü geleneklerinin değiştirildiğini görüyoruz. Bu durum iktidarın yaşananlardan ders almak yerine, kendi iktidarını pekiştirmek için hareket ettiğinin de bir delili olarak karşımızda duruyor.

Böylelikle iktidarın, geçtiğimiz 14 yılda olduğu gibi, toplumsal mutabakattan anladığı şeyin, sadece kendi çıkarı doğrultusunda hareket etmek olduğu da tescillenmiş oluyor. Oysaki eşitlik olmadan, ortak akıl olmadan, demokrasi olamayacağını 15 Temmuz gecesi görmüş olmaları gerekiyordu.

Hükümet, cumhuriyetin kurucu değerleri ile devletin laik refleksine sırtını döndüğü ve darbenin siyasi hesabını vermediği sürece parlamentonun kendi hukukuna sahip çıkması da, parlamento iradesinin hakim kılınması da mümkün olmayacak!

*Gamze AKKUŞ İLGEZDİ
CHP İstanbul Milletvekili
gamze.akkusilgezdi@tbmm.gov.tr