Hayata geçmelerinden başlayarak 2000’li yılların başına kadar geçen sürede, Cumhuriyet’in toplumun adalet duygusunu sarsmamak için kurduğu çok başarılı iki sistem vardı. İlki seçim güvenliği, ikincisi ülkenin çocuklarının daha iyi eğitime erişim için yarıştığı sınavlar. İkisinde de kusursuza yakın işleyen bir sistem vardı. İnsanlar, ne verdiği oyun sayımında hile olduğuna dair bir şüphe taşıyordu ne de zamanında kendinin sonrasında çocuklarının girdiği sınavlarda şaibe olduğunu düşünüyordu. Bu nedenle, seçime katılımlar birçok ülkeye göre anlamlı oranda yüksekti. Yine bu nedenle, herhangi bir siyasi parti %9,52 ile baraja takıldığında, tek bir kez bile “oylar adil sayılmadı” deme ihtiyacı hissetmiyordu. Seçim güvenliğine dair inanç o kadar yüksekti ki, 1994 yerel seçimlerinde İstanbul’da çöplerden çıkan oy pusulaları bile kısa bir süre gündem olup geçmişti. Üstelik o seçimde kazanan aday ile ikinci olan aday arasında sadece %3 ve üçüncü olan aday ile %5 fark olmasına rağmen…
Hile ortamı
AKP’nin iktidara gelmesi ile birlikte bu konuya dair toplumun şüphesi arttı. Özellikle 2014 yerel seçimlerinin bu anlamda bir kırılım yarattığını düşünüyorum. Henüz oyların sayıldığı dakikalarda birkaç şehirde elektriklerin gitmesi ve neden böyle olduğu sorusuna zamanın enerji bakanının trafoya kedi girdi diye açıklama yapması şüphelenmeyeni de şüpheye itti. Üstelik, aynı zaman diliminde elektrikler varken geriye düşen Melih Gökçek’in, kesintinin yaşanmasının ardından seçimi kazandığının ilan edildiğini de hatırlamakta fayda var. Sonradan, adeta bir iş makinesi gibi metal yorgunluğuna sahip olduğu açıklanan Gökçek, o seçimi sadece %1 farkla kazanmıştı.
Tüm bu yaşananlar artık özellikle muhalefet seçmeninde travmatik bir durum oluşturdu. İnsanlar, “seçim sonucu ne olur? Hangi politika seçmen davranışında ne tür bir değişim yaratır? Hangi aday hangi seçmen grubunda daha güçlü destek bulur? Yeni iktidarın ekonomi politikası, kalkınma politikası ne olmalıdır? Yoksulluk nasıl bitirilebilir?” gibi önemli konuları tartışmak yerine, sıklıkla oylar çalınır mı veya seçimi kaybetseler de iktidarı devrederler mi tartışmasının içinde buluyor kendini. Bu nedenle muhalefet partileri, özellikle 2014 sonrası yapılan her seçimde “zaten çalacaklar” duygusu ile sandığı protesto eden seçmeni sandığa çekmek için fazladan gayret göstermek zorunda kaldı. Her defasında başardıklarını da söyleyemeyiz.
Bu olumsuz hava, 2019 yerel seçiminde İstanbul sonucu itibariyle ciddi anlamda kırıldı. Yıllar sonra insanlar, oy verilen tüm sandıklardan muhalefetin eksiksiz ıslak imzalı tutanakla ayrıldığını gördü. Adayın açıklanıp, kampanyanın başladığı andan itibaren seçim güvenliğine konsantre olan CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu, CHP İstanbul örgütünün de disiplinli ve kararlı çalışması sonucunda en ufak bir şüpheye yer bırakmayacak şekilde sonuç aldı. Seçimin, 10 milyon seçmenli bir kentte 13 bin oy farkıyla kazanılması, seçim gecesi AKP’li Ömer Çelik’in reklam arasında FOX’ta yayında olan gazeteci Deniz Zeyrek’i arayarak “Deniz sen bilirsin; bunlar gerçekten tüm sandıklara hakim mi?” diye sorması, İstanbul örgütünün emeğinin ne kadar kıymetli olduğunu bize bir kere daha gösteriyor. Bu vesile ile hem bir yurttaş hem de bir yoldaşları olarak öncesinde ve o gece İstanbul’da emek veren herkese teşekkür borcumu yerine getirmek isterim. O sürecin, en başından beri tanığıyım. Ne kadar teşekkür etsek az.
Tüm bu yaşananlarla birlikte ifade etmem gerekir ki, AKP’nin kazandığı her seçim, sandık güvenliği sorunundan kaynaklı değil. 2014 Ankara vb. özel örneklerde sandık güvenliği sorunu olduğunu düşünmekle birlikte, çok kez %50’ye yakın bir oy almış partinin başarısını tek başına sandık güvenliğine bağlamak da gerçeklikten kopmak anlamına gelir. Tek bir vakanın yaşanmış olması bile bu kaygıyı haklı kılıyor. Ancak kaygı boyutuna varmış duygunun şüpheye dönüşmesinin hepimiz adına daha sağlıklı olacağına inanmıyorum; çünkü bunun dozunu tutturamazsak, kaybetmekten korktuğumuz seçimlerin gerçekten kaybedilmesine yol açılabilir.
Önümüzdeki seçim
Gerçekten de toplumun bir kesiminde seçim güvenliği anksiyeteye varmış durumda. Bu durum, seçime katılımı etkiler vaziyette. Örneğin 2019 yerel seçiminde, İstanbul’da kampanyanın en başından bitimine kadar bu anksiyetye sahip muhalif seçmeni sandığa getirmek için inanılmaz bir çaba harcandı. Hem aday Sayın İmamoğlu hem de İstanbul örgütü bir yandan potansiyel seçmenine proje/vaat anlatırken bir yandan da “zaten çalınacak sandığa gitmeyeceğim” diyen seçmeni ikna etmeye çalıştı. Eğer böyle bir sorun olmasaydı emin olun 31 Mart seçimini 13 bin oydan çok daha büyük bir farkla alacaktık. Nitekim sonrasında oluşan 800 bin farkın önemli bir kısmı da ilk seçimde “partiyi terbiye eden” protestoculardan geldi. Partinin sandığa tam hakimiyetini görünce bu kez “terbiye etmek” yerine gidip oy atmayı tercih ettiler.
İşte tüm bu nedenlerle seçim güvenliğini gündemimizde tutmalıyız; ama devasa bir korkuya dönüştürmemeliyiz. Muhalefetin hiç olmadığı kadar büyük bir çalışma yürüttüğünü, diğer partiler ve sivil inisiyatifler ile birlikte çalıştığını biliyorum. İlk seçime sandık güvenliğine ilişkin olarak eskiye göre çok daha güçlü girecek muhalefet. Her ne kadar güçlü reyting getirdiği için muhalif medya da dahil birçok medya kuruluşu bu konuya sıklıkla girse de durum olumsuz değil. İlk seçim için geçmiş seçimlerdeki hatalardan ders çıkaran, öğrenen ve eksiklerini telafi eden bir muhalefet var.
Üstelik bu kez moral tarafta da üstün olan biziz. Başta CHP olmak üzere tüm muhalif partilerin örgütleri çok dinamik; kazanacağına kesinlikle inanıyor. Keza seçmen, yakın geçmişte örneği olmayan düzeyde motive. Karşı tarafta ise hem seçmende hem teşkilatlarında bir bu kadar demoralize bir durum var. Seçmenin yüzüne bakamayacağı için sokağa çıkamayan bir iktidar, buna karşın sokağı terk etmeyen, şimdiden seçim varmış gibi hane hane çalışan bir muhalefet var.
Biz bu seçimi alacağız!
Yeter ki bize yakışan olgunlukta, korkuyu değil umudu büyütelim.