BERLIN, GERMANY - JANUARY 29: A banner to promoter SPD top candidate for federal election Martin Schulz is pictured on January 29, 2017 in Berlin, Germany. Germany will hold federal elections in September. (Photo by Steffi Loos/Getty Images)

Ercan Karakaş – Almanya Seçimi, Irkçılık ve SPD’nin Krizi

Almanya’da seçmenler 24 Eylül Pazar günü 19. dönem Federal Meclisi (Bundestag) seçmek için sandık başına gittiler. Seçimlere katılım oranı 2013 seçimine göre daha yüksekti; 5 puan kadar artarak %76 oldu. Katılımın yüksek olması, Almanya ölçütlerine göre, halkın siyasete ilgisinin artması olarak yorumlandı.

Bu seçimlerde, 2013’den bu yana Almanya’yı yöneten Büyük Koalisyon’u oluşturan partiler, yani Hıristiyan Demokrat Birlik (CDU/CSU) ve Sosyal Demokrat Parti (SPD) büyük oy kayıplarına uğradılar. 2013’e göre CDU/CSU %8’in üzerinde oy kaybetti. Oyları %32,9’a düştü. Bu oran CDU/CSU için 2. Dünya Savaşı’ndan sonraki en kötü sonuç.

SPD’nin kaybı ise %5 civarında oldu. 2013 seçiminde %25 olan oy oranı %20,5’e düştü. Almanya’nın en köklü partisi böylece tarihinin en acı yenilgisine uğradı. Geçen seçimde, %5 barajını aşamayan AfD, büyük bir sıçrama yaparak, %12,3 ile 3. parti olarak meclise girdi. Hür Demokrat Parti (FDP) de bu kez barajı aşarak (%10,7) meclise geri döndü. Sol parti ve Yeşiller de %0,5 civarında oy artısıyla (%9,2 ve %8,9) yeniden meclisteki yerlerini aldılar.

Böylece Almanya Federal Parlamentosu’nda temsil hakkı kazanan parti sayısı 4’ten 6’ya çıktı. İktidar partilerinin çok büyük oy kaybetmeleri ve 4 yıl önce kurulmuş olan, Almanya için Alternatif (AfD) adlı ırkçı, göçmen ve mülteci karşıtı, aşırı sağ, popülist partinin 3. parti konumuna gelmesi şok etkisi yaptı.

Bu sonuç tartışmalara neden oldu. Tabii Almanya Sosyal Demokrat Partisi (SPD)’nin, ses getiren, sosyal adalet vurgusuyla büyük heyecan yaratan Şansölye adayı Martin Schulz’a rağmen yüzde 20,5’te kalması da toplumda ve sol dünyada derinlemesine tartışılan diğer bir sonuç.

Tartışılan diğer bir konu da, hükümetin nasıl ve hangi partiler tarafından oluşturulacağıdır. İlk kez federal parlamentoda 6 parti bulunmasına rağmen, SPD hiçbir şekilde koalisyon hükümetine katılmayacağını açıkladığı için Merkel’in tek seçeneği bulunuyor. Kendi şansölyeliğinde Yeşiller ve Hür Demokratlarla ortak bir hükümet oluşturmak. Bu arada belirtmek gerekir ki, partilerin hiçbiri ırkçı AfD ile işbirliği yapmayı düşünmüyor. Hür Demokratlar ve Yeşiller koalisyona girmekte oldukça istekliler. Evet, bu iki partinin belli konulara yaklaşımları farklı ama uzlaşmanın mümkün olduğu da görülüyor. Nitekim Merkel Noel’e kadar hükümeti oluşturacağını açıkladı. O nedenle, esasen Almanya siyasi kültüründe pek sık rastlanmayan bir erken seçim beklenmiyor.

Türkiye kökenli seçmenlerin Erdoğan’ın boykot çağrısına rağbet etmedikleri anlaşılıyor. Bunun bir kanıtı da, 2013 seçiminde 11 olan Türkiye kökenli milletvekili sayısının 14’e çıkmış olmasıdır. Bu milletvekilleri SPD, Yeşiller ve Sol Parti’den seçildiler.

Almanya’da Irkçılık ve AfD

Almanya için Alternatif (AfD), 2013 seçimlerinden önce kurulan bir parti. Başlangıçta daha çok, AB’ye, Avroya ve Merkel’in Yunanistan gibi AB üyelerine mali yardım programlarına sert eleştirileriyle tanındı. Daha çok profesör ünvanlı yöneticileri sürekli bu konuları işlediler. O nedenle bu oluşuma “prof partisi” bile denildi.

Kısa süre sonra Dresden kentindeki gösterilerle ortaya çıkan göçmen ve İslam karşıtı hareketler ile ilişki kuran AfD ırkçıları, Neo-Nazileri, sağ popülistleri, aşırı muhafazakarları temsil eden bir çizgiye geldi. Özellikle Doğu Almanya’da tarihsel olarak Nazilerin güçlü olduğu Saksonya gibi eyaletlerde güçlendi. Nitekim seçimlerde Doğu Almanya’da 2. parti oldu. Tabii burada, Berlin duvarının yıkılmasından bu yana 28 yıl geçmesine rağmen Batı ile Doğu Almanya arasındaki ekonomik sosyal makasın kapatılamamasının da seçmenlerin AfD’ye yönelmesine neden olduğunu belirtmek gerekir.

Bilindiği gibi Almanya’da ırkçı siyasi örgütlenme, dünyayı cehenneme çeviren, Almanya’yı harabeye dönüştüren Nazizmle başladı. Nazizm artığı hareketler 1980’lerin ortalarına kadar siyasal bir varlık gösteremediler, partileşemediler. 1990’lı yıllarda durum değişmeye başladı. SSCB’nin dağılması, Berlin Duvarı’nın yıkılması ve iki kutuplu dünyanın son bulmasıyla oluşan belirsizlik ve yönsüzlük ortamında ırkçı akım ve partiler kendilerini göstermeye başladılar. NPD (Nasyonal Parti), Cumhuriyetçiler (Republikaner) Alman Halk Birliği (Deutsche Union) gibi ırkçı, partiler ortaya çıktılar. Bu Neo-Nazi partileri zaman zaman eyalet parlamentolarında temsil edilecek güce ulaştılar. Neo-Naziler şiddete başvurmaktan da çekinmediler. 1990’lı yıllarda Möln’de, Solingen’de yurttaşlarımızın evlerini kundakladılar.

Neo-Naziler 2000’li yıllarda da göçmen, İslam ve hatta Türk düşmanlığını yükselttiler. NSU denilen çete yine yurttaşlarımızı katletti. Bu katliamın duruşmaları hala sürüyor. 2011 sonrası ırkçı saldırılar tehlikeli boyutlara ulaştı. Irkçı saldırı yoluyla işlenen suçlar 2003’de 11576 iken 2005’te 15914’e ulaştı. Irkçı hareket ve partiler işsiz ve bilinçsiz insanları yakınlarına çekmek için göçmenleri ve mültecileri hedef almaktalar. Almanya’da yaşanan işsizlik, yoksulluk ve eşitsizliklerin asıl nedeninin kuralsız, denetimsiz, “bırakınız yapsınlar” anlayışındaki neo-liberal ekonomi olduğunu örtmüş oluyorlar.

Maalesef sağ ve muhafazakar partiler de seçim zamanları örtülü ve bazen açık olarak göçmenleri ve onlarla birlikte şimdilerde mültecileri sorun olarak gösteriyorlar. Oysa demokrasiyi, barış ve eşitsizlik içerisinde birlikte yaşamayı savunan tüm demokratların, ırkçıların şiddet ve nefretlerine karşı ortak tavır almaları gerekir. Bu mücadelede göçmenlerin her düzeyde sosyal ve siyasal haklara kavuşması, birlikte yaşamı güçlendirecek ve ırkçılığı geriletecektir. Tabii özellikle başta SPD olmak üzere solun, toplumun en alt kesimlerindeki umutsuz insanlarla yeniden diyalog kurması ve onların dertlerini dert edinmeleri, önemsemeleri gerekir.

Özetlenecek olursa, AfD 4 yıl önce kuruldu; ama yukarıda özetlenen ırkçı hareketlerin ve ırkçı Neo-Nazi parti girişimlerinin birikimi üzerinde yükselmekte. Seçmen kitlesi de genelde yerleşik partilerden umudunu kesmiş seçmenlerden oluşmaktadır. Nitekim 24 Eylül seçiminden en çok oyu AfD 2013’de sandık başına gitmeyen mevcut partileri ve sistemi protesto edenlerden aldı. Bu oylar 1,5 milyon olarak hesaplanmaktadır. AfD onları sandık başına getirebildi. CDU/CSU’dan 1 milyonun üzerinde, SPD ve Sol Parti’den de 500 bin kadar oy alan AfD, bu oylarla 3. parti konumuna yükseldi.

AfD dışındaki partilerin, özellikle SPD’nin, Sol Parti’nin ve Yeşiller’in, AfD’nin parlamento zeminini ırkçı görüşlerinin propagandası için kullanmasına izin vermeyeceklerini açıklamaları da önemlidir. Diğer taraftan AfD’nin eşbaşkanlarından Petry’nin seçim sonuçlarının açıklanmasından sonra Federal Meclis’te bağımsız milletvekilleri olarak çalışacağını açıklaması ve bu açıklamanın ardından Kuzey Ren Vestfalya eyaleti olmak üzere, 4 eyaletten AfD görevlilerinin de partiden istifa etmeleri bu partinin bütünlüğünü koruyamayacağı konusundaki tezlerin doğru olabileceğini akla getiriyor. Dağılma tezine göre, parti içinde, milliyetçiler; radikal muhafazakarlar; göçmen, mülteci ve İslam karşıtları; AB’den ve para birliğinden çıkmak isteyenler; ABD sempatizanları-karşıtları ve neo-liberalleri bir arada tutmak kolay olmayacaktır. Seçmen kitlesine bakılacak olunursa, bunların yalnızca üçte birinin AfD’nin programını okuyup bitirdiği, üçte ikisinin söylemlerinden ötürü oy verdiği anlaşılıyor.

SPD’nin krizi ve çıkış yolu

24 Eylül’de SPD’nin oyu 2013 seçimine göre %5 gerileyerek %20,5’e düştü. Bu, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra alınan en kötü sonuç. Gelinen nokta SPD’de büyük bir şok yarattı. Oysa 2017 başlarında, parti genel başkanı olan Sigmar Gabriel’in kendisinin şansölye adayı olmayacağını ve bu görevi Martin Schulz’un üstleneceğini ilan etmesi, partide ve seçmenlerde heyecanla karşılanmış ve büyük umut yaratmıştı.

Daha çok sosyal adalet sloganıyla yola çıkan Schulz büyük ilgi ve sempati yaratmıştı. Schulz’un adaylığı açıklandıktan sonra, yıllardır yeni üye kazanamayan SPD’ye kısa sürede 12 bin üyelik başvurusu yapılmıştı. Gençler de Schulz’a ve kampanyaya büyük destek vermişlerdi.

Halkın dilini konuşan, sosyal demokrat değerleri savunan, Merkel Hükümeti’nin ekonomik ve sosyal politikalarına eleştiriler yönelten ve sosyal adaletin sağlanacağını güçlü biçimde vurgulayan Schulz, SPD’nin sandıktan uzak kalmış seçmenlerini de harekete geçirmiş; “Bu kez tamam” duygusu yaratmıştı.

Nitekim 2017’nin ilk aylarında CDU/CSU ile SPD arasındaki makas kapanmaya başlamıştı. Schulz şansölyelik şansı konusunda Merkel’e yaklaşmıştı. Kamuoyu araştırmaları bunu gösteriyordu. Yıl ortalarına doğru üç eyalette yapılan seçimlerde SPD’nin yenilmesinden sonra umutlar kırılmaya başlandı. Çünkü bu eyaletlerin arasında SPD’nin kalesi sayılan, Almanya’nın en büyük eyaleti Kuzey Ren Vestfalya da bulunuyordu.

Parti çevrelerinde Schulz’un adaylığının bu seçimlerden önce açıklanmış olmasının stratejik bakımdan yanlış olduğu konuşuldu. Ancak Schulz, bu eyalet seçimlerinden sonra da hedefinin değişmediğini, SPD’nin seçimlerden birinci parti olarak çıkacağını ve dolayısıyla da kendisinin şansölye olacağını vurgulamaya devam etti.

Hiç kuşkusuz bu acı veren tarihi yenilginin, partinin bir yıllık çalışmasına ve Schulz’un adaylığına bağlanarak açıklanması mümkün değildir. Gerçekçi ve sağlıklı bir değerlendirme yapmak, daha gerilere gitmek gerekir. Bunu yaparken, son yıllarda hemen hemen bütün Avrupa ülkelerinde sosyal demokrat partilerin seçimlerde oy kaybettikleri ve izledikleri sosyoekonomik politikalardan dolayı seçmenlerine yabancılaştıklarını da unutmamak gerekir. Yani Avrupa sosyal demokrat partilerinin sorunu büyük ölçüde ortaktır. Bu sorunun temelinde de, Sovyetlerin dağılmasından sonra neo-liberaller tarafından ilan edilen tarihin, dolayısıyla “ideolojilerin sonu geldi” propagandasına kararlı biçimde tavır alacak yerde, “zamana uygun” anlayış ile sosyal demokrat değerlerden ve sosyal demokrat kimlikten uzaklaşılması yatmaktadır. İngiltere’de, Hollanda’da “3.Yol”, Almanya’da “Yeni Merkez / Orta” vb. neo-liberal esintili programların devreye sokulmasının sosyal demokrat kimliğe, ona olan güvene büyük zarar verdiği gün gibi açıktır. Yeni yüzyılın başında 15 AB ülkesinden 11’inde (dörtte üçünde) sosyal demokrat partiler iktidarda iken, bugün 28 AB ülkesinin yalnızca 5’ini sosyal demokratlar yönetiyor. Yani sosyal demokrasinin krizi SPD ile sınırlı değil, tüm partilerin yaşadığı bir kriz.

İngiltere İşçi Partisi ve SPD’nin (Gerhard Schröder’in) öncülük ettiği sözde reform politikaları sosyal demokrasiye zarar vermiştir. Birçok siyaset uzmanının da ortaya koyduğu gibi bu politikalar sosyal demokrasinin tarihi kimliğinin zedelenmesine yol açmış ve sosyal demokrat partilerin, çalışanlar ve halk nezdindeki güven ve inanırlığını büyük ölçüde yok etmiştir.

SPD 1998’de iktidar olduğunda oyu 20,6 milyon iken 7 yol süren SPD-Yeşiller hükümetinin son bulduğu 2005 seçiminde ise oyu 16,2 milyona düşmüştü. 2005 seçimlerinden sonra kurulan Büyük Koalisyon hükümetinin (CDU/CSU-SPD) son bulduğu 2009 seçiminde ise SPD’nin oyu 10 milyona düşmüştü. Kısacası SPD on yıl içerisinde 10 milyon oy kaybetmişti. Aynı şekilde Ajanda 2010 vb. “reform” projeleri ile SPD’nin kendi eseri olan sosyal devletin törpülenmesi ve çalışanların kazanılmış haklarını gerileten politikaları, SPD’nin 1998’den bu yana devam eden düşüşünün asıl nedenli olarak görmek gerekir.

Sosyal demokrasi, özünde sürekli bir adalet ve eşitlik arayışıdır. “3. Yol” projesiyle bu arayış bir yana bırakılmış ve eşitlik yolunda elde edilmiş sosyal haklar bile hem de büyük bir çarpıtmayla “reform” olarak sunulmaya çalışılmıştır. SPD’nin program çalışmalarına çok önemli düşünsel katkılarda bulunan Prof. Erhard Eppler bu çarpıtmayı şöyle anlatıyor: “Yeni yüzyılın ilk on yılında serbest piyasacılar, reform kavramına bile bile yeni bir biçim verdiler. Artık piyasa, piyasa kısıtlamalarını ortadan kaldıran, “ekonomiyi” yüklerden kurtaran ve özellikle de sosyal güvenlik söz konusu olduğunda hükümet harcamalarını azaltan şey reform oldu. Oysa bir zamanlar çalışanların işten çıkarmalara karşı korunması önemli bir reformdu; şimdi ise tersine, işten atma ekonomik dinamizmi ve büyümeyi hızlandıran faktörler olarak görülüyor.”

İngiltere, Almanya, Hollanda ve birçok ülkede de sosyal demokrat iktidarlar, reform adı altında, çalışanların kazanılmış haklarını azaltan, sosyal devleti törpüleyen yasal düzenlemeler yaptılar. Bunları da, Eppler’in vurguladığı gibi, reform diye satmaya çalıştılar. Ama, başta çalışan halk, bu çarpıtmayı onaylamadı; sosyal demokrat partilere oy vermedi. Yeni oluşumlara yöneldi. Almanya’da Sol Parti’nin büyümesinde, daha önceleri Yeşiller’in ortaya çıkmasında sosyal demokratların yanlış politikaları da rol oynadı.

2008 mali ve ekonomik kriz, neo-liberalizmin ve denetimsiz küreselleşmenin hiçbir derde deva olmadığını gösterdi. Bu durum sosyal demokrasi için yeni bir başlangıç fırsatı demektir.

Martin Schulz, seçim yenilgisinden hemen sonra yeni bir başlangıç için bir çalışma programı açıkladı. Umarız İngiltere’de Corbyn’nin başardığını Schulz da başarabilir.

*Ercan KARAKAŞ
SODEV Onursal Başkanı
ercan.karakas@hotmail.com