Emre ÖZDEMİR – Türkiye – Yunanistan: İki Millet, Tek Coğrafya ve AKP’nin Tükenmiş Dış Politikası

4 Kasım 2002. Avrupa Konseyi Gençlik Bakanları Konferansı ile eşzamanlı yapılan Avrupa Gençlik Kongresi’nde Türkiye’deki gençlik sivil toplumunu temsil etmek üzere Selanik’teyiz. Aynı uluslararası gençlik derneğinde gönüllü olduğumuz ve o yaz Almanya’daki seminerde tanıştığımız arkadaşımla Kongre’den bir gün önce varıyoruz şehre. O, dernekte daha eski bir üye. Derneğin Selanik şubesiyle irtibata geçmiş; önceden planlandığı üzere ilk akşam Yunan dostlar bizi misafir edecekler. Malum, elimiz boş gitmemeli. Doğum yerim olan Kütahya’dan o sene gittiğim uluslararası toplantılara götürürüm diye aldığım çini tabaklardan birini hediye olarak götürüyorum.

Bizi misafir edecek Yorgos’un evine varıyoruz. Yorgos, Aristoteles Üniversitesi’nde hukuk okuyor ve Türkçe biliyor. İleri yaşlardaki Yunanların Türkçe bilmesi olağan olsa da 20 yaşındaki doğma büyüme Selanikli birinin Türkçe konuşması pek rastlanan bir durum değil.  Girer girmez rafta duran küçük Kütahya çinisi biblolar gözüme takılıyor. İznik çinisi değil Kütahya çinisi olduğuna eminim. Hemen Yorgos’a dönüyorum: “Ben sana doğum yerimden hediye getirdim, ancak sende de var” diyorum. Yorgos’un gözleri açılıyor: “E ben de Kütahyalıyım”. Yorgos, o yaz 1922’de Selanik’e göç eden dedesinin evini bulmak ve köklerinde gezinmek için iki haftasını Kütahya’da geçirmiş. Gitmeden iki yıl boyunca da düzenli olarak Türkçe kursuna gitmiş. Kütahyalı hemşehrileri ile irtibat kurabilmek için… Heyecanlı şekilde bana çektiği fotoğrafları gösteriyor. Çok geçmeden anlıyoruz ki, dedesinin eviyle benim dedemin evi arasında bir sokak var…

O gün, bu gün birbirimize “hemşehrim” deriz. Defalarca birbirimize karşılıklı ziyaretlerimiz oldu. Onun dedesi vefat etmişti; ancak ben Yorgos’u dedemle tanıştırabildim.

Bir seferinde, 2011 yazında ailesinin yazlığında misafir etti. Anne-babasını ilk defa görecektim. Annesinin biz geldiğimizde üst katın balkonundan heyecanla aşağıya koşuşunu ve hayatında ilk defa gördüğü bana sarılışını unutamam… Akşam oldu, sofra kuruldu. Gecenin ilerleyen saatlerinde Yorgos dedi ki, annem çok az Türkçe kelime bilir. Hangileri dedik? “Merhaba…, günaydın…, iyi akşamlar…, nasılsın…, elimi bırakma…”

Elimi bırakma?..

Yorgos’un annesinin babaannesi Bursalıymış, mübadelede Yunanistan’a gelmiş. Yunanca bilmez, sadece Türkçe konuşurmuş. Yorgos’un annesi altı yaşındayken vefat eden babaannesi de haliyle Türkçe bilmeyen torunuyla Türkçe iletişim kurmaya çalışırmış. “Babaannem beni parka götürürken, öyle derdi” dedi… Masada uzun süren bir sessizlik.

***

94 yılı, babamın görevi dolayısıyla bulunduğumuz Konya’da Anadolu Lisesi orta birinci sınıftayım. Babasının “Hasan Tahsin” adını verdiği sınıf arkadaşımla derste Büyük Atlas’da Ege haritasını açmışız. Hangi Yunan adasını nasıl geri almalı, nereyi nereden kuşatmalı yazıp, çiziyoruz…

98 sonbaharı. Ertesi gün Amerika Açık yarıfinalinde Pete Sampras’ın maçı var. Kadıköy’de dershanede test çözüyoruz. Sıra arkadaşımla: “İnşallah Sampras kaybeder çünkü Yunan” diye konuşuyoruz. Bizi duyan geometri hocamız “Size inanamıyorum. Bu yaşta bu düşünce” diyor. Biz de “Ama hocam, daha 75 yıl önce bizim dedelerimizle, onların dedesi savaşıyordu” diyoruz…

Yorgos’un dedesiyle…

20 Ağustos 1999. Deprem arama – kurtarma çalışmalarına katılmak üzere Gölcük’e yola çıkacağız. Hızlıca gazeteye göz gezdiriyorum. 19 Ağustos tarihli Yunan Eleftherotypia Gazetesi’nin manşeti Türkçe: “Dayan Mehmedim…” Gölcük’e vardığımızda yardıma ilk koşanlar, uzaktakiler değil en yakınımızdaki, komşumuz Yunanlar…

Eleftherotypia sosyal demokrat; dershanedeki geometri hocam sosyal demokrat. Tıpkı en zor dönemde, henüz depremden önce barış için mektup yazan İsmail Cem ve bunu karşılıksız bırakmayan Yorgos Papandreu gibi…

Üniversite yıllarım onlarca Türk-Yunan sivil diyalogu gençlik projesiyle geçiyor. Ergenlik düşüncelerimiz tanış olmamaktan, bilmemekten…

3 Kasım 2002’den bugüne…

Kasım 2002’ye yeniden dönelim. Hayatımda ilk defa sandığa gidişimin sabahı otobüse binip Selanik’e geldim. 5 Kasım’da yukarıda bahsettiğim toplantının açılışını beklediğimiz salonda organizasyondan bir kişi heyecanla yanıma geldi. Yunan devlet televizyonu ERT’nin iki gün önceki seçimle ilgili görüş almak için Türk katılımcıları aradığını belirtti, kabul ettim. Muhabir iki soru sordu:

. “Pazar günü ülkenizde İslamcılar iktidara geldi. Korkuyor musunuz?”

. “AKP Lideri’nin ilk beyanatı ‘Kıbrıs’a Belçika modeli’ önerisi oldu. Yunanistan’da geniş yankı buldu. Buna ne diyorsunuz?”

Gerçekten de Erdoğan, ne etkisi devam eden ekonomik kriz, ne işsizlik, ne güvenlik ne de başka bir konuda ilk demecini vermişti. İlk siyaset önerisi “Kıbrıs’a Belçika modeli” idi.

Yunan muhabirin ikinci sorusuna şu yanıtı vermiştim: “Yeni hükümet keşke bu önerisinin temeli ve detaylarını bilse ve gerçekten içselleştirse. Ancak bunun kendi görüşleri olmadığını, bir yönlendirme neticesinde söylendiğini düşünüyorum. Yeni hükümetin derdi, içeride gücünü konsolide edebilmek; bunun yolu da uluslararası camiaya olumlu mesajlar vermekten geçiyor. O sebeple, bu tarz çözüm odaklı önerileri kendilerini meşrulaştırma amaçlı kullanacaklarından sürekliliği olmayacak. Keşke bu gibi önerileri enine boyuna analiz edip ortaya çıkarabilseler; ancak, bu kapasiteleri yok.”

Bu kapasiteleri hala yok… Aradan geçen ve devlet erkinin tüm imkanlarını kullandıkları 18 yıldan sonra bile…

Dış politika bilmezlik

Ne tesadüftür ki, bu yazıyı 3 Ekim’de kaleme alıyorum. Türkiye’nin AB’ye katılım müzakerelerinin başlamasının 15. yılında. AKP, kendini meşrulaştırmak için AB’yi kullanmaya uzun zamandır gerek duymadığından müzakereler zaten kağıt üstünde. Bunda elbette AB’nin yaşadığı iç sorunlar ve üye devletlerin vizyonsuzluğu da çok etkili. Ancak “AB olmazsa Kopenhag Kriterlerini, Ankara Kriterleri” yaparız diyenler, Türkiye’yi, kurucularından olduğu Avrupa Konseyi’nin denetim mekanizmasına soktu! “Maastricht Kriterlerini, İstanbul Kriterleri yaparız” diyenler 1 avroyu 9 TL yaptı!

Ancak aradan geçen 18 senede bir olgu hiç değişmedi. O da, dış politikanın içerisi için alet edilmesi… AKP, 2002’de iktidara geldiğinde dış politikayı kendini meşrulaştırma aracı olarak görürken, şimdi de dibe vuran iç politikasını kurtarma aracı ve seçim malzemesi olarak görüyor. O sebeple de her zamankinden fazla dış politika argümanı arıyor.

AKP, 2004’de Güney Kıbrıs’ın AB hukukuna aykırı bir şekilde Ada’nın tek temsilcisi olarak Birlik’e üyeliğine bu meşruiyet beklentisiyle fazla ses çıkaramazken, bugün Doğu Akdeniz’i daha çok iç siyaset için kullanıyor ve bunu “yalnız” olarak yapıyor. Hem yalnız, hem de içeriye popülist mesajlar vererek yapınca da, ülkemizin hakkı olan ve esasta haklı olduğumuz bir konuda ülkemize usulden kaybettiriyor.

1,5 sene önce kaleme aldığım ve Sosyal Demokrat Dergi’nin 101/102. sayısında yayınlanan yazımda şunu demiştim: “… On yılı aşkın süre önce Ortadoğu’da kaybettiğiniz dengenin onarılması için adım atmak yerine bu durumu derinleştirirseniz; İsrail, Mısır, Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin yakınlaşmasına sebep olur, denge içerisinde yürütülecek bir ilişkide elde edilecek enerji kazanımlarını elde edemez, halkınızın fakirleşmesini hızlandırırsınız…”

“… Mısır’daki yönetim aleyhinde takınılacak tavır, ortaokul-lise yıllarında içine girilen siyasi akımın şahsi olarak takipçiliğini yapmak üzere değil, oradaki Türk vatandaşları ve yatırımcılarının bekası düşünülerek yapılmalıdır. Ancak bu şekilde Mısır’da zarar gören Türk yatırımcılarını ve en nihayetinde Türkiye’nin çıkarlarını korumuş olursunuz…”Sormak isterim: Mısır’da meşru hükümeti değil Müslüman Kardeşleri desteklemek ülkemize ne fayda getirdi? Ama bakiye getirdi: Doğu Akdeniz’de yalnız kalmak…

Oysaki Doğu Akdeniz kaynakları, savaşın değil barışın, Kıbrıs’ta çözümün ve başta Yunanistan’la olmak üzere tüm bölge ülkeleriyle işbirliğini geliştirmenin kaynağı olabilecekken ve bizim dışımızdaki tüm bölge ülkeleri için de uygulamada böyleyken, biz bu durumu fırsat değil diş gösterme nedeni olarak kullanabiliyoruz.

İki millet, tek coğrafya

Rembetiko filmi, 1922’de İzmir’den filikalara binmeye çalışan Rumların görüntüsü eşliğinde “Annem Yunanistan” (Mana Mou Ellas) şarkısıyla başlar. Bir ağıttır aslında. “Geri dönecek evim yok” diyerek anavatan Yunanistan’a, emperyalistlerin oyununa gelip ağır bedel ödediği ve ödettiği için sitemle karışık öfke yansımasıdır.

Yunanistan buradan ders aldı mı bilinmez ancak bu coğrafyanın bu iki kadim milletine ABD, AB, yıllarca çare olamamış ortak NATO üyeliği, ya da bir başka dış oyuncu sonuç getirmez. Yüzyıllarca birlikte yaşamayı başarabilmiş bu iki halk ancak birbirini tanırsa ve anlarsa Ege bir barış denizi, Doğu Akdeniz bir işbirliği merkezi olur…

Basınımızda yer almasa da Miçotakis, iktidara geldiği 7 Temmuz 2019 seçimleri için hazırladığı filmi Meis’te arkasında bir hücumbotla bitirmişti. O da kendi iç kamuoyuna, yükselen milliyetçi oylara, Kilise’ye mesaj veriyordu. Ama unutmamak gerekir ki Yunanistan’da da yangına körükle gidenler olduğu gibi aklıselim sahipleri de var. Kimin gerilim, kimin barış; kimin yalnızlık, kimin işbirliği istediği o kadar belli ki. O zaman, barışı ve işbirliğini savunanlar olarak, çekinmeden ve popülist akışa boyun eğmeden sesimizi daha fazla çıkarmalı, iç politikaya alet etmek için dış politika argümanlarını her zamankinden fazla arayan AKP’ye karşı her fırsatta barış ve uluslararası işbirliği imkanlarını kuvvetle vurgulamalıyız…

*Bağımsız Analist
emre@emreozdemir.net