17 Aralık… Dokuz sene önceki tarihi AB Zirvesi’ni tanımlamak için kullanılan ya da bize her yıl Şeb-i Arus’u hatırlatan bu tarih artık yepyeni anlamlar kazandı: Güç mücadelesi, çıkar odaklı işbirliğinin sonu veya gerçeklerin geciken ifşası…
Gelin görün ki Başbakan, “Gezi Süreci”nde olduğu gibi, “17 Aralık Süreci”nde de çareyi “dış güçler”e ve “uluslararası komplo” iddialarına sarılmakta buldu. Bu, birkaç açıdan kolay bir yol; zira dış politika, Türk kamuoyunun bilgi sahibi olmadan fikir ürettiği alanların başında geliyor. Hükümet de bunun bilincinde; haberin kaynağını araştırma hassasiyeti olmayan ve dış basını takip etmeyen kamuoyunu en rahat dış politikayı kullanarak yönlendiriyor. Bazen kasten manipulasyon amaçlı demeçler bazen de –komik ama gerçek- Hükümet’in dış politikasını yöneten kişilerin kapasite / bilgi / altyapı yetersizliği nedeniyle iç siyasetteki hamasi söylemlerin benzerleri de kullanılarak dış politika, toplumu yönlendirmek için alet ediliyor.
Hatırlanacak olursa, Gezi Süreci’nde ilk günkü şaşkınlık ve sessizliğin ardından, göstericiler önce “bir grup çapulcu”, bu yetmeyince ardından “yasadışı örgüt yandaş ve sempatizanları”, bu da yeterli gelmeyince son çare “dış güçlerin maşası ve faiz lobisinin adamları” olarak gösterilmişlerdi.
17 Aralık Süreci’nde de buna benzer bir durum yaşandı ve ilk günkü sessizlikten sonra kademe kademe iş, dış güçlere ve uluslararası komplo iddialarına geldi. Bir sabah ABD’nin Ankara Büyükelçisi Ricciardone’nin “Halkbank’ın İran’la ilişkilerinin kesilmesini istedik, dinlemediler. Bir imparatorluğun çöküşünü izliyorsunuz” dediği iddia edildi. Başbakan hemen iç siyasette kullandığı söylem tarzıyla ABD Büyükelçisi’ni sınır dışı etmekle tehdit etti. Ancak aynı cümleyi bazen günde 3-4 kere kuran Başbakan, ABD Büyükelçiliği’nin yalanlamasının ardından hızlıca çark etti. Hatırlanacak olursa 29 Mayıs 2013’de “Birileri geliyor, Gezi Parkı’nda yok şöyle olmuş, yok böyle olmuş. Taksim Meydanı’nda gösteri yapacaklar, şudur, budur. Ne yaparsanız yapın. Biz kararı verdik, verdiğimiz gibi bunu işleyeceğiz” diyen Erdoğan, 5 Haziran’da Stefan Füle’nin de katıldığı Taksim’e beş dakikalık yürüme mesafesindeki bir oteldeki AB toplantısında “Zaten oranın metrekaresi de yetmez” deyivermişti…
Hükümet’in dış politika zaafları
Mevcut güncel karmaşa içerisinde öncelikle şu soru sorulmalıdır: Kendisine “dünya lideri” denilmesinden hoşlanan bir Başbakan nasıl olur da ülkesi üzerinde oyunlar oynandığını bıkmadan usanmadan tekrar edebilir? Bir başbakan, hem son genel seçimler sonrası “İnanın bugün İstanbul kadar, Saraybosna kazanmıştır. İzmir kadar Beyrut kazanmıştır. Ankara kadar Şam kazanmıştır. Diyarbakır kadar Ramallah, Batı Şeria, Kudüs, Gazze kazanmıştır. Bugün Türkiye kadar Orta Doğu, Kafkaslar, Balkanlar, Avrupa kazanmıştır” derken -kendi basiretsizliğini, ülkesine hakim olmaktaki aczini ortaya koyarcasına- ülkesi üzerinde dış güçlerin komplolarının başarılı olabildiğini nasıl söyleyebilir?
Bu çelişkinin farkında olan uluslararası camia zaten Türkiye’nin geçmiş yıllardaki öngörülemez ve plansız dış politika hamlelerini şaşkınlıkla izlemekteydi. “İç politikadaki güç, dış politikadaki gücün üst sınırıdır” düsturunu Hükümet-Cemaat mücadelesi bakımından ele alıp, bu öngörülemez yapıya eklediğimizde Türkiye, global politikanın karar alıcılarına şöyle bir izlenim vermektedir:
-Yüksek dış ticaret açığı ve yabancı sermayeye dayalı kırılgan ekonomi
-Kötü yönetilen iç barış süreci sebebiyle devam eden terör riski
-Gezi olayları ışığında kendi halkına şiddet kullanmaktan çekinmeyen polis
-Son görev değişikliklerinin kanıtladığı üzere, 11 yıldır kendisine bağlı bu polis teşkilatına hakim olamayan bir Hükümet
-Bir cemaatin yargıda çeşitli çıkar işbirlikleri adına örgütlenmesine göz yummuş, şimdi de kendisi benzer bir örgütlenme yapmaya çalışarak kuvvetler ayrılığı ve yargının bağımsızlığı ilkelerini hiçe sayan bir yönetim anlayışı
-Bu dengesiz adalet sistemiyle güvenilir olmayan ve öngörülemeyen bir yatırım ortamı.
-Ve en nihayetinde içeriye “hakim olamayan” bir yönetimin dış politikada soyunduğu liderliğin çapının dış aktörler tarafından iyice anlaşılması…
İç politikayı hamasi söylem ve tehditlerle yönetebileceğini düşünen Hükümet, dış politikayı da bu şekilde yöneteceğini zannedince çeşitli kereler zor durumda kalmıştı. Egemen Bağış’ın Merkel’le ilgili özlerinden sonra Almanya’nın yaptığı ciddi uyarı, İran ve Irak’tan Türkiye aleyhine gelen söylemler gibi olaylardan sonra, en son yaşananlar ve Erdoğan’ın bunu yönetiş biçimi, Hükümet’in iktidar olduğundan bu yana uluslararası kredibilitesini en düşük seviyeye getirdi. ABD Dışişleri Bakanlığı’nın ve AB Komisyonu’nun yine de itidali elden bırakmayan açıklamaları bunu anlamak için yeterlidir. Ayrıca uluslararası çevreler, panikle gündeme gelen Adli Kolluk Yönetmeliği değişikliği ve Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun yapısında değişiklik öngören kanun teklifini yakından izlerken, Erdoğan’ın “uluslararası komplo” söylemlerine aldırış etmemektedir. Başbakan’ın aniden Ergenekon ve Balyoz davalarında yeniden yargılamayı gündeme getirmiş olmasının yarattığı çelişki de cabasıdır. Bu davaların bayraktarlığını yaptığı bilinen Hükümet’in yaşanan son hadiseler neticesinde yön değiştirmiş olması tüm dış ilişkiler çevreleri tarafından dikkatle not edilmiştir. Erdoğan, iç kamuoyuna verdiği mesajların unutuluyor olduğunu düşünebilir ancak dış politikada bunlar her daim not edilir; zira uluslararası ilişkiler balık hafızalı değildir…
Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki içerideki bu sorunlar ve Türkiye’nin Ortadoğu başta olmak üzere son derece hatalı -hatta tehlikeli- dış politika hamleleri, Erdoğan Hükümeti’ni uluslararası ilişkiler çevreleri nezdinde iyiden iyiye yalnızlığa itmektedir ve bu yalnızlık “değerli” de değildir. Bir buçuk yıl içerisinde birisi iki turlu olmak üzere üç seçim döneminde yine dış politikanın araç olarak kullanılıp iç kamuyouna temelsiz mesajların verileceği bir döneme girilmişken bu durumun daha da kötüye gideceği aşikardır.
Uluslararası çevrelerin Erdoğan’ı artık ciddiye almayı bırakacağı ve verdiği mesajları umursamayacağı bu dönem, tüm çevrelerce dikkatle takip edilmelidir; çünkü uluslararası ilişkiler iç politikadaki kolaycı yaklaşımları kabul etmeyecek kadar ciddi ve hassas bir meseledir…
*Emre Özdemir,
Bağımsız analist,
emre@emreozdemir.net