Türkiye’nin seçimden seçime sürüklendiği siyasal atmosferde, Ortadoğu’daki kaos iç siyasal gerilimi beklemeden derinleşiyor; yapısal bir çıkmaza dönüşüyor. Hatay’dan Hakkari’ye uzanan sınırında, modern devlet bağlamında komşusu kalmayan Türkiye, “stratejik derinlik” çıkmazında; bölgesel vesayet iddiasıyla çıktığı yolda iç bütünlüğünü koruma refleksini ön plana çıkarıyor.
Türkiye’nin Ortadoğu ile dansı
Türk dış politikasında -Karayalçın’ın ifade ettiği üzere- “fabrika ayarları”ndan çıkıldığı için, bölgede alfabenin değişik harflerini barındıran militan örgütlerin manyetik alanına dönüşen bir çözülme zemini ete kemiğe bürünüyor. Siyasal iktidarın, Suriye’deki kaosu İslamcı reflekslerle yönlendirme, değişik dinci yapılanmaları kontrol etme ve “Esad sonrası” Suriye’nin patronajını oluşturma gayreti, ABD’nin bölgesel siyasalarındaki farklılaşmalarla bir anlamda açığa düşen bir siyaseti gözler önüne seriyor.
Şöyle ki, 2011 sonrasındaki dalgalanmada, “İran’ı izole etme” siyasetinin parçası olarak Esad yönetimini istikrarsızlaştırıcı hamlelere göz yuman ve kışkırtan ABD, 2015’teki “nükleer uzlaşma”da da gördüğümüz üzere, İran’ı yeniden küresel sisteme dahil etmeye çalışıyor. Bu konudan en çok rahatsızlık duyan ülkelerin başında Türkiye, S.Arabistan, İsrail ve Katar geliyor. Ne var ki, Obama, başkanlığı devretmeden önce, Filistin barışında katedemediği mesafeyi “İran barışı”nda ortaya koymaya çalışıyor.
Bir başka açıdan ise siyasal iktidar, Suriye’de nüfuz edemediği boşlukta, Kürt yapılanmaları çerçevesindeki klasik reflekslere sarılarak, ülke içinde 2015 baharından itibaren Erdoğan’ın çizdiği siyaset zemininde, milliyetçi oylara uzanmaya çalışıyor. Tam da bu aşamada, Suriye’deki “güvenli bölge” konusu gündeme geliyor. Söz konusu “güvenli bölge”, IŞİD’in Suruç’taki katliamının ardından konuşulmaya başlandı. Hesapta, IŞİD’in Türkiye’ye yönelik etkinliklerini engelleme, Suriye kaosundan Türkiye’yi kurtarma gibi alt başlıklar göze çarptı. Ne var ki, haritalarda gösterilen “güvenli bölge”, PYD’nin konrolündeki Afrin kantonuyla, Kobani ve Cizire kantonları arasında adeta “set” işlevi gören bir tabloyu ortaya çıkardı.
Bölgede İslamcı-İhvancı bir kuşak oluşturma siyasetinden, Kürt karşıtı bir eksene kaydığı izlenimi veren siyasal iktidar, -aslında kendi müttefiki olan- Kürt gruplarla birlikte “ABD eksenli, muhafazakar” bölge siyasetine verdiği desteği öne çıkardı. İktidarla ve Erdoğan’la AKP Büyük Kongresi’ne katılacak kadar yakın siyaset izleyen Barzani, muhafazakar Kürt seçmenlere “AKP’ye oy verdirecek” bir siyasal propagandanın önemli unsuru haline gelmeyi başardı.
Çözüm süreci bitirilince…
Dış politika ve iç politikanın bu kadar harmanlanmış vizyonunda, “çözüm süreci”nin bitmesiyle artan terörün ve bunun seçime yansımalarının analizini de yapmak gerekiyor. Öncelikle ülkenin önemli bir kesiminde, siyasal iktidara karşı, Temmuz 2015’ten itibaren, geometrik olarak artan terör ve sonbahardaki “tekrar seçim”e yansımalarıyla ilgili olarak artan bir kuşku var. Algıya yönelik komplo teorilerini bir yana bırakırsak, Şubat 2015’ten beri, Erdoğan’ın “çözüm süreci”yle ilgili değişen tutumunu izlemek gerekmektedir.
2005’ten beri değişik “Kürt açılımları”nı kamuoyuna duyuran siyasal iktidar, 2002’de iktidara geldiğinde önceki koalisyon hükümetinin AB sürecindeki uygulamalarını sürdürdü. Ancak ülkenin tüm tarihini kendisiyle başlatan, hegemonik bir iktidar inşa etmeye çalışan AKP, Türkiye’nin kuruluş ilkelerini, ulus-devleti, Kürt sorunuyla ilgili yegane engel olarak gördü. Dolayısıyla, kendileriyle başlayan, Fuller’in tanımladığı “yeni Türkiye”de, Kürt sorununu rahatlıkla çözeceklerdi. Elbette akıllarında “İslam kardeşliği” formülü vardı. Bununla birlikte, “İslam kardeşliği” Alevileri kapsamıyor, bütüncül gördükleri İslami kimlik, laik devletten uzaklaştıkça, dışlayıcı bir işlev görmeye başlıyordu. 2007’den sonra otoriterliği belirgin hale gelen siyasal iktidar, 2013’te PKK terörünün “çatışmasızlık” süreciyle, zıtlaşan bir siyaseti ifade ediyordu.
İstihbarat şefinin mahkemeye çağrıldığı Oslo görüşmeleri sonrası, Gülen cemaatiyle arası açılan siyasal iktidar, asimetrik koalisyonunu bozarken, Kürt siyasetindeki cesur gidişi, Şubat 2015’te Erdoğan’ın girişimiyle, “Dolmabahçe mutabakatı”nı bozarak kırdı. İkinci aşama ise, Nevruz 2015’te Erdoğan’ın “Kürt sorunu yoktur” sözüyle oluştu. Milliyetçi oylardaki rekabetin, 2015 Haziran seçimindeki siyasal maliyeti, AKP’nin “muhafazakar Kürt oyları kaybetmesi” ve HDP’nin barajı aşarak TBMM’ye girmesinde görüldü. Olası ikinci seçim, terörün yoğunlaşması, HDP’nin Batı’da oy kaybetmesi ve “HDP’siz mecliste”, AKP’nin anayasal çoğunlukla “başkanlık” ya da salt çoğunlukla iktidara uzanmasına vesile olacak mı?
Hal böyle olunca…
Aslında konunun tam da düğümlendiği yer burasıdır. Zira “tekrar HDP’li meclis” olursa, yaşanan “ara süreç” anlamsızlığını pekiştirecektir. Öte yandan PKK, KCK yapılanması aracılığıyla “çatışmasızlık” durumunu, 11 Temmuz 2015’te sona erdirdiğini duyurmuştur. Burada “iki seçim arası”ndan çok, ilk seçim öncesi, “çözüm süreci”nin askıya alınması, çatışmasızlığın bizzat KCK aracılığıyla sona erdirilmesi göze çarpmaktadır. KCK, terör örgütünün, “sivil örgütlenme” başlığında öne sürdüğü bir yapılanmadır. “Öz yönetim”, “öz savunma” gibi yöntemlerle, kendi deyimleriyle adlandırdıkları “halk savaşı”, düpedüz bir “iç savaş” senaryosudur. Örgüt militanlarının kentlerin içinde, sivil halkın arasında ortaya koyduğu eylemler, demokratik bir çerçevede “terörle mücadele”yi engellemekte, siyasal iktidarın yarattığı beklentiler ve sonrasındaki zıt uygulamalar öfkeyi arttırmaktadır.
Eşzamanlı olarak PKK ve IŞİD terörüne yönelik hava saldırılarında, siyasal iktidara karşı IŞİD’in konumuyla ilgili kuşkulu bakışlar ve soruların yoğunluğu artmakta, “Türkiye’deki 2 milyon IŞİD sempatizanı” haberleri, Batı medyasında boy göstermektedir.
Suriye aracılığıyla Ortadoğu’ya siyaseten ve fiilen girmeye çalışan AKP dış politikası, Suriye’den gelen milyonlarca mülteci, yeni sosyal sorunlar ve çözümsüzlüklerle, Ortadoğu kaosunu ne yazık ki ülkemize taşımıştır. Ne gelen masum mültecilerin sorunları çözülmüş, ne de aralarına sızan terör hücreleriyle ilgili istihbarat yürütülebilmiştir.
“Tekrar seçim”e yönelen Türkiye’de siyasal ve ekonomik sorunlar yapısallaşarak artmakta, insanların gelecek kaygısı çoğalmaktadır. Türkiye’nin, Atatürk’ün ortaya koyduğu kurucu değerler ve barışa dönük geleneksel dış politika temelinde, unutulan AB vizyonunu harekete geçiren, dengeleri sağlamaya yönelik, bölge ve küresel denklemle eşzamanlı olarak siyaset uygulayabilen bir anlayışı ortaya koyması, sosyal demokrat bir siyasetle mümkündür. Seçim sandığını terör sayacına endekslemeyen bir barış söylemine gereksinim var. Kaosun değil, barış ve kardeşliğin seçimi mümkün…
*Dr.Deniz Tansi,
Siyaset Bilimci,
dtansi@yeditepe.edu.tr