DAYANIŞMA VE BÜTÜNLEŞMENİN ÖNEMİ ÇERÇEVESİNDE AVRUPA BİRLİĞİ’NE BAKIŞ

Altan ErtürkALTAN ERTÜRK*

Değerli ağabeyim ve dostum, 1970’li yıllarda sol gençlik hareketinin önemli isimlerinden, yazar Selçuk Şahin Polat ile arabada yolculuk ederken sohbet ediyoruz…

Selçuk ağabey Mersin’de yaşıyor, İstanbul’a ise birlikte üzerinde çalıştığımız bir sinema filmi projesi için geliyor. Mersin’de 68’liler derneği olarak, uzun zamandır, olağanüstü işlere ve etkinliklere imza atıyorlar. Bunlar arasında 68’liler Barış ve Kardeşlik Ormanı, geleneksel hale gelen 6 Mayıs Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını anma etkinlikleri, Hrant Dink Parkı, Nazım Hikmet Anıtı ve daha birçok başarılı çalışmayı saymak mümkün.

Selçuk ağabey dernek başkanı olunca, daha önce sadece sosyalist çevrelerle sınırlı ve daha düşük kapsamlı katılımla yapılan etkinlikleri olabildiğince geniş çevrelere yaymayı hedefliyor. 2008 yılında Celal Doğan, Mustafa Alabora, Hikmet Çetinkaya, Ertuğrul Kürkçü, Eşber Yağmurdereli, Oral Çalışlar, Halil Ergün gibi tanınmış isimlerden tutun CHP, BDP, Atatürkçü Düşünce Derneği gibi Deniz Gezmiş’i seven bir çok farklı çevreyi 6 Mayıs etkinliklerine davet ediyor. Uyulması istenen tek bir kural var. Gruplar kendi sloganlarını atmayacaklar, kendi flamalarını taşımayacaklar.

İlk etapta bu çevreler bir diğerinin neden çağrıldığını sorgulasa ve bir diğerinin çağrılmasından hoşnut olmasa da daha önce 100-200 kişinin katıldığı etkinlikler, o yıl ve sonrasında on binlerin katılımıyla kutlanıyor. Bunun bana biraz 1 Mayıs 1976 ve 1977’de DİSK’in önderliğinde yapılan ve farklı birçok grubu Taksim’de ortak bir paydada birleştirmeyi başaran bütünleştirici, dayanışmacı ruhu hatırlattığını da kendisiyle paylaştım. Başarı ayrışmadan, ötekileştirmeden değil dayanışmadan ve bütünleşmeden geçiyor.

AB solun ve sosyal demokratların eseridir; onu bu güçler biçimlendirmelidir

Sosyal Demokrat Dergi’nin geçtiğimiz sayısında Avrupa’da sol ve sosyal demokrasinin gelişimini irdelerken de buna değinmiştim. Sosyal demokrasi, sağa kayıp neoliberal politikaların savunucusu ve uygulayıcısı olarak sol ve sosyal demokrat politikalardan uzaklaştığı ölçüde iktidarları sağ partilere bırakmak zorunda kaldı. Türkiye’de de CHP, sol ve sosyal demokrat söylem ve politikalardan uzun yıllar uzak durup sağdan medet bekleyen söylemler ve eylemlerle benzer bir hata içine girmişti.

Yine aynı yazımda, Fransa seçimlerindeki başarının arka planını, Yunanistan’da yükselen solun Fransa ile bağlantısını aktarırken, Avrupa solunun bugün; istihdam, büyüme, dayanışma, demokrasi, laiklik, cinsiyet eşitliği, gençlik, adalet fikirleri ve söylemleri ile gelen bu başarıların arkasından geleceğe daha umutla baktığını vurgulamıştım. Türkiye’de de CHP’nin, sol ve sosyal demokrat söylemlerini, politikalarını ve kadrolarını geliştirerek Avrupa’da ki bu gelişmelere paralel bir yol izlediğini belirterek yazımı bitirmiştim.

Şimdi aslında kaldığım bu noktadan devam etmek istiyorum. “Avrupa’da sol ve sosyal demokrat partiler yine sol ve sosyal demokrat ilke ve politikalar üzerinden bir bütünleşme ve dayanışma ruhunu ortaya koyarken Avrupa Birliği’nde gelecekte dengeler nasıl değişir? AB nereye gider? Türkiye bu projenin bugün neresinde? Türkiye’nin gelecekteki hedefi ne olmalı?” türünden sorular sürekli tartışılıyor. Ben bu sorular etrafında önemli bulduğum bazı hususların altını çizmeye çalışacağım.

Öncelikle AB homojen bir yapı değildir. Avrupa Birliği politikalarında da, üye ülkelerin iç politikalarında da birbirleriyle tamamen zıt düşünce ve politikaları savunan farklı gruplar, partiler ve güç dengeleri vardır. Türkiye’deki sol ve sosyal demokrat partilerin, solun ve sosyal demokrasinin evrensel düşünce, ilke ve politikaları ortak paydasında buluşacağı Avrupa’daki grup ve partilerle dayanışma ve bütünleşme içinde olmak zorundadır. Kaldı ki bu grupların büyük bir çoğunluğu Türkiye’nin AB’ye üyeliğini desteklemektedir. Bu bağlamda da AB’nin bir “Hıristiyan klübü” olarak değerlendirilmesi tamamen eksik bir saptamadır. Bu bakış açısıyla Türkiye’yi istemeyen gruplar ve partiler olduğu gibi, bunun tam tersini düşünen demokrat grup ve partilerin sayısı da az değildir.

Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne istemeyen grupları Avrupa’da daha çok muhafazakar ve sağcı partiler temsil etmektedir. Siyasi yelpazede benzer düşüncelerin Türkiye’deki temsilcisi olan AKP’nin AB konusunda yıllardır adım atmayışının altında da, aslında onlarla aynı görüşte buluşuyor olması yatmaktadır. Gerçekten de Avrupa’nın muhafazakar ve sağcı partileri, Türkiye’nin AB üyeliğine karşı olup bunu, oya çevirebilecekleri bir argüman olarak sürekli ceplerinde tutmak istemektedir. Türkiye’nin muhafazakar ve sağcı partisi AKP de aslında Türkiye’nin Avrupa Birliğine girmesine karşı olup tamamen pasif agresif bir eylemsizlik politikasıyla Türkiye’yi AB’den uzaklaştırma çabası içindedir. Bu nedenledir ki Türkiye’nin Avrupa Birliği sürecini hızlandıracak ve sonuçlandıracak taraflar ancak Avrupa’nın ve Türkiye’nin solcuları ve sosyal demokratları olacaktır.

AB mevcut krizden daha da güçlenerek çıkmanın yolunu bulacaktır

Türkiye’yi AB sürecinden uzaklaştırmak isteyen çevrelerin AB projesinin başarısız olduğu ve bunun zaten kendiliğinde yitip gideceği yolundaki söylemleri de tamamen gerçek dışıdır. Bugün Türkiye’nin önünde -insan hakları başta olmak üzere- hem demokratik, hem ekonomik, hem teknolojik, hem de sosyal bakımdan daha çağdaş, daha gelişmiş, kısacası daha iyi bir örnek, hedef ve seçenek bulunmamaktadır.

Dünyadaki ekonomik krizin ardından bugün Avrupa’da yaşanan sıkıntılar, AB’nin dağılma sürecini değil bu büyük projenin geçmişteki hatalarından ders alarak toparlanma ve daha da güçlenme sürecini getirecektir. 2001 krizinden sonra Türkiye’de finans sektöründe yapılan yapısal reformlar Türkiye’yi nasıl güçlendirdiyse, Avrupa Birliği de yapısal reformlarla bu krizden daha güçlenmiş ve bütünleşmiş olarak çıkacaktır.

Avrupa Parlamentosu tarafından, 10-25 Mart tarihleri arasında 15 yaş üstü 26.600 kişi ile “AB’de Kriz ve Ekonomik Yönetişim” adı altında bir araştırma yapıldı. Bu araştırmanın sonuçlarına göre AB vatandaşlarının %55’i mali tedbirlerin tüm üye ülkeler genelinde eşgüdümlü olarak uygulanmasından yana olurken, sadece %38’i üye ülkelerin kendi mali tedbirlerini bağımsız olarak belirlemesinden yana. Mali tedbirlerin tüm üye ülkelerde eşgüdümlü olarak uygulanmasını destekleyenler, Avro Bölgesi ülkelerinde daha da artarak %61’e kadar ulaşıyor.

Aynı araştırmada öne çıkan başka bir sonuç ise, AB vatandaşlarının %80’e yakınının ekonomik zorluk yaşayan AB ülkelerine mali desteğin AB ortak kurallarına uyma ve yükümlülükleri yerine getirme kıstasına bağlı olması gerektiğini savunmasıdır. Yine AB vatandaşlarının %72’si bu kurallara uyulmaması durumunun bir yaptırıma bağlanması gerektiğini düşünüyor.

Buradan çıkartılacak sonuçlar; AB vatandaşlarının çoğunluğunun AB’ye karşı olmadığı, tam aksine Birlik politikalarının daha iyi oluşturulması ve daha eşgüdümlü yönetilmesi görüşünde bulunduğu yönündedir. Bunlar, AB ülkelerinin ortak kurallara uyması ve yükümlülüklerini yerine getirmesi hususunda da yaptırımların ve denetlemelerin geliştirilmesi gerektiğini düşünüyorlar. Çoğunluğun düşüncesi, ayrıştırıcı ve parçalayıcı olmayıp tersine birleştirici ve bütünleştiricidir. Bu da AB’nin bu krizden yapısal reformlarını gerçekleştirmiş ve sorunlarını çözmüş ve de daha büyüyen ve güçlenen bir Birlik olarak çıkmasını sağlayacaktır.

Avrupa’daki çağdaş insan hakları, demokrasi ilkeleri ve sosyal gelişmeler konusunda standartları belirleyen ve kuruluşu AB’nin kuruluşundan 8 yıl öncesine dayanan Avrupa Konseyi’nin kurucu üyelerinden biri olarak, Türkiye de, Avrupa Birliği bünyesinde de hak ettiği yeri almalıdır.

*Elektrik Mühendisi, altan@altanerturk.com

Bir cevap yazın