Happy family with two kids playing into new home. Father, mother and children having fun together. Moving house day and real estate concept

Damla EROĞLU – Aile: Devletin Sağ Eli

AKP hükümetleri hiçbir zaman kadın dostu hükümetler olmadı ama 2011 yılından itibaren kadınların haklarına ve varoluşlarına karşı yürüttüğü cinsiyetçi politikalar çok daha görünür hale geldi. Kürtaj hakkının fiili olarak zorlaşması, Kadın Bakanlığı’nın Aile Bakanlığı’na dönüştürülmesi, nafaka hakkına yönelik sınırlandırıcı girişimler, TCK 103’te yapılmak istenen değişikliklerle çocuk istismarı faillerine af tanınmaya çalışılması, Boşanma Komisyonu Raporu bunların sadece bir kısmı. 20 Mart 2021 tarihinde Cumhurbaşkanlığı Kararı ile İstanbul Sözleşmesi’nden çıkma girişimi ise kadınlara ve LGBTİ+’lara karşı başlatılan ve son yıllarda çok daha açıktan yürütülen bu saldırının son hamlesi oldu. Böylece 2010 yılında Erdoğan’ın kadın örgütleriyle yaptığı bir toplantıda açık bir biçimde dile getirdiği “kadın-erkek eşitliğine inanmıyorum” cümlesinin altına -11 sene sonra- devlet olarak imza atılmış oldu. Bu karara ilişkin kamuoyundan yükselen tepkilere karşı, 21 Mart’ta Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı tarafından bir açıklama yayınlandı.[1] Açıklamada, Sözleşmeden çıkma kararı “Türkiye’nin toplumsal ve ailevi değerleriyle bağdaşmayan eşcinselliği normalleştirmeye çalışan bir kesim”e dayandırıldı. Başka bir deyişle aile kurumunu koruma kalkanı olarak kullanarak, insan haklarına aykırı bir şekilde toplumun bir kesimi, kin ve düşmanlık nesnesi haline getirilip hedef olarak gösterildi.

Kırılgan aileciliğin eşitlik korkusu

AKP neden toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamaktan kaçınıyor ve iktidarını sarsan en küçük krizde bile çözüm için aile kartını çıkartıyor? Sadece Türkiye’de değil, otoriter-muhafazakâr sağ iktidarların yükseldiği ülkelerde de hükümetler, gittikçe zayıflayan bir aile modeline tutunmayı sürdürüyorlar. Özellikle 1980 sonrasında neoliberalizmin yükselmesi, sosyal refah devletlerinin gerilemesi ile aile, sosyal politikanın taşeronu olarak, sosyal politikaların taşıyıcısı haline geldi ve merkezi uygulanma nesnesine dönüştü. Burada ikili cinsiyet sistemine dayalı, üreme merkezli, kadının ev işlerinin ve bakım emeğinin taşıyıcısı olarak hane içinde emeğin yeniden üretimini yüklendiği bir yapıdan bahsediyoruz. Feministler aile kurumunun kadının emeği üzerine kurulu olduğunu, ailenin kadınlar üzerindeki eril tahakkümü sürdüren ve yeniden üreten bir yapı olduğunu dile getiriyor ve çeşitli açılardan bu kurumu eleştirerek dönüştürmeye çalışıyorlar.[2] Kadınların en önemli görevinin annelik olduğu, cinselliğinin ve doğurganlığının yeniden düzenlendiği bu sosyal kurumsal yapı, aynı zamanda kadınların bedeni, emeği ve kimliği üzerinde ideolojik tahakküm olarak da somutlaşıyor.

AKP ise koruyucu-kollayıcı babanın egemenliği altında şefkatli-cefakâr annenin yardımıyla hayatın zorluklarına göğüs geren romantik yuvanın geçmişte var olduğuna, bugün de var olması için uğraştığına toplumu ikna etmeye çalışıyor. Aile denildiğinde AKP hükümetlerinin aklına gelen ilk şey kadın. Geleneksel, dinsel, kültürel beden temsiliyle ve diliyle sınırlandırılan kadınlık ile aile kurumunu eşitlemeye çalışan bu iktidar pratiği; medyası, akademisi, sivil toplumu, hukukçusu, kolluk kuvvetleri, iktisatçısı, bürokratı ve bunlara denk düşen muadilleriyle birlikte anne, baba ve çocuk(lar)dan oluştuğuna pek emin olduğu aile kurumunun, aynı zamanda devletle bütünleşerek parti-devlet haline dönüşen hükümeti her koşulda desteklemesi, devletçilikten taviz vermemesi ve devletin bekası için ailenin seferber edilmesi gerektiğine inanan yurttaşlar (işçi, asker, anne vb.) imalathanesi olarak görüyor.

Peki, devletin aklındaki bu geleneksel ve makbul aile hiç var oldu mu, olduysa bile hâlâ hayatta mı? TÜİK’in “İstatistiklerle Aile, 2020” paylaşımına göre, Türkiye’de tek yaşayanlar + çocuksuz eşler + tek ebeveynli hanelerin toplam oranı % 65,2. Hükümetin ideal/makbul aile formu olarak dayattığı anne-baba ve çocuktan oluşan kurgu, hayatın olağan akışı içerisinde kendi mecrasında yol almaya devam etmiş ve büyük ölçüde çözülmüş durumda. Diğer taraftan evlilik yaşı yükseliyor, doğum oranı ise düşüyor. Ayrıca tek bir aile tipinden de bahsetmek mümkün değil. Geleneksel değerlerle birlikte kentli ve modern değerlerin de aile kurumunun içerisinde yer aldığı ve onu dönüştürdüğü, kadın-erkek rollerinin yeni biçimler kazanıp kabul gördüğü aile yapıları gelişirken; diğer bir yanda ikili cinsiyet sisteminin dışında kalan ve birlikte yaşama biçimlerini sorgulamamızı sağlayan “başka aileler” de var. Bütün bu gelişmeler bir yana, en önemlisi bütün kadınlar bir evin içinde temizlik, yemek, çocuk bakımı gibi işlere hapsolacakları hayatların hayallerini kurmuyor; birçok kadın kendi hayatıyla ilgili kararları kendi almak istiyor ve bunun için mücadele ediyor.

AKP’nin krizi tam olarak bu noktada, kadınların kendi yaşamlarına sahip çıkıp eşitlik mücadelesinin öznelerine dönüşmesiyle derinleşiyor. Kamuoyu tarafından da fark edilebileceği üzere AKP’nin makbul aile idealinin toplumdaki karşılığı çok zayıf, sadece zayıf değil, aynı zamanda sosyal gerçekliği anlamaktan ve yansıtmaktan çok uzak. Bu nedenle muhayyilesindeki aileyi yaratmak, var olanı güçlendirmek ve ideal forma dönüştürmek için kamu harcamalarından kaçınmadığı gibi; her türlü dinsel, kültürel, siyasal retoriği de bu uğurda kullanmaktan çekinmiyor. Bu nedenle kültürel hegemonyasını kuramamaktan şikâyet eden Cumhurbaşkanı Erdoğan, bulduğu her fırsatta evlilik yaşının yükseldiğinden, gençlerin 30 yaşından önce evlenmediklerinden de şikayet edip en az 3 -halet-i ruhiyesine göre, bazen 5- çocuk talebini yinelemekten geri kalmıyor.

AKP’nin zihnindeki aile, içinde bireylerin yer aldığı, her bireyin herhangi bir ayrımcılığa maruz kalmadan kendisini gerçekleştirebildiği ve bunun için kamusal hizmetlerden eşit olarak yararlanabildiği bir aile değil. Toplumsal eşitsizlik ve ayrımcılıkların önemli bir kısmını yeniden üreten; kadının hane içindeki fiziksel ve duygusal emeği üzerine kurulu; emeğin yeniden üretiminin ve bakım emeğinin yoğunlaştığı bir işliğe dönüşen; LGBTİ+’ların varlığını yok sayan; ekonomik, duygusal, fiziksel, cinsel şiddeti görünmezleştiren; erkeği hane içerisinde devletin/otoritenin temsilcisine dönüştüren bu aile kurgusu, devletten hiçbir şey beklemeyen ve kendi kendine yetmekle de yükümlü olduğu gibi, devlete şükran duyması beklenen bir aile. Bu nedenle AKP hükümetlerinin toplumsal cinsiyet eşitliği talepleriyle karşılaştığında yaşadığı korkunun asıl nedeni, ailenin içerisinden haklarının tanınmasını talep eden ve bu devletin sorumluluklarını azaltmak için kullandığı aile tahayyülünü sarsacak bireyin çıkacak olmasıdır denebilir. 

Bir araştırmanın gösterdikleri: Kriz çözüm merkezi olarak aile

Türkiye’de ailenin, özellikle kriz zamanlarında sosyal devletlerin işlevlerini yerine getirdiği bilinmektedir. Mart 2020’den beri içinde bulunduğumuz Covid-19 salgını, bunu yakından deneyimlediğimiz bir süreç oldu. Kadının İnsan Hakları-Yeni Çözümler Derneği’nin (KİH-YÇ) “Salgında Kadın Olmak: Covid-19 Salgınının ve Kamusal Alan Kısıtlamalarının Kadınlar Üzerindeki Etkilerinin Haklar Bağlamında Değerlendirilmesi” başlıklı araştırması,[3] kadınların bu süreçten nasıl etkilendiklerini anlamamız için yol gösterici olabilir. Her şeyden önce şunu söyleyebiliriz: Kadınlar karşılaştıkları sorunlarla ilgili devleti ve kamu hizmetlerini bir çözüm olarak görmüyorlar.

Türkiye örnekleminde 1204 kadın ile görüşülen araştırmada katılımcı kadınlara sağlık, cinsel sağlık, ekonomik durum, ev içi emek ve şiddet kategorilerinde yaşadıkları sorunlarla nasıl baş ettikleri soruldu. Alınan yanıtlara göre kamu hizmetlerine başvuru yapmak çoğu zaman kadınlar için bir seçenek değil, bu hizmetler için yapılan az sayıdaki başvuruda ise neredeyse hiçbiri sonuç alınmamış. Mesela ev içi bakım emeği, kadınların kamu desteğini düşündükleri bir alan değil; kadınların ev içi ücretsiz bakım emeği için hanede 4 saat ve üzeri zaman ayıranların oranı salgın öncesinde yüzde 16 iken bu oran salgının etkisiyle % 42’ye yükseliyor. Salgın öncesinde ücretli bakım desteği ya da akrabalar sayesinde çözülen çocuk bakımı, salgınla birlikte hane içindeki kişilere ama en çok da kadınlara kalmış durumda. İlkkaracan ve Memiş’in daha önceki bir çalışmada ortaya koydukları sonuçlara göre, salgın döneminde erkeklerin ev içi işlere ayırdıkları süre artmış olmasına rağmen, bu süre kadınlarda erkeklere kıyasla tam olarak 4 kat artmış.[4]

KİH-YÇ araştırmasında ön plana çıkan bir diğer konu ise salgının ekonomik durum üzerindeki etkisi. Salgın nedeniyle ekonomik sorun yaşadığını belirten kadınların oranı %73. Her 100 kadından 47’si ekonomik sorunlar karşısında çözümsüz kaldığını söylemiş. Bu süreçte karşılaştıkları ekonomik sorunlarla nasıl başa çıktıkları sorulduğunda ise sorun yaşadığını söyleyen her 100 kadından sadece 12’si kamu kurumlarından destek (yardım) aldığını; 41’i aile/akraba, arkadaş ya da bankalara borçlandığını; 11’i birikimlerini harcadığını; 15’i ise masraflarını kıstığını belirtmiş. Bu tabloya baktığımızda, hane içi ücretsiz bakım emeğini yüklenen kadınlar için yoksullukla mücadele ayrıca bir emek alanı olarak karşımıza çıkıyor. Sosyal yardımlara başvuru yapan, hane içindeki yoksulluğun yönetilmesini organize eden kadınlar için kamu hizmetleri çözüm sağlamıyor.

Salgının kadına yönelik şiddet üzerindeki etkisi çok fazla gündeme gelen bir konu. Araştırmanın verilerine göre şiddet, salgın öncesindeki dönemde bile öylesine yüksek ki, insan “daha ne kadar artabilir” diye soruyor. Araştırma bulgularına göre, salgın öncesindeki bir yıl içinde eşi/partneri olan kadınların %97’si, salgın sonrasında ise %96’sı en az bir kez eşi/partneri tarafından şiddete maruz kalmış. Hane içinde erkek şiddetinin bu kadar yüksek olmasına rağmen, kadınların bu şiddetle mücadelede kamu kurumlarına başvuru oranı çarpıcı şekilde düşük. Salgın öncesinde her 100 kadından yaklaşık sadece 1’i kamu kurumlarına başvuruda bulunmuş; bu oran salgın sonrasında da değişiklik göstermiyor.

Kadınların şiddetle baş etme yöntemlerinde ilk sırada partneriyle iletişim kurmaya çalışmak gelirken daha sonraki yaygın yöntemler “sakinleştirici kullanmak” ve “aile büyüklerine şikâyet etmek” olarak bulgulanmış. Hane içindeki şiddetle mücadele konusunda devletin, koruyucu ve önleyici politika eksikliğini bu verilerle de ortaya koyabiliyoruz. Şiddetsiz bir hayat için kamu hizmetlerinden yararlanmak kadınlar için bir seçenek olarak görünmüyor.

Temel hedefi salgının kadınların hayatlarına etkisini ölçmek olan bu araştırmanın sonuçları, sosyal devletin yüklenmesi gereken sorumlulukları ailenin üzerine yıktığını ve Covid-19 salgınının hane içerisindeki eşitsizlikleri ve ayrımcılıkları derinleştirdiğini gösteriyor. Böylesi bir afet durumu söz konusu olduğunda devletin aile üzerine yüklediği taşıyıcı rolün ve bu rolün cinsiyetçi tahakkümün yoğunlaşarak devam ettirildiği söylenebilir. Devletin aileyle kurduğu bu ilişki, devletle yurttaş arasındaki mesafeyi daha da açmakta, hak temelli bir sosyal politikanın gerçekleşmesini zorlaştırmaktadır.

Devletin sağ eli

Aile devletin sağ eli. Türkiye’deki devlet, aileyi sağ değerlerin kalesi olarak görüp kadınları bu değerler üzerinden erkek otoritesine boyun eğmeye zorluyor. Bu nedenle bu bir cinsiyet rejimi. Sadece erkek egemen değil, aynı zamanda ‘devlet baba’dan, evdeki babaya kadar babayı, hem de en ham ve inceltilmemiş haliyle yeniden üretmeye çalışan sığ bir rejim. Cinsiyet rejiminin bu paternalist karakteri, bireyi yok sayan ve korunması gereken sosyal birim olarak bireyi değil, aileyi merkeze alan politikaları güçlendirirken, öteki olarak gördüğü ve kendi değerlerini benimsemediğini düşündüğü herkesi ve her grubu düşmanlaştırmayı, onların varlığını yok sayan politikaları uygulamayı yerli ve milli sosyokültürel ve sosyopolitik değer olarak sunmaya çalışıyor.

Aile odaklı bu siyaset, elbette ailenin parçalanmasını önlemek için elinden geleni yapar. Kadınların aile içinde başlarına gelen kötülüklerin, hak özneleri olmalarına rağmen haklarının ihlal edilmesinin, LGBTİ+’ların tanınmamasının -dahası tehdit ve şiddetle baskı altına alınmasının- ve kadına yönelik toplumsal cinsiyet eşitsizlikleri ve ayrımcılık ile mücadele edilmemesinin temelinde “devletin bekası” adı altında alenen cinsiyet ayrımcılığı ve hatta kadın düşmanlığı yapan bir devlet ve iktidar tipini korumaya yönelik refleksler işlemektedir. Ne anlama geldiği belirsiz, anlamı kendinden menkul ve yirmi yılı aşan iktidar deneyimine rağmen bir türlü halledilemeyen beka sorunu, kadınların kazanımlarının ellerinden alınmasıyla nasıl çözülebilir! Oysa iktidarın beka sorunu, İstanbul Sözleşmesi örneğinde görüldüğü üzere, kadınların haklarının tanınmasıyla değil, tanınmamasıyla gerçek bir sorun haline dönüşüyor.

Hak temelli sosyal politikanın sınıf, cinsiyet kimliği, cinsel yönelim, etnik köken, din, yaş, beden ve benzeri eşitsizlik ve ayrımcılık deneyimlerini farklılaştıran değişkenleri gözeten, gerçekçi ve bütüncül bir perspektifle ve birey merkezli geliştirilmesi gerekir. “Aile merkezli” devlet ya da toplum gibi kendi zamanının hakikatlerine, beklentilerine ve gereksinimlerine erişememiş bir iktidar pratiği, yurttaşlarına sosyal haklar için aileyi işaret edebilir. Bu işaretin yurttaşlar için ne anlama geldiği ve iktidarın bekasına hizmet edip etmediği ise kadınların ve ezilenlerin mücadelesiyle kendi tarihini yazmaya devam edecektir. Toplumsal ve siyasal alandaki güç kaybını telafi etmek adına şiddet dilini artırmayı, toplumsal ve siyasal kutuplaşmayı körüklemeyi hedefleyen ve böylelikle “organize işler”ini bu sığ hamaset ile devam ettirmeyi “ülkeyi yönetmek” zanneden erkeklerin bekasıyla bu ülkedeki kadınların bekası arasındaki çelişkiyi ve çatışmayı görmek zor değil.

*Damla EROĞLU
Siyaset Bilimci
damla.eroglu@wwhr.org


[1] “Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden Çekilmesine İlişkin Açıklama”, İletişim Başkanlığı, 21/03/2021, link: [22/06/2021].

[2] Özgün, Yasemin (2020) Feminizm ve Aile Tartışmaları: Teori-Politika-Pratik İlişkisi ve Çelişkileri, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Feminizm (Cilt 10) içinde, İletişim yay., İstanbul 

[3] Salgında Kadın Olmak: Covid-19 Salgınının ve Kamusal Alan Kısıtlamalarının Kadınlar Üzerindeki Etkilerinin Haklar Bağlamında Değerlendirilmesi, 2020 haz. Damla Eroğlu, Hilal Gençay, Kadının İnsan Hakları- Yeni Çözümler Derneği, kısa link: https://bit.ly/3danFdD

[4] İlkkaracan, İpek ve Memiş, Emel (2020) Covid-19 Küresel Salgın Sürecinde Türkiye’de Bakım Ekonomisi ve Toplumsal Cinsiyet Temelli Eşitsizlikler, UNDP Türkiye Ofisi, kısa link: https://bit.ly/35fcv34