Cumhuriyet dönemi iktisat politikalarının kuruluş aşamasındaki şekillenmesi Lozan görüşmelerinin kesintiye uğradığı 1923 yılında İzmir’de toplanan İktisat Kongresi’nde gerçekleşmiştir. İktisat Kongresi’nin tarihsel misyonu, bir yandan siyasal açıdan kapitalist ve sosyalist blok arasında denge oluşturarak ulusal bağımsızlık alanını belirlemek, diğer yandan da içte toplumsal birliği sağlayıp kuruluşu gerçekleştirmektir. Resmi kesimden bazı devlet daireleri, halk kesiminden çiftçi, sanayici, işçi ve tüccar gibi meslek gruplarından oluşan 1135 temsilcinin katıldığı[1] Kongre’ye Sovyet temsilcisi Aralov da davet edildi. Kongrenin açış konuşmasında Atatürk’ün yasalarımıza saygılı olmak koşulu ile yabancı sermayeye yeşil ışık yakılacağı söylemi Türkiye’nin sistem seçimini ve bloklar arasında bağımsızlık arayışını simgeler. Kongrede öne çıkan, tarım vergisi Âşar’ın ilgası kararı içte toprak ağalarına, liberal politika söylemleri ise Batı dünyasına mesaj niteliğinde idi. Nitekim 1925 yılında doğu ve güneydoğu bölgeleri isyanlarda aşiret liderlerini ve toprak ağalarını devletin yanına çekeme politikası bağlamında Âşar kaldırılmıştır.
Bağımsız Türkiye’nin iktisat politikası
Lozan’da kazanılan siyasal bağımsızlık, anlaşmadaki geçici bazı kısıtlar nedeniyle ekonomi alanına gecikmeli olarak yansımıştır. Lozan ile sınırlarımız içinde kalan alana isabet eden 85 milyon altın lira harp tazminatı ekonomiye yıllık yaklaşık 6 milyon lira yük getiriyordu.[2] Anlaşmanın hükümleri çerçevesinde beş yıl süre ile gümrüklerimize hâkim olamama gibi olumsuzluklar siyasi otoriteyi zora sokuyordu. Ancak, 1926 yılında kabotaj hakkının kazanılması ve gümrüklere hâkim olunması neticesinde sanayinin korunması aşamasına geçilebildi. 1922 yılında Amerikan sermayesi öncülüğünde kurulan Chester projesi zamanla akamete uğrayınca, 1924 yılında Haydarpaşa-Ankara, 1928 yılında ise Mersin-Adana demiryolları devletleştirildi. 1924 yılında İş Bankası, 1925 yılında Sanayi ve Maadin Bankası kurularak, özel sektöre kaynak sağlama kanalları oluşturuldu. Tüm kısıtlamalara rağmen, söz konusu atılımlar ulusal gelirde yükselmeye neden oldu. 1910 yılında 100 olan ulusal gelir indeks değeri 1923 yılında 60 dolaylarına gerilemişken, 1929 yılında 100 düzeyine dönebilmiştir. 1920’lerde yükselmeye başlayan enflasyon, 1925 yılında % 10 dolayında zirve yaptıktan sonra 1930’larda sıfır düzeyine gerilemiştir. 1925 yılında Âşar’ın lağvedilmesi devlet gelirlerinde önemli bir kayba yol açtığından dönemin temel üretim aracı olan tarım kesiminin sermaye birikiminde etkin kullanım yolu tıkanmış oldu. Tarımdan sanayi kesimine kaynak aktarımında iç ticaret hadleri önemli işleve sahipken, 1923-1930 döneminde dalgalı seyreden iç ticaret hadleri tarım lehine geliştiği için, sanayide kaynak birikiminde etkili sonuç alınamadı. Tüm kısıtlara rağmen dönemin önemli bir girişimi 1913 tarihli Teşvik-i Sanayi Kanunun1927 yılında 15 yıllık süre için yeni bir kanun görüntüsünde devreye sokulup, işletmeler dört gruba ayrılıp, ciddi sanayileşme hamlesine girilmesi oluşturmuştur.
Lozan’ın koşulları altında dış ticarete 5 yıl müdahale olanağının kısıtlanması, maalesef, ithalatçılara fırsat kapısı aralayarak, ticaret açığımızın 1923 yılında 60 milyon liradan 1929 yılında 101 milyon liraya yükselmesine yol açtı.[3] Böylece, 1929 yılına geldiğimizde kapitalist dünya ikinci büyük çöküşünü yaşarken, Türkiye Cumhuriyeti de döneminin ilk döviz krizine girmiş oluyordu. Bunun üzerine Başbakan İsmet İnönü’nün çağırısı ile Milli İktisat ve Tasarrufu Cemiyeti adıyla, halkı tasarrufa ve yerli malı kullanmaya yönelten bir cemiyet kuruldu.[4] Ekonominin olumsuz gelişmesi karşısında, 1929 yılında dönemin İktisat Bakanı Şakir Kesebir başkanlığında bir komisyon kuruldu ve “Kesebir Planı” olarak anılan, ithalatı sınırlandırmak ve iç tüketimi kısmaya yönelik plan hazırlandı. Müteakiben, buhranın etkisini hafifletmek üzere Müller ve Schacht planları devreye sokuldu. Nihayet, 1930 yılında Sanayi Kongresi toplanarak, bir taraftan tüketiminin denetlenmesine çalışılırken, diğer taraftan da sanayi yatırımları yapılması için sanayicilere çağrı yapıldı. Bu çabaların sonucu olarak 1930 yılında hükümetçe İktisat Programı hazırlanıp devreye sokuldu, aynı yıl Merkez Bankası da kurularak hükümetin para üzerinde denetimi sağlanmış oldu.[5]
1933 yılında dönemin Başbakanı İsmet İnönü KADRO dergisinin 22 inci sayısında yayınlanan “Fırkamız Devletçilik Vasfı” başlıklı yazısında şunu ifade eder, “Devletçilik’in müdafaa vasıtası olup olmadığı, yedi sekiz seneden beri münakaşa olunmuştur.”[6] İnönü’nün bu ifadesi, yönetim kadrosunun liberal politikaların yeni Cumhuriyet’i ekonomik olarak ayağa kaldırmaya yeterli olmadığını 1925-26 yıllarından beri düşündüğünün, ancak uygulama zemini bulamadığının itirafıdır. İktisat Kongresi’nin şekilsel liberal görüntüsüne rağmen, Lozan sonrası uygulanan ekonomi politikalarında CHP’nin altı okunun üç kolu öne çıkmıştır. Bunlar; ekonominin halka yaygınlaştırılması ve toplumsal kalkınmayı işaret eden “halkçılık”; Osmanlı’dan devralınan milli iktisat görüşü doğrultusunda ulusal kaynakların millileştirilmesi ve korunmasını ifade eden “milliyetçilik”; ve sanayileşmeyi vurgulayan “devletçilik” kollarıdır. Dünya buhranı ile dünya güçlerinin Türkiye’den ellerini çektiği ve bazı yatırım mallarının ucuzladığı dönemde, 1930 yılında korumacılık önlemlerine, 1933 yılında ise Sovyet plancılarının da desteği ile plan yapılarak planlı devletçiliğe geçildi. Cumhuriyet kurucularının İzmir İktisat Kongresi ilkeleri ile ne derece uzlaşmaz olduğu 1933 planının başlangıç bölümündeki şu görüşte açıkça yansımıştır: “Garp kültürünün, yani tekniğin ve büyük sanayiin sahası şark sahillerini ihata ediyordu. …….Garbın sanayi memleketleriyle ziraat ve hammadde memleketleri arasındaki bu tabiiyet, sanayi memleketlerini ihya edici, fakat hammadde memleketlerini de tedricen inhilal ettirici vaziyetler ihdas etti. Türkiye’nin dünya emtia mübadelesindeki mevkii Garp sanayii mamulatına bir mahreç ve buna mukabil de o sanayie hammadde yetiştiren bir ziraat memleketi olmasında manasını bulmuştur. Büyük sanayici memleketler, aralarındaki bütün siyasi ve iktisadi münazaralara ve ihtilaflara rağmen, ziraatçı memleketleri her zaman ham madde müstahsili mevkiinde bırakmak ve bu memleketlerin piyasalarına hâkim olmak davasında müttefiktirler. Bu itibarla ziraatçı memleketleri bu silkinme hareketlerine, er geç set çekmek hususunda siyasi nüfuzlarını kullanmakta birleşeceklerdir. Bilhassa bu hakikat muhtaç olduğumuz sanayii, zaman kaybetmeden kurmak için en mühim muharrikimizdir.”[7]
Liberal politikaların başarısızlıkları üzerine Cumhuriyet yöneticileri dizginleri ele aldı ve 1933 yılında başlatılan devletçilik politikalarıyla karma ekonomi modeli çerçevesinde devlet eliyle ulusal sanayi oluşturma hamlesi başlatıldı. Yeni girilen rayda yabancı sermayeye karşı politika değişikliği yaşanırken, Osmanlı döneminden kalma yabancı yatırımların millileştirilmesinde de önemli adımlar atıldı. Sanayileşmede, doğal olarak öncelik iç tüketim ürünlerine ve üç beyaz olarak anılan şeker, un ve dokuma alanlarına yönelindi. Sanayileşmenin ilk adımı olan tekstil ve gıda alanında yatırımlar yapılarak, sanayileşme yanında tarımın da kalkındırılmasında etkili olunmaya çalışıldı. Bu dönemde kâğıt, demir çelik gibi ileri aşama sanayi kuruluşlarının kurulmasında da önemli adımlar atıldı. Planlı olarak yürütülen bu faaliyetler sonucunda 1930-39 dönemi ortalama büyüme oranı, sanayide % 10,3, tarımda ise % 5,1 olarak gerçekleşti. Alınan tasarruf önlemleri de sonuç vererek dış ticaret dengesi de, salt 1938 yılındaki 4,9 milyon liralık açık dışında, 1930-39 dönemi boyunca fazlaya dönüştü.
Atatürk sonrası
1938 yılında Atatürk’ün ölümü, 1939 yılında İkici Dünya Savaşı’nın başlaması korumacılık ve devletçilik politikalarının etkin uygulamasını akamete uğrattı. Her ne kadar savaşa girilmedi ise de, savaş ekonomisinin devreye sokulması ulusal geliri geriletti. 1940 yılından 1945 yılına doğru ulusal gelir % 31,1 oranında azalmış, sanayi konumunu korurken tarım gerilemiştir. Aynı dönemde fert başına gelirde de % 39,7 oranında azalma yaşanmıştır.
1945-50 döneminde siyaset alanında Sovyetler’den uzaklaşılıp ABD’ye yaklaşımın yansımaları, bir yandan devletçiliğe ve karma ekonomi modeline karşı iç tepkilerin dillendirildiği 1948 Türkiye İktisat Kongresi kararlarında, diğer yandan da Marshall Planı çerçevesinde Türkiye’ye gönderilen inceleme uzmanlarının görüş ve önerilerinde izlenmiştir. Marshall Planı uzmanları ekonomiyi olumlu bulmakla beraber, devlet kesiminin küçültülmesi, demir-çelik, ağır kimya, selüloz gibi dönemin ileri sanayi alanlarına girilmemesi, orman ürünleri, seramik ve el sanatlarına dayalı hafif sanayiye girilmesi gibi önerilerde bulundu. Öyle anlaşılıyor ki, savaş sonrası koşullarda Batı dünyasınca perifer ekonomilerde devlet destekli korumacı ulusal sanayi atılımı pek uygun görülmüyordu! Nitekim 1942 yılında ABD’de toplanmış olan Foreign Affairs Commission kararları da perifer ekonomilere askeri yardım yapılması fakat sanayi alanında fazla ileri gidilmemesi doğrultusunda idi.[8]
Savaş döneminde yaşanmış olan önemli bir olay da Varlık Vergisi ve Toprak Mahsulleri Vergisi adı ile salınmış olan vergilerdir. Adından da anlaşıldığı üzere, Varlık Vergisi de Toprak Mahsulleri Vergisi de varlıklar üzerine salınan servet vergileridir. Bir yandan devletin gelir ihtiyacı diğer yandan savaş döneminde fiyatların yükselişi ve karaborsa vb gibi eylemlerle haksız kazançların oluşumu gerekçe gösterilerek 1942 yılında, tüccar, esnaf ve serbest meslek sahiplerini kapsayan bir seferlik servet vergisi getirildi. Komisyonların değer takdirine itiraz yolunun kapalı tutulması ve kanunda görülmemekle beraber değer takdiri ve uygulamada yaşanan adaletsizlikler olumsuzluk yarattı.[9] Ulusal gelirin % 3,5 oranına ulaşan 315 milyon liralık tahsilatın yarıdan fazlası gayrimüslim azınlıklardan sağlanmıştır.[10] Verginin ödenmesi parasal olduğu gibi, ödemede acze düşülmesi durumunda çalışma kamplarında çalıştırarak da verginin tahsili yoluna gidilmiştir. Dönemin iç ve dış ticaret faaliyetlerinin genellikle gayrimüslimlerde olduğu gerçeği karşısında, vergi tahsilat sonuçlarının da bu doğrultuda olması, uygulama haksızlıkları yanında, fiili durumun da yansımasıdır. İstanbul Ticaret Odası kayıtlarına göre o dönemde odaya kayıtlıların % 16’sını Türkler, % 84’ünü ise gayrimüslimler oluşturuyordu. Kişi başına ortalama Varlık Vergisi, Türk mükelleflerde 6 102 lira, gayrimüslim mükelleflerde ise 5 326 lira idi.[11] Bu miktarların aritmetik ortalama olduğu ve bazı mükellefler üzerinde yüksek vergi olabileceği açıktır. Kentsel alana salınan Varlık Vergisinin Batıda ses getirmesi üzerine 1943 Haziran ayında, dört yıl uygulanmak üzere, Toprak Mahsulleri Yasası ile kırsal alana da vergi getirildi. Toplam 230 milyon lira dolayında varidat sağlanan bu vergi dört yıl sonra kaldırılmıştır.
Görülüyor ki, 1923-49 dönemi politikaları, dış güçler desteği altında içte toprak ağaları ve sair grupların çıkarları ile Cumhuriyet’in kurucu kadrosunun yapılandırıcı ve kalkınmacı politika amaçları arasındaki çatışmanın yansımasıdır.
[1] Memduh Yaşa ve diğerleri (1980), Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ekonomisi: 1923-1978, Akbank Kültür Yayınları, İstanbul, s. 77-82.
[2] Korkut Boratav (2003), Türkiye İktisat Tarihi, İmge Kitabevi, Ankara, s. 44.
[3] Yakup Kepenek ve Nurhan Yentürk (2005), Türkiye Ekonomisi, Remzi Kitabevi, İstanbul, s. 49.
[4] İlhan Tekeli ve Selim İlkin (1983), 1929 Bunalımında Türkiye’nin İktisadi Politika Arayışları, ODTÜ, Ankara, s. 92-8.
[5] İlhan Tekeli ve Selim İlkin (1983), a.g.e., s. 121-7.
[6] KADRO (1933), Ankara, s. 4.
[7] Boratav (2003), a.g.e., s. 66.
[8] Gaye Yılmaz (2000), Kapitalizmin Kaleleri –I: IMF, WB, AB, Türk Tabipler Birliği Yayını, Türk Metal-İş, İstanbul, s. 5-6.
[9] Rıfat Bali (2012), Varlık Vergisi: Hatıralar-Tanıklıklar, Libra Kitap, İstanbul.
Ali Sait Çetinoğlu ( 2009), Varlık Vergisi: 1942-1944, Belge Yayınları, İstanbul.
[10] Şevket Pamuk (2012), Türkiye’nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi, Türkiye İş Bankası, İstanbul, s. 201-2.
[11] Cahit Kayra (2011), Savaş Türkiye Varlık Vergisi, Tarihçi Kitabevi, İstanbul, s. 183-7.
*İzzettin ÖNDER
Prof. Dr., Boğaziçi Üniversitesi
izzettinonder@gmail.com