csm_1959_Sozarch_F_5047-Fb-054_GANZ_e6a99e1fe4

Burhan ŞENATALAR – Neo-liberalizm Döneminde ve Pandemiden Sonra Sosyal Demokrat Partiler

Bu yazının birinci bölümünde  1980 sonrasında yaşanan neo-liberal ideolojik hegemonya döneminde sosyal demokrasinin ve sosyal demokrat partilerin durumu ele alınmakta, ikinci bölümde ise pandemi sonrası dönemde sosyal demokrat dünya görüşünün ana yaklaşımlarının neler olabileceği üzerinde durulmaktadır. Pandemi sonrası dönem ifadesi sadece pandeminin etkileri ile sınırlı olarak kullanılmamakta, neo-liberal politikaların tam anlamıyla geçersiz olması anlamını taşıyan çeşitli gelişmeleri de kapsamaktadır. Ekonomik, sosyal ve ekolojik nitelikteki bu gelişmeler pandemi sonrası dönemde sosyal demokraside bir yenilenmeyi gerekli kılmaktadır.

Neo-liberalizm döneminde sosyal demokrat partiler

Genellikle sosyal demokrasinin altın çağı olarak anılan II. Dünya Savaşı sonrası dönem 1970’lerde bir tıkanmayla karşı karşıya kalmıştı. Bu aşamaya kadar savaş sonrası döneme özgü toparlanma ve canlanma yüksek büyüme hızı, yüksek istihdam -düşük işsizlik-, yükselen vergi gelirleri ve artan sosyal harcamalar ile bütünsel ve istikrarlı bir gelişme performansı gerçekleştirilmişti. 1970’lerde bu birikim modeli kendi içinde barındırdığı çelişkiler  dolayısıyla zorlanmaya başlamışken, petrol fiyatlarındaki birden hızlanan artış temposu özellikle petrole bağımlı olan ekonomileri büyük sıkıntıyla karşı karşıya getirmişti. Gelişmiş ekonomilerin büyüme hızı düşerken bir yandan artan petrol fiyatları, öte yandan ekonomiyi canlandırma amaçlı harcama artışları enflasyona neden oluyordu.

Durgunluk ve enflasyonun aynı anda yaşanıyor olması –stagflasyon-, artan işsizlik ve hızlanan fiyat artışları toplumsal tepkiye yol açıyordu. Tablonun nedeni ve sorumlusu olarak sosyal demokrat partiler ve politikalar -devletin ekonomideki rolü ve sendikaların gücü- gösterilmeye başladı. Bu eleştiriler giderek arttı ve siyasal partiler dışında medyada ve akademik çevrelerde de taraftarları çoğaldı. Özellikle İngiltere’de 1979’da Muhafazakar Parti’nin (M.Thatcher’ın), 1980’de ABD’de Ronald Reagan’ın iktidara gelmeleri neo-liberal dalgayı yükseltti. 1982’de Almanya’da Hıristiyan Demokratlar (Helmut Kohl) da iktidara gelince, artık neo-liberalizm egemen ideoloji niteliği kazandı.

Önceki dönemin sorunlarına karşı büyük ölçüde ideolojik olan bir yaklaşım, “bilimsel” çıkış noktası olarak sunuluyordu. “Kökten piyasacılık” veya “piyasa fetişizmi” de diyebileceğimiz bu yaklaşım belirli bir reçeteyi dayatıyordu:  Devletin ekonomideki rolünün ve düzenleme–denetleme rolünün azaltılması –deregülasyon-, bir yandan vergilerin -özellikle sermaye üzerindeki-, öte yandan sosyal harcamaların düşürülmesi, sendikaların zayıflatılması ve sosyal hakların daraltılması, kamu iktisadi girişimlerinin özelleştirilmesi. Bu adımlar, özel sermaye birikimine bir ivme kazandırmakla birlikte, işçi haklarında gerileme, sendikaların zayıflaması, gelir dağılımının bozulması gibi ciddi sosyal maliyetler de yarattı.

1970’lerin sorunlarına duyulan tepki yanında, 1980’lerdeki yoğun propaganda nedeniyle de neo-liberal  politikalara ve muhafazakar partilere toplumsal destek bir süre devam etti. Bu süreçte sosyal demokrat partiler kendilerini yenilemeye çalıştılar ve belirli konularda gerçekçilik adına iktidarların politikalarına yaklaştılar. Hemen her seçimden sonra yeni bir lider seçtiler, fakat başarılı olamadılar. Neo-liberal politikalara duyulan tepkilerin yükselmesi 1990’ların ikinci yarısında gerçekleşti: İngiltere’de 1997’de Tony Blair ve İşçi Partisi, Muhafazakar Parti’nin % 31 oyuna karşılık, %43’le iktidara geldi. 2001 seçiminde de İşçi  Partisi oyların %41’ini, Muhafazakar Parti’nin %32 oyuna karşılık, elde etti. 2005 seçiminde de İşçi Partisi %35 oy oranı ile birinci parti oldu, ancak aradaki fark üç puana inmişti. 2010’da % 36 oyla iktidara gelen Muhafazakar Parti 2015, 2017 ve 2019 seçimlerinde de sırasıyla %37, %42 ve %44 oy alarak iktidarını bugün de sürdürüyor.

ABD’de 1992 başkanlık seçimini Demokrat Parti adayı Bill Clinton kazanırken, Almanya’da  SPD 1994’te %36 olan oy oranını 1998’de %41’e çıkardı. Bu seçimlerde iktidar sosyal demokratlara geçti. Helmut Kohl’ün 16 yıl süren başbakanlığından sonra 1998-2005 arasında Gerhard Schröder başbakanlık yaptı. İzleyen iki seçimde SPD’nin oy oranı önce % 38’e, sonra %34’e düştü.  2005 seçimlerinden sonra 2021’e kadar Hıristiyan Demokratlar iktidarda idi ve SPD oyları % 20-26 arasında değişti. Angela Merkel’in başbakanlığı da 16 yıl sürdü. Kısa süre önce yapılan seçimde birinci parti olmasına karşın SPD’nin oy oranı %26’nın altında idi. Şunu da ileri sürmek yanlış olmaz: Hıristiyan Demokratlar’ın başbakan adayı daha karizmatik bir kişi olsaydı, bir kez daha seçim kazanmaları mümkün olabilirdi. Yalnız Almanya ile ilgili olarak anımsanması gereken bir nokta da, SPD dışında Yeşiller’in de önemli bir siyasi güç olduklarıdır. Son seçimde CDU/CSU oyları 9 puan azalırken, Yeşiller’in oyları 6 puan, SPD’nin oyları da 5 puan arttı. İlginç noktalardan biri de, iki radikal partinin Sol Parti 4.3 puan, Almanya İçin Alternatif 2.3 puan olmak üzere oy kayıpları oldu.

Yukardaki sayıların bize gösterdiği açık gerçek şu: İngiltere’de 2010’da iktidara gelen Muhafazakar Parti halen iktidarda, Almanya’da 2005’te iktidara gelen Hıristiyan Demokratlar 2021’e kadar iktidarda kaldılar ve son seçimi kılpayı yitirdiler.

Sosyal demokratların daha kötü durumda olduğu ülkeler de yok değil. Fransa’da Sosyalist Parti 1988’de % 37 ile iktidara gelip izleyen 1993 seçiminde % 18’in altına düştü, 1997’de %24 oy oranı ile birinci parti oldu, ama 2002 ve 2007 seçimlerinde aynı oy oranı ile açık farkla geriden gelen bir ikinci parti oldu. 2012’de %29’la yeniden birinci parti olduktan sonra performansının çok yetersiz olması nedeniyle %8’in altında kaldı. Buna karşılık partiden ayrılan Macron’un kurduğu yeni parti 2017’de % 28’i geçerek birinci parti oldu.. Benzer bir hızlı küçülme de Yunanistan’da Syriza’nın kurulmasından sonra PASOK’un başına geldi. Fransa’daki yeni parti Sosyalist Parti’ye göre daha merkezde iken, Syriza PASOK’a göre daha solda yer alıyor.

Sola kaymanın oyları artırdığı bir örnek de İngiltere’de yaşanmıştı. Jeremy Corbyn 2015’te başkan seçildiğinde İşçi Partisi’nin bir bölümü için bu sürpriz bir gelişme oldu. Corbyn yeni ve daha sol bir söylemle seçmen kitlesini genişletti ve özellikle parti tabanında büyük bir canlanma yarattı. Bu dalga ile 2015’te %30’un biraz üstünde olan oy oranı 2017’de %40’a ulaştı. İki yıl içinde on puan artan oylar, 2019 seçiminde sekiz puan gerileyerek %32’ye düştü. Bu düşüşte en önemli etken, İşçi Partisi’nin Avrupa Birliği’nden çekilme konusunda ikircikli ve güven vermeyen tutumu oldu. Adeta bir Brexit referandumuna dönen seçimlerde toplum ciddi şekilde kutuplaşmıştı ve kararsızlık İşçi Partisi’ne ve Corbyn’e pahalıya mal oldu.

Yukardaki açıklamalardan 2010’lu yılların sosyal demokrat partiler için çok başarılı geçmediği açıkça görülüyor.  Bu durum tabii tek bir nedene bağlanamaz. Partilerin ve liderlerin performansı, seçmen kitlesinin değer yargıları, temel inançları ve dönemin ideolojik baskısından etkilenmeleri vb gibi birçok neden sayılabilir. Önemli nedenlerden biri de merkez sağ partiler ile merkez sol partilerin giderek benzeşmeleridir. Özellikle merkez sol parti bir koalisyonun ikinci ortağı ise, durumu gerçekten sorunludur. Bugün içinde bulunduğumuz kavşak tam bir dönüm noktası niteliğini taşımaktadır. Bu nedenle sosyal demokrat partiler için bir yenilenme ve güçlenme fırsatından söz etmek yanlış olmaz.

Pandemiden sonra sosyal demokrat partiler

 Neo-liberal yaklaşım, özünde piyasayı yücelterek bilimden uzaklaştığı gibi, kaynakların toplum yararına kullanılmasını da engelliyordu. Sonuçta birçok ülkede gelir dağılımı ve servet dağılımı kötüleşti, orta sınıf zayıfladı, yoksul kesim genişledi. Geçmişte eşitsizlikleri azalttığı, toplumsal mobiliteyi artırdığı düşünülen eğitim hizmeti dahi sınıf farklarını artırıcı bir etki yapmaya başladı. Piyasa mekanizmasının siyaset üzerindeki basıncı arttı, ekonomik baskılar ve gerekçeler siyaset alanını belirleyici ve sınırlayıcı olmaya başladı.

İşte şimdi bu tabloyu düzeltme olanağı doğuyor. Bu olanağın doğması sadece neo-liberal dogmanın sakıncalarının açıkça görülür olmasından kaynaklanmıyor. İklim krizi de artık yaşamı gerçekten tehdit eder boyuta ulaşmış durumda. İklim krizi, daha açık bir deyişle fosil yakıtların kullanılması nedeniyle sera gazı salımı sayısız sorun yaratıyor. Sıcaklığın artışı, buzulların erimesi, adaların ve kıyıların su altında kalması tehlikesi, fırtınaların ve aşırı yağışların, sellerin sıklaşması, öte yandan kuraklık, orman yangınları… Küresel salgın riskini de mutlaka bu listeye eklememiz gerekir. Tüm bu sorunların çözümü piyasa mantığını aşan bir yaklaşımı zorunlu kılıyor.

Piyasa mantığı ile bakacak olsak bile, şöyle bir us yürütme yanlış olmaz: Saydığımız tehliklerin sonucunda can  kaybı, mal kaybı, işgücü ve işgünü kaybı, ekonomik faaliyetlerde duraklamanın getireceği maliyetler, gelir kaybı, ek olarak ikinci aşamada hasarı giderme maliyetleri düşünülecek olursa; toplam maliyetin, baştan atılacak adımlarla ilgili önlem maliyetini hayli aşacağı anlaşılır. Ancak piyasa mekanizmasının temel zaaflarından biri, iktisat literatürünün temel konularından biri olan “dış maliyetler” ile  ilgili sorundur. Firmalar kar maksimizasyonu peşinde koşarken, kendilerinin dışındaki birey ya da firmalara yüklenen –başka üreticilerin veya tüketicilerin katlandığı- maliyetleri hesaba katmazlar. Tüm temel iktisat kitapları böyle bir durumda kamu müdahalesinin zorunlu olduğunu ortaya koyar. Günümüzde bu sorun çok büyümüş, devasa boyuta ulaşmıştır. 

Günümüzün meselesi ekonominin toplum yararına düzenlenmesi, ekonominin siyaseti değil, toplumun katıldığı bir siyasetin ekonomiyi belirlemesidir. Unutulmamalıdır ki, piyasanın da, bir sistem olarak kapitalizmin de yüceltilmesi anlamsızdır. Sosyal demokrasi, kapitalizmin sorunları ve yetersizlikleri nedeniyle doğmuş bir dünya görüşüdür. Günümüzde sosyal demokrasinin toplumsal sorunların çözümü, doğanın korunması, tüm toplumların insanca bir yaşam sürebilmesi için kendini yenilemesi, yeni hedeflerini netleştirmesi gerekmektedir.

Geçmişteki sosyal demokrasi temelde bireysel olan riskler karşısında koruyucu kurumların kurulmasında öncülük etmişti, zaman zaman da merkez sağ iktidarları bu tür adımlar atmaya zorlamıştı. Örneğin sağlık sigortası, kaza sigortası, yaşlılık sigortası bu tür kurumlardı. Bunlar çok sayıda insanı ilgilendirmekle birlikte kişi temelinde işleyen mekanizmalardı. Bugün karşı karşıya bulunduğumuz sorunlar -yeni riskler- ise  “kollektif risk” niteliğinde. Özellikle iklim krizi tüm insanlığı tehdit ediyor. Kuraklık veya sel belli bir bölgedeki tüm nüfusu tehdit ediyor. Bu tehdit tüm sosyal sınıfları aynı derece etkilemiyor olabilir. Nitekim Covid 19 düşük gelirlileri daha fazla etkiledi; aşılamada Afrika’nın bazı ülkelerinde %3’e bile ulaşılamadı. Buna karşın yeni risklerin eş anlı olarak çok büyük insan topluluklarını tehdit ettiği açıktır. 1990’lardan bu yana gerçekleşen sera gazı salımının %70’i aşan bölümünün kaynağı 100 kadar özel veya kamusal kömür,petrol, gaz şirketleridir. Gelir dağılımı istatistiklerine göre de toplam gelirdeki payı en hızlı artan grup, tepedeki gelir grubudur. Toplumun çok büyük bölümünün yararını gerçekleştirmek ve anılan riskleri ciddi biçimde azaltmak için, devletin ekonomideki rolü, devlet harcamalarının düzeyi ve kapsamı, bu harcamaları finanse edecek vergilerin türleri -bu arada yüksek gelir ve servet sahiplerinin vergilerinin artırılması gibi adımlar başta olmak üzere- düşünülmeli ve uygulamaya konmalıdır.

Sözün özü, sosyal demokrasinin hedefi “bugünkü kapitalizmi” aşan bir kültürü ve modeli geliştirmektir. Bu görev sadece partilere bırakılamaz, çünkü partiler tüm adımları atarken bir yandan da kısa vade için seçim hesapları yapmak zorundadırlar. Dolayısıyla “çevreci-sosyal adaletçi-dayanışmacı” bir dünya görüşünü savunan tüm sendikalar, meslek örgütleri, siyasetle ilgilenen vakıflar ve derneklerin, bilim insanlarının bu sürece katkısı büyük önem taşıyacaktır.

*Burhan ŞENATALAR
Prof. Dr., Bilgi Üniversitesi Ekonomi Bölümü Öğretim Üyesi
burhan.senatalar@bilgi.edu.tr