Hüseyin Demirdizen – Biber Gazı, Tıbbi Etik ve Hukuk

demirdizen

Son dönemlerde ülkemizde yoğun bir şekilde kullanılan biber gazı ve benzeri kimyasalların sağlık risklerine yönelik olarak Türk Tabipleri Birliği, Uzmanlık Dernekleri Eşgüdüm Kurulu üyesi derneklerle birlikte çalışma yürütmüş ve bilimsel bir rapor hazırlamıştır.  Hazırlanan raporda; “Biber gazı ve diğer kimyasal gösteri kontrol ajanları kimyasal bir silah olarak kabul edilmelidir! Acilen yasaklanmalıdır!” Çağrısı yapılmıştır.

Sağlık boyutu

Aynı raporda, “biber gazı olarak bilinen Oleoresin Capsicum (OC), organik kökenli olmasına rağmen, hemen tüm ilaçlar ve zehirler gibi kimyasal bir formülasyondur.  Bu kimyasal madde 1970’lerde ilk olarak vahşi hayvanlara daha sonraları azılı saldırganlara karşı bireysel korunma; ilerleyen dönemlerde de açık alanlardaki toplumsal olaylarda belli ilke ve kurallara uyularak değişik ülkelerin güvenlik güçlerince kullanılmaya başlanmıştır. Vahşi hayvanlara ve azılı saldırganlara karşı kullanırken bile 45 derecelik bir eğimle doğrudan yaşamsal fonksiyonları hedef almadan caydırma amacıyla kullanım esas alınmıştır”  tespitine yer verilmiştir.

Oysa son yıllarda ve özellikle “gezi direnişi” sürecinde biber gazı doğrudan “silah” gibi kullanılmıştır. Helikopterlerle bombalar halinde binlerce kişi hedef alınarak, bire bir kişilerin yaşamsal organları yaralama-malul bırakma-öldürmek eylemlerinden bir ya da birkaçına maruz bırakılarak, çoluk-çocuk demeden riskli-risksiz ayrımı yapılmadan kullanılmıştır. Biber gazının ve benzerlerinin İkinci Dünya Savaşı’ndaki gaz odalarını hatırlatacak şekilde kapalı alanlarda da kullanılmış olması ayrıca dikkat çekicidir.

Her kimyasal madde dozuna ve -ne kadar masum olursa olsun- kullanım şekline, amacına uyulmaması halinde zehirdir; silahtır. TTB’nin yaptığı tespitlere göre 31 Mayıs 2013’den beri bu gazdan/silahtan etkilenenlerin sayısı on binleri aşmıştır. Yüzlerce kişide biber gazı ve diğer kimyasal kapsüllerinin yarattığı göz kayıpları başta olmak üzere ciddi kırıklar ve organ hasarları yüzlerce kişide oluşmuştur; onlarca kişinin tedavisi hala devam etmektedir.  Doğrudan etkilenmeler sonucu saptanan ölümlerin bu gün itibarıyla 5 olmasına karşılık dolaylı etkilenmeler sonucu oluşan ölümlerin sayısı bilinmemektedir.

Ayrıca, biber gazını ve diğer kimyasal maddeleri mesleği gereği sürekli kullanmakta olan güvenlik güçleri, bu olayları izlemek zorunda olan basın-yayın organı çalışanları, tıbbi müdahalede bulunan sağlık çalışanları, olayların geçtiği alanlarda çalışanlar, sokakta çalışan temizlik görevlileri, işyeri sahipleri ve bu bölgelerde yaşayan insanlar kronik etkilere açık olup risk altındadırlar.

Biber gazının insan sağlığı üzerindeki kronik etkileri tam olarak bilinmese de, deneysel hayvan çalışmalarındaki çok ciddi genetik değişiklik ve kanser yapıcı etkileri bu konuda bir fikir vermek için şimdilik yeterlidir. Yine izah edilemeyen ani kalp krizleri, felçler/inmeler biber gazı kullanımı ile ilgili görülmektedir. Bu nedenle biber gazı bir kimyasal silahtır ve -kullananlar dahil olmak üzere- ortamda bulunan herkesin geleceğini tehdit edici vasıflar taşımaktadır.

Oysa ülkemizde biber gazı -kasten, bilerek, isteyerek- göstericilerle ilgisi olmayan normal vatandaşınların, hamilenin-çocukların, yaşlı ve hastaların bulunduğu evlere, otellere, alışveriş merkezlerine hatta metro istasyonları gibi kapalı mekanlara yöneltilerek halkımıza bir “vahşet” yaşatılmıştır.

Avrupa İşkencenin ve Kötü Muamelenin Önlenmesi Komitesi (CPT) 2007 Hollanda Bildirgesi’nde biber gazının potansiyel tehlikeli bir madde olduğu ve kapalı alanlarda kullanılmaması gerektiği; çok istisnai durumlarda açık havada kullanılmak zorunda kalındığında ise buna maruz kalan kişilerin derhal sağlık muayenesinden geçirilmesinin ve bu kişilere acil tedavi sağlanmasının güvenceye alınması zorunluluğu belirtilmiştir.

Halbuki bu süreçte hepimizin güvenliğinden ve sağlığından sorumlu olan, olması beklenen Başbakan ve Sağlık Bakanı kendi üzerlerine düşen acil sağlık bakımının sağlanması ve güvenceye alınması ile yükümlülüklerinin gereğini yerine getirmek bir yana; yürüttükleri gönüllü sağlık hizmeti ile yüzlerce kişinin daha ciddi sağlık sorunu yaşamasını, onlarca kişinin sakat kalmasını ve belki de ölmesini engelledikleri, uygulanan müdahale nedeniyle çaresiz kalan insanlara yardım ettikleri, ızdıraplarını azalttıkları nedeniyle gönüllü olarak çalışan hekimleri ve diğer sağlık çalışanlarını suçlamıştır. Bununla yetinmeyen Sağlık Bakanlığı, müfettiş görevlendirmiş ve savcıları göreve çağırmıştır.

TTB ve diğer sağlık meslek örgütleri ve sendikalar bir taraftan bu baskı ve tehditlere gerekli cevabı verirken diğer taraftan da işlenmekte olan insanlık suçunun durdurulmasına ve biber gazının ve diğer kimyasal gösteri kontrol ajanlarının kimyasal silahlar kategorisine alınmasına yönelik olarak Birleşmiş Milletler, Dünya Sağlık Örgütü, Dünya Tabipleri Birliği, Avrupa Parlamentosu gibi kuruluşları bilgilendirmiş; destek istemiş ve göreve çağırmıştır.

Etik boyut

Gezi Parkı İsyanı sürecinde ülkenin dört bir yanında ağacına, parkına, yaşam tarzına sahip çıkan milyonlarca yurttaş sokaklara dökülerek tepkilerini gösterirken Başbakan’ın ve Hükümet’in tavrı; göstericileri çapulcu, vandal, marjinal, terörist olarak nitelemek oldu. Son derece barışçıl olan gösterilere katılan insanların üzerine TOMA’larla, akreplerle, gaz bombalarıyla, tazyikli sularla, coplarla, çivili sopalarla saldırıldı. 5 vatandaşımız öldü, onlarcası sakat kaldı, gözünü kaybetti, yüzlercesi yaralandı. Binlerce yurttaşımız biber gazına maruz kalarak ve şiddet görerek travma yaşadı ve bazıları ömrünün sonuna kadar bu travmaların etkisini yaşamaya devam edecek.

Bu süreçte profesöründen doçentine, uzmanından asistanına, en başta da gencecik tıp fakültesi öğrencileri olmak üzere yüzlerce, binlerce hekim; parklarda, sokaklarda, alanlarda, bize ihtiyaç duyulan her yerde göstericilerin yanında olduk. Onların acılarını azaltmaya, yaralarını tedavi etmeye çalıştık. Bu nedenle de siyasi iktidarın hedefi olduk.

Bütün suçu sağlık hizmeti vermekten ibaret olan hekimler darp edildi, gözaltına alındı; yaralıları tedavi ettiğimiz revirlere, hastanelere gaz bombalarıyla saldırıldı. O korkunç şiddet içinde yaralıların ilk müdahalelerini yaptığımız Dolmabahçe Camii’nde içki içildiği yalanı üretildi; bizzat Başbakan tarafından tekrarlanıp duruyor. Başbakan, tüm bu sürecin sorumlusu olarak gösterdiği biz hekimleri şöyle suçladı: “ Sizin insan sevginiz nerede, insanlarla ilgilenme aşkınız nerede? Bunlarda insan diye bir dert yok. Bunlarda insana yönelik bir sevgi, bir aşk yok. Bunların her şeyi menfaate dayalı!” Bunlar yetmezmiş gibi, Sağlık Bakanlığı tarafından, gösteriler sırasında oluşturduğumuz “gönüllü revirler” hakkında soruşturma başlatıldı. Bu revirlerde görev alan hekimlerin ve hastalarımızın isimleri istendi. Hangi yetkiyle hekimlik yaptığımız sorgulandı. İnsanlara sağlık hizmeti verdiğimiz için savunmamız istendi.

Üstüne bir de, Gezi Parkı Direnişi’ndeki hekim tutumunun intikamını alırcasına hazırladıkları Torba Yasa Taslağı’yla;  Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararına rağmen, hasta mahremiyetini ihlal etmemiz, hastalarımızın tüm sağlık verilerini Sağlık Bakanlığı’na vermemiz isteniyor. Siyasi otoritenin kontrolündeki Sağlık Meslekleri Kurulu tarafından ömür boyu meslekten men edilmekle tehdit ediliyoruz.

O günlerde yaptığımız basın açıklamalarında da dile getirdiğimiz gibi; biz bu işi burada -tıbbın kurucuları İstanköy’lü Hipokrates’in, Bergamalı Galenos’un yaşadığı bu topraklarda- binlerce yıldır hep yaptık. Bunu; ağrısını, acısını, ızdırabını dindirdiğimiz, sağlığına kavuşturduğumuz insanlarımızdan, hayata döndürdüğümüz hastalarımızın sunduğu şükran duygularından, ameliyat ettiğimiz yaşlı amcaların, teyzelerin gözlerindeki yaşama sevincinden, kızamığını, zatürreesini, havalesini tedavi ettiğimiz çocukların yanağımıza kondurduğu öpücüklerden, dünyanın dört bir yanındaki meslektaşlarımızın zor günlerimizdeki evrensel dayanışmasından aldığımız güçle yaptık. İnsan yaşamına adanmış mesleğimizden aldığımız yetkiyle yaptık. Sevgisiz, hürmetsiz, değerbilmez yöneticilere; “Doktorları ağaca bağlayın, kaçmasınlar.” diyen diktatörlere, “Doktor efendi dönemi bitti” diyen taklitçilerine rağmen yaptık; yapmaya devam edeceğiz!

Çünkü; Yaralılara, hastalara yardım etmek insan olmanın gereğidir. Yaralılara yardım etmek değil, aksine yardım etmemek suçtur. (TCK madde 98) Ayrımsız bir biçimde insan yaşamını, sağlığını gözetmek, ilk yardımda bulunmak hekimlerin, diş hekimlerinin birinci ödevidir. (Tıbbi Deontoloji madde 1-2) Sağlık hizmetlerini, ayrımsız herkese, insan onuruna, hak ve hürriyetlerine saygı göstererek vermek, bu tutumu güvence altına almak devletin yükümlülüğüdür. (BİYO-TIP SÖZLEŞMESİ madde 1) Gereksinimi olan her insana sağlık hizmeti vermek her türlü toplumsal yarar düşüncesinin üstündedir. (BİYO-TIP SÖZLEŞMESİ madde 2) İnsanların sağlığını korumak, sağlık hizmetine ihtiyacı olanların hizmete ulaşmalarını sağlamak Sağlık Bakanlığı’nın yasal ödevidir.

‘Hukuki olan’ ne? ‘Hukuki olmayan’ ne? Sonra da Sağlık Bakanı’na soralım hangi konuda, kime karşı suç duyurusunda bulunmayı düşünüyorsunuz?

1999 Körfez Depremi ve 2011 Van-Erciş Depremlerinde de sağlık emekçileri revirler kurarak gönüllü sağlık hizmeti vermişlerdi. Onlar da mı hukuk dışıydı? O günlerde olduğu gibi bugün de hekimler, sağlık çalışanları, -mesleklerinin doğası gereği- ihtiyacı olanlara, eylemcilere de, güvenlik görevlilerine de, ayrımsız bir biçimde her yer ve her zamanda sağlık hizmeti vermeye devam edeceklerdir.

Biz ve toplum, Başbakan’ın ve iktidarının insan sevgisini, insana yönelik aşkını -Uludere’den Taksim’e- bu topraklarda yaşayanlar yakından biliyoruz. Hemen her HES bölgesinde topraksız, susuz, ağaçsız kalmamak için direnen köylüler; kentsel dönüşüm mağdurları; açlık sınırının altında ücretle güvencesiz çalışmak durumunda kalan taşeron işçiler; madenlerde ve tersanelerde kar hırsına kurban edilen ve bir bakanın deyimiyle “güzel ölen” işçiler; yaşamları drama dönüşen kot işçileri ve onların ve daha nicelerinin dramına, güzel ölümüne, yoksulluğuna tanıklık eden milyonlarca yurttaşımız biliyor! Gaz bombası attığınız hastanelerin koridorları, bahçeleri, yatan hastalar, aciller biliyor. Polis saldırısında yediği darbelerle vücutları moraran, kemikleri kırılan, gözlerini kaybeden, dalağı alınan insanlarımız biliyor.

Biliyoruz ki özgürlük, eşitlik, adalet ve demokrasi mücadelesinin; emeğimize, değerlerimize, yaşam alanlarımıza ve geleceğimize sahip çıkmanın; bağnazlığa karşı bilimi, aydınlanmayı savunmanın; zorbalığa, zulme karşı hakkın, haklının ve mazlumun yanında yer almanın hep bir bedeli olmuştur.

Özgürlüğün ve demokrasinin sesini hiçbir zorbalık kesemez

27 Mayıs tarihinde Gezi Parkı ile başlayan ve bir aydan fazladır “Her yer Taksim her yer direniş” sloganıyla ülkenin de sınırlarını aşarak yayılan direniş polis şiddetiyle bastırılmaya çalışılıyor. Yine yüzlerce kişinin yaralandığı, 5 yurttaşımızın yaşamını yitirdiği, binlercesinin hastanelik edildiği bu vahşete ilişkin olarak ise Başbakan, polisin müdahale gücünü arttıracaklarından bahsediyor; “benim yaptığım olur” anlayışına, “benim polisim isterse öldürür” demeye devam ediyor.

Gezi Parkı Direnişi’ni başından itibaren zorbalıkla kırma çabasında olan AKP, kimyasal gazla geriletemediği, polis şiddetiyle ezemediği, türlü hile ve provokasyonla bölemediği halkın direnişini, şimdi de başlattığı “cadı avıyla” sürdürmekte, halka gözdağı vermektedir. Bugüne kadar sayıları binlerle ifade edilen gözaltılar; yüzün üzerinde meslek örgütü, sendika, siyasi parti ve sivil toplum kuruluşunun temsilcilerinden oluşan Taksim Dayanışması temsilcilerinin gözaltına alınması; “Hükümet’i devirmeye yönelik iş ve işlemler içinde yeni bir örgüt oluşturmaya çalışmak” gibi isnatlarda tutuklanma istemiyle mahkemeye sevk edilmesi, öğrencilere yönelik yurt ve ev baskınlarıyla gözaltı ve tutuklamalarla sindirme operasyonuna dönüşmektedir.

Başta Başbakan olmak üzere hükümet yetkilileri, vatandaşlar arasında karşıtlık ve düşmanlık duygusuna neden olan, adeta bir savaş diline dönüşen nefret söylemlerinden ve uygulanmakta olan polis şiddetinden vazgeçerek demokratik teamüllere uygun bir yönetim anlayışının dilini ve gereğini yerine getirmelidirler. Polis şiddeti sorumlularının hesap vermesi gerekirken, halkın talepleri ve eylemleri yasadışı gösterilmeye; toplumsal muhalefet ise, “cadı avı”na dönüşen gözaltı operasyonlarıyla bastırılmaya çalışılmaktadır. Ancak bilinmelidir ki korku ve zorbalıkla iktidarlarını sürdüreceğini düşünenler her zaman kaybetmiştir. Bu yolla “muktedir” olunabilir, ancak “iktidar” olunamaz.

Hüseyin Demirdizen
Doktor,
hdemirdizen@icloud.com

Bir cevap yazın