weights-2881184

Aysun GEZEN – Eşitlik Yoksa Adalet de Yok

Aysun GEZEN
Akademisyen
aysungezen@gmail.com

AKP-MHP iktidar blokunun tercih ettiği ekonomi politikaları nedeniyle giderek derinleşen ekonomik, siyasal, toplumsal kriz toplumun tüm kesimlerine yayılan derin bir yoksullaşmayı da beraberinde getiriyor. Uzayan ekmek kuyrukları, daha ucuzunu bulabilmek için akşamı beklenen pazarlar, tane ile alışveriş, pahalı olduğu için alınamayan en temel ihtiyaçlardan süt, peynir…son günlerde yoksulluğun hallerini deneyimlediğimiz biçimler olagelmiş durumda. Emeğiyle geçinen, geçinmek için çalıştığı her ana, güne ihtiyaç duyan milyonlarca ücretli için asgari ücret ortalama ücret haline geldi ve Türk-İş’in Ocak 2022 açlık ve yoksulluk sınırı araştırmasına göre bekar bir çalışanın “yaşama maliyeti” şimdiden asgari ücretin yaklaşık 1400 TL üzerine çıktı. Başka türlü söyleyecek olursak, gerçek enflasyonun bu kadar yüksek olduğu, doğalgaz, elektrik, gıda, ulaşım gibi temel ihtiyaçlara fahiş zamlar yapıldığı, doların yükselmesiyle – TL’nin  değer kaybetmesiyle – konut fiyat ve kiralarında fahiş artışların olduğu bir durumda asgari ücret daha ilk ayda açlık sınırının altında kaldı. Cumhuriyet tarihinin rekorlarını kıran işsizlik, geçinmek için hiç bir imkanı olmayan büyük bir kitle yarattı ve aynı zamanda çalışanlar üzerinde ücretleri aşağı çekmek; güvencesizliği, esnek çalışmayı, kölece çalışma koşullarını dayatmak ve yaygınlaştırmak için de işlevsel bir araç oldu.

Kuşkusuz bugün emek rejiminin otoriterleşmesinin, emekçilerin düşük ücret, güvencesizlik, kuralsızlaştırma sarmalına mahkum edilmesinin altında yatan nedenler yeni değil. 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle önündeki tüm engeller kaldırılarak, işçi sınıfının örgütlü gücü ezilerek önü açılan neoliberal politikalar açısından bir süreklilik söz konusu. Bu politikaların AKP’nin iktidar olduğu yıllar boyunca çok daha sıkı ve saldırgan bir biçimde uygulanması sonucu cumhuriyet tarihinin en büyük özelleştirme dalgası yaşandı. Kamu kurum ve kuruluşlarının yanı sıra iletişim, ulaşım, enerji, sağlık ve eğitim gibi temel kamusal hizmetler de piyasaya açıldı.  Parası olmayanın bu hizmetlere ulaşamamasının ve en temel hak ve özgürlüklerinden yoksun kalmasının yanı sıra özelleştirmeler; emek rejiminin otoriterleşmesi, esnek ve güvencesiz çalışma biçimlerinin yaygınlaşması, ücretlerin düşmesi, emekçilerin dayanışma ve örgütlenme olanaklarının ortadan kaldırılmasında da kritik bir rol oynadı. Dönemin TİSK başkanı Halit Narin’in “şimdiye dek işçiler güldü, artık gülme sırası bizde” cümlesi, bugün Erdoğan’ın “biz OHAL’den istifade ederek grev olan yerlere anında müdahale ediyoruz, iş dünyamız rahat çalışsın diye OHAL’i yapıyoruz” cümlesinde yankılandı. Son örneğini Farplas işçilerinin direnişinde gördüğümüz üzere zor aygıtlarının fabrika işgallerinde, grevlerde, işçi sınıfının her tür hak arayışında patronların çıkarını kollayan “kalkan”a dönüşmesi de bu mantığın gereği olarak işliyor. Sermaye birikim krizinin aşılması, iktidarın mutlaklaştırılması için rejimin giderek faşist bir nitelik kazandığı, OHAL’in salt demokrasi sorunu olarak ele alınamayacağı sarih bir şekilde açığa çıkmış durumda. AKP iktidarının siyasal İslamcı faşist niteliğinden konuşmak istiyorsak kapitalizmden, dinselleşme politikalarının kapitalizmle olan simbiyotik ilişkisinden de konuşmak durumundayız.

Eşitsizlik “fıtrattan” değil!

İSİG meclisi verilerine göre 2021 yılında en az 2170 işçi iş cinayetlerinde hayatını yitirdi. Önemli bir maliyet kalemi olarak görülüp patronlar tarafından kaçınılmaya çalışılan işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemlerine dair İstanbul müftülüğünün 2014 yılındaki bir fetvası bu simbiyotik ilişkiyi ortaya koyması açısından çarpıcı: “İş güvenliği önlemlerinin fazlaca alınmış olması Allah’ın güvenini sarsar”. Düzce’de sendikalaşmaları nedeniyle işten atılan işçiler için gerçekleştirilen direnişe dair müftülüğün “karlılığı azaltıcı davranışlarda bulunmak çalışanı ağır mesuliyet altına sokar, patronun karını azaltmak en büyük günahlardan biridir” hutbesi de aynı şekilde çarpıcıdır. Benzer hutbe ve fetvalar sermaye sınıfının bir bütün olarak çıkarını korumak, işçi sınıfının değiştirme kudretini, potansiyelini yok etmek için seferber edilirken dinselleştirme politikaları eşitsizlikleri doğallaştırmak üzere de işler. Emekçilerin deneyimlediği sömürünün, yoksulluğun, eşitsizliğin kaynağı aşkınsallaştırılır ve yoksulluk, açlık – ayetlerle de sık sık işaret edildiği üzere – bu dünyada verilmesi gereken bir sınav, sınama olarak gösterilir. Kaldı ki bu durum, kapitalizmin, başarıyı da başarısızlığı da kişinin üstün yeteneğine, fırsatları değerlendirme kabiliyetine ya da kabiliyetsizliğine bağlayan, bu sayede ekonomik, toplumsal eşitsizlikleri gizleyen bireyci ideolojisiyle de uyumludur – iş cinayetleri fıtrata, işsizlik beceriksizliğe, düşük ücretler kendine yeterince yatırım yapmamaya, sömürü ve eşitsizlikler, sonucu ancak ölümle alınabilecek bir sınamaya bağlanıverir. Eğitim sisteminde yapılan değişikliklerle itaatkar, dindar ve kindar nesiller yetiştirme hedefi ile sermayenin ihtiyaç duyduğu ucuz iş gücünü sağlama, emek rejimini otoriterleştirme arasındaki ilişki sanıldığından daha dolaysızdır.

Parçalı istihdam eşitsizlikleri derinleştiriyor

Güvencesizleştirme ve kuralsızlaştırmanın istihdam rejimini belirlemesiyle, iş yerlerinde emekçiler bu rejimin acımasız yüzünü doğrudan tecrübe etmeye başladılar. Çalışmanın uzun saatler, düşük ücretle, dinlenme imkanı bulamadan, çalışanlar arasındaki ilişki ve etkileşimi en aza indirecek şekilde organize edilmesi; iş yerinin mekânsal olarak buna uygun düzenlenmesi; aynı işi yapan birden fazla statüde, farklı meslek ve özlük haklarına sahip çalışma biçimlerinin oluşması eşitsizlikleri derinleştiriyor. Pandemi ile birlikte daha ziyade sağlık alanında görünür olsa da kamu kurumlarında giderek yaygınlaşmaya başlayan bir istihdam yapısı. Kuşkusuz özelleştirme, şirketleşme, varlık fonuna devir gibi uygulamalar da son derece etkili ancak kamuda asli hizmetlerin taşerona devri, taşeron çalışmanın yaygınlaşmasına ilk elden değinmek gerekir. Tüm bu kuralsızlaştırma biçimleriyle örneğin PTT’de 399 sayılı KHK’ya göre, idari hizmet sözleşmesiyle ve taşeron olarak çalışan en az üç farklı statü mevcut.  Aynı işi yapan çalışanlar birbirinden farklı ücretler alıyor, farklı özlük haklarına sahip, hatta hiçbir hakkı tanınmadan kölece çalıştırılabiliyor. Taşeronun taşeronu, parça başı iş, kendi hesabına çalışma gibi isimlerle bu parçalanma daha da artıyor. Benzer bir örnek, güncel meslek kanunu tartışmalarının yaşandığı eğitim alanında da mevcut. Başöğretmen, vekil öğretmen, sözleşmeli, ücretli, kadrolu gibi farklı sıfatlarla istihdamın parçalanması, sözleşmeli ve ücretli çalışmanın yaygınlaşması söz konusu. Bu tabloda onlarca saat derse girdiği halde aynı koşullarda derse giren farklı statüdeki bir öğretmenin nerdeyse üçte biri kadar ücret alan, aynı meslek ve özlük haklarından faydalanamayan bir statü yaratılmış oluyor. Parçalı istihdam eş değer işe eşit ücret hakkını ortadan kaldırdığı, eşitsizlikleri derinleştirdiği gibi ücretlerin aşağı çekilmesi, güvencesizleşmenin yaygınlaşması, sendikasızlaştırma işlevi de görüyor. Emekçiler arasında rekabeti arttırırken, emekçilerin eşitsiz koşullara -ücret, izin, tayin, yer değiştirme, atama vb. – dair birbirini suçlamasına, bu eşitsizliğin asıl failinin gözden kaçırılmasına da zemin hazırlıyor. İletişim ve ulaşımdan, enerjiye, eğitimden sağlığa her alanda bu parçalanmayı görmek mümkün. Bunların yanı sıra özel hukuk hükümlerine tabi çalışma gibi uygulamalarla çalışma ilişkisinin, işçi ve işveren arasında bireysel sözleşme özgürlüğü gibi ele alınarak kolektif hak olmaktan çıkarılmaya çalışıldığını söylemek de mümkün. Nitekim işçiler açısından sendikalaşma oranı oldukça düşük. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın Ocak 2022’de açıkladığı istatistiklere göre %14,32,  toplu iş sözleşmesinden yararlanan işçi oranı ise bunun neredeyse yarısı. Kamu çalışanları açısından örgütlenme oranı daha yüksek olsa da – 2021 Temmuz istatistiklerine göre %64,66 – toplu iş sözleşmesi kanunu ve uygulamadaki eşitsizlikler, hedeflenen enflasyona endekslenen artışlar, iktidarla simbiyotik ilişki sayesinde büyüyen, icazete dayalı anlayışla işleyen yandaş sendikalar gibi farklı faktörlerle gerçek bir örgütlülükten, grev hakkıyla tamamlanmış gerçek bir toplu sözleşmeden bahsetmek mümkün değil. Örgütlü mücadelenin etki ve gücünü kırmaya, onu ehlileştirmeye yönelik kitle teknolojileri çalışanlar arasındaki eşitsizlikleri yeniden üretirken bunları yönetilebilir de kılıyor.

Vergide adalet var mı?

Pandemide AKP iktidarının açıkladığı önlemler hep sermayeyi korumak üzerinden şekillenirken emekçilerin payına Covid-19 kaynaklı artan iş cinayetleri, çarklar dönsün diye ölümle açlık arasına sıkıştırılma, açlık sınırında ortalama ücretler, yoksulluk, işsizlik, geleceksizlik ve umutsuzluk düştü. Türkiye pandemide vatandaşlarına en az destek veren ülkelerden biri oldu. Şirketler karlarını katlarken çalışanlar yoksullaşmaya devam etti; en yüksek gelire sahip %10’luk kesimin toplam gelirden aldığı pay, en düşük %10’luk kesimin aldığı payın 15 katına ulaşırken zengin ve yoksul arasındaki gelir adaletsizliği büyüdü. Bilindiği üzere bütçeler, toplumun ihtiyaçlarının belirlenmesi, bu ihtiyaçların karşılanması için kaynakların kimlerden nasıl toplanacağını ve kimlere nasıl dağıtılacağını göstermesi bakımından politik metinlerdir ve devletin sınıfsal karakterini de gösterir. Bütçe gelirlerinin yaklaşık %65-70’i ücretli çalışanlardan doğrudan kaynaktan kesilen vergilerden, tükettiğimiz her şeye ödediğimiz dolaylı vergilerden oluşur. Buna karşın vergi harcamaları adı altında, sermayeden nerdeyse bütçenin üçte biri tutarında alınmaktan vazgeçilen vergi söz konusu ve meşhur beşli çete örneğinde olduğu gibi sıklıkla şirketlere ihale tutarı kadar vergi istisnası da tanınmakta. Bu ise emeğiyle geçinenlerin sırtındaki vergi yükünün ağırlaşması anlamına geliyor. Bütçeyi tek bir cümleyle özetlemek gerekirse “toplarken emekçiden, dağıtırken sermayeye” demek mümkün. Ücretli çalışanların maaş artışları hedeflenen enflasyona, resmi enflasyon rakamlarına göre artarken gelir vergisinde yeniden değerleme oranı altında yapılan düzenlemeler nedeniyle – ki bu aslen gizli vergi zammı – ödediği vergi de artıyor, yılın ilk ve son ayı aldığı maaş arasında ciddi farklar oluyor, emekçiler yoksullaşıyor. Vergiyi tabana yayarken karı bir avuç zenginde özelleştiren adaletsiz vergi sistemi de toplumsal, ekonomik eşitsizlikleri derinleştirmeye devam ediyor.

Ne yapmalı?

Bu sorunun en doğrudan yanıtını bugünlerde karlarını katlarken çalışanlarına sefalet zammı dayatması yapan şirketlere karşı, işten çıkarma tehdidine, zor aygıtlarının şiddetine boyun eğmeden örgütlü, bütünlüklü ve kararlı şekilde direnen kuryelerde, Alpin işçilerinde ve onların açtığı yoldan giden çalışanlarda bulabiliriz. Eşitlik olmadan adaletten söz etmek mümkün değil.

Bugün ekonomik, toplumsal, sınıfsal eşitsizliklere yol açan nedenleri doğru bir şekilde ortaya koymak, bu nedenlere karşı örgütlü, kararlı bir mücadele vermek kaçınılamaz, ertelenemez bir sorumluluktur. Bu mücadelenin üzerinde yükseleceği en önemli taleplerden biri laikliktir; kamusal alanın, kamusal hukukun kurucu ilkesi, iktidarın sınırlandırılmasını, iktidarın kaynağının halk olmasını, eşit yurttaşlığı ve özne olmayı mümkün kılan ilke olarak laikliğin sınıfsal boyutunu da görerek bir mücadele yürütmek yaşamsal önemdedir.

Özelleştirmeye karşı çıkmak, güvencesizleşmeye ve kuralsızlaşmaya karşı iş güvencesini, eşit/eş değerde işe eşit ücreti ve hakları mücadelenin temel taleplerinden biri olarak güçlü bir şekilde savunmak gerekir. Geleceğini öngörebilmek, insanca yaşanacak bir ücrete ve çalışma koşullarına sahip olmak herkesin hakkıdır. Bu talep, parçalı istihdama ve sendikasızlaştırmaya karşı mücadele açısından da kritiktir. Bu talebin ise mutlaka grev hakkıyla tamamlanmış, evrensel, gerçek bir toplu sözleşme ve sendika hakkıyla tamamlanması gerekir.

Giderek artan gelir adaletsizliğine, emekçilerin yarattığı değerlerin sermayeye aktarılması için işleyen bütçe ve vergilendirme anlayışına karşı çok kazanandan çok az kazanandan az vergi alınacak, vergiyi tabana değil tavana yayacak – serveti vergilendirecek – bir vergi sistemi ile halkın, emekçilerin ihtiyaçlarını karşılayacak katılımcı, eşit ve adil bir bütçe hakkı da çok temel taleplerdir. En temel ihtiyaçlardan, temel tüketim maddelerinden alınan KDV’nin sıfırlanması, yapılan fahiş zamların geri alınması da mücadelenin etrafında örgütlenmesi gereken talepler arasındadır.

Ezcümle, sorunlar daha en baştan onlara yol açan paradigma içinde kalarak çözülemez. Gerçek bir adalet ancak eşitlik ve özgürlükle, emekçilerin kurucu öznesi olduğu o mümkün başka yaşamı hemen, şimdi, burada, kuvveden fiile geçirerek gerçekleşebilir. Şili meydanlarında yankılanan marşın coşkuyla eşlik ettiğimiz dizelerinde dediği gibi: örgütlü bir halkı hiçbir kuvvet yenemez.