Ayşen UYSAL – Sessiz, Sakin ve Sürpriz Bir Tepki Olarak 31 Mart Yerel Seçimleri

Otoriter sistemlerde yaşayan yurttaşların devlet baskısına nasıl yanıt verecekleri hep bir muamma. Bu, yaratıcılığı içinde barındıran bir bilinmezlik. Baskıcı sistemlerde, itirazlar ve protestolar çok farklı biçimlerde karşımıza çıkar. Söz konusu direnişler genellikle örtük ve örgütsüz olup gündelik yaşamın içine nüfuz etmiştir[1]. Deli taklidi yaparak ya da erkek işlerine girişerek ataerkilliğe direnen kadınlar, geceleri evlerinin çatılarına çıkarak “diktatöre ölüm” diye bağıran İran’daki muhalifler, sanatlarını direnişin aracı haline getiren sanatçılar bu tür baskıya direniş örneklerinden sadece birkaçı[2].

Sözünü ettiğimiz direnme biçimlerinin yanında, yurttaşların tepkilerini göstermelerinin en önemli ve en klasik araçlarından biri de seçimler. Seçimler aracılığıyla tepki ortaya koyma sadece başka partilere oy vermekle değil, boş oy kullanma, geçersiz oy kullanma, seçimleri boykot ya da 31 Mart seçimlerinde örneklerini gördüğümüz gibi, oy pusulalarının üzerine “damat varsa ben yokum” gibi notlar düşülmesi biçiminde de görülebilir. Bununla birlikte farklı ülke örneklerinden hareketle yapılan çalışmalar, otoriter sistemlerde seçimlerin genellikle otoriterliği yeniden üretmenin araçlarına dönüştüğünü belirtir[3]. Türkiye örneğinde de 1 Kasım 2015 seçimlerinden bu yana otoriterliğin sandık üzerinden yeniden inşa edildiğini söylemek sanırım yanlış olmaz. Ancak, 31 Mart yerel seçimlerinin ardından bu tespitin gözden geçirilmesi gerekliliği ortaya çıktı (mı?).

Ekonomi ile ‘beka’ arasında seçmenler

2015 yılından bu yana her türlü muhalefet hareketinin bastırıldığı, sokağın imkânsız bir repertuvar haline geldiği, dilekçe hakkının, düşüncenin kriminalize edildiği bir ülkede, sandık sonuçları da korku siyaseti üzerinden şekillenmekteydi. Korkuya, art arda yapılan seçimler ve seçimlerle değişiklik yaratamamanın ortaya çıkardığı bıkkınlık ve yılgınlık duygusu da eşlik ediyordu. Bu duyguların etkisiyle olsa gerek, özellikle 24 Haziran seçimleriyle karşılaştırıldığında Türkiye, seçmenin daha az siyaset konuştuğu ve seçim değerlendirmeleri yaptığı, sandık başında daha az seferber olduğu, gündelik yaşam rutinine odaklandığı bir kampanya dönemi yaşadı. Tüm bunlara kutuplaşma siyaseti, beka üzerinden yürütülen seçim kampanyaları, vs. eklendiğinde sonucun 31 Mart yerel seçimlerinde de farklı olmayacağı düşünülüyordu. Ekonomi ile beka arasına sıkıştırılmış seçmenin kafasının da epeyce karışık olduğunu gözlemek mümkündü. Böyle bir manzarada, 31 Mart gecesi ortaya çıkan sonuçları öngörmek benim açımdan mümkün olmadı. Seçimler öncesinde “umudu yükseltip ‘umut tacirliği’ yapan, sözlerinin arkasında duramayan, oy sandıklarını korumak için ciddi adımlar atamayan” siyasetçilere karşı da son derece öfkeliydim. Bu nedenlerle de seçim kampanyaları döneminde “ayakları yere basan bir umudun” gerekliliğini savunurken, “sloganlaştırılmış umuda” karşı çıktım. Seçim sonuçlarının açıklanmaya başlamasından itibaren ise çok şaşırdığımı itiraf etmeliyim. Sonuçlar hakkında ne düşündüğümü soran bir yabancı meslektaşıma da şaka yollu “ya ben iyi bir siyaset bilimci değilim ya da seçmenler/halklar çok anlaşılmaz” yanıtını verdim. Elbette sonuçları öngörebilmek ayrı, analiz etmek ayrı; öngörülemez olan, gayet açıklıkla analiz edilebilir. Zaten bir siyaset bilimcinin işi de analiz etmektir.

Baskı, kriz, seçmen davranışı

Otoriter rejimlerde baskı ve şiddetin, ekonomik kriz dönemlerinde ise krizin otomatik olarak protestoya dönüşmediğini yapılan bilimsel araştırmalar açıklıkla ortaya koyar[4]. Yine aynı çalışmalar, yazının başında da belirttiğim gibi, baskı ve şiddet artıkça, bu tür sistemlerde gösterilen tepkinin, protestonun bireysel ve örtük olacağının da altını çizer[5]. Seçim öncesinde ekonomik krize bel bağlayanlara, tepki oyunu beraberinde getireceğini düşünenlere bunu dilim döndüğünce açıklamaya çalışmıştım. Bu düşüncemde de hala ısrarcıyım, zira seçim sonuçları bir “ekonomik krize tepki oyunun söz konusu olmadığını” açıkça gösteriyor. Cumhur ittifakının kendi içinde oy geçişkenlikleri olmakla birlikte, oy oranında ciddi bir azalmadan söz etmek mümkün görünmüyor. Benzer geçişkenlik Millet ittifakının bileşenleri arasında da mevcut. Özünde, konsolide edilmiş iki blokla karşı karşıyayız. O halde 31 Mart yerel seçimlerinde şaşırmamızı mümkün kılan nedir?

31 Mart’ın sürprizleri

İlki, üç büyük kentin de muhalefet tarafından yönetilecek olması. Her ne kadar AKP’nin İstanbul ya da Ankara kentlerinden birini kaybedebileceği konuşuluyorduysa da, ikisinin birden el değiştirmesi biraz fazla iyimser bir beklenti gibi görünüyordu. Bu yazı kaleme alındığında İstanbul için sayımlar nihayete ermemiş olsa da, seçimin sandıktaki galibinin Ekrem İmamoğlu olduğu ortada. Sandık dışı farklı bir galibiyet olur mu? Olursa sonuçları ne olur? İstanbul’da seçimler yenilenir mi? Bunları birlikte göreceğiz. Ancak şimdiden şunu söylemek mümkün: iktidar partisi 2015’ten beri sonuçlarını beğenmediği, seçim hileleri ile kazanamadığı seçimleri yenileme yoluna gidiyor ya da buna teşebbüs etme cüretini gösteriyor. Bunun seçmen nezdindeki en önemli sonucu, demokrasinin temelinde yer alan seçme hakkından halkın soğuması olacaktır. Zaten bir süredir filizlenen “seçimlerle gitmezler” düşüncesinin pekişmesine neden olacaktır.

Üç büyük kentteki seçim sonuçları bakımından tek sürpriz olmayan kent İzmir. Orada da Tunç Soyer’in ve HDP’nin seçim stratejileri sayesinde 2014 seçimlerine göre yaklaşık 10 puanlık bir oy artışı söz konusu (2014 seçimlerinde Aziz Kocaoğlu oyların %49,6 ile seçimi kazanmıştı). Bu artışta İyi Parti’nin (İP) payı azken, HDP’nin katkısı daha önemli. Bunda T. Soyer’in politik kimliğinin ve izlediği politikaların etkisi olduğunu söylemek mümkün.

İkinci sürpriz, Antalya, Adana, Mersin gibi illerin seçim sonuçlarında karşımıza çıkıyor. Adana’da CHP otuz yıllık bir aradan sonra yerel iktidarı kazandı. Cumhur ittifakının adayı MHP’li Hüseyin Sözlü 2014 seçimlerini AKP karşıtlığı sayesinde kazanmıştı. O dönemde seçim sonuçları üzerinde Gezi Parkı eylemlerinin etkisini de görmek mümkündü. Sözlü, büyükşehirde önemli oranda CHP seçmeninin oyunu da alarak bu başarıyı elde etmişti. Cumhur ittifakı böylece hem Sözlü’ye hem de MHP’ye Adana’da büyükşehir belediyesini kaybettirmiş oldu. Üstelik de yaklaşık %10’luk bir farkla Zeydan Karalar Adana’nın yeni büyükşehir belediye başkanı oldu. Her üç kentte de Kürt oyları başarının elde edilmesinde tartışmasız bir belirleyiciliğe sahip.

Üçüncü sürpriz, CHP’nin 24 Haziran seçimlerinden çıkardığı ders ile oy sandıklarına sahip çıkabilme becerisi göstermesinde. Bu seçimin benim için en büyük sürprizi bu oldu. Seçim kampanyası sürecinde bu seçimleri “oylarınızı koruyamıyoruz ama sandığa gidin” seçimleri olarak adlandırmıştım. CHP İstanbul il örgütü ve Ekrem İmamoğlu seçim akşamı hepimizi şaşırtarak sandıklara sahip çıktı. 24 Haziran’da Muharrem İnce’nin yapmadığı ne varsa, Ekrem İmamoğlu hepsini 31 Mart’ta yaptı: tek bir oyun dahi kıymetli olduğunu hissettirmesi ve sahip çıkması, seçim gecesi periyodik olarak basın açıklamaları yapması, seçmeni bilgilendirmesi, YSK’yı göreve davet etmesi, avukatları seferber etmesi, vs. Bu yönüyle de seçimin en büyük sürprizi oldu. Muharrem İnce’nin söyleyip de yapmadığı ne varsa E. İmamoğlu sesini yükseltmeden hayata geçirdi. Şayet bu seçimde muhalif seçmen sessizce gidip tepkisini sandığa bıraktıysa, Ekrem İmamoğlu ve Tunç Soyer başta olmak üzere muhalefetin birçok adayı da seçim kampanyasına ve güvenliğine dair yapacakları ne varsa bağırıp çağırmadan, sessiz ve sakince yaptı. Meydanların hırçın diline teslim olmadan, sakin ve etkili bir biçimde…

‘Mahalle kabadayılığı’ kaybetti

Seçim sonuçları aynı zamanda “mahalle kabadayılarının” kaybettiği, buna karşılık “beyefendiliğini koruyanların” kazandığına işaret ediyor. Kullandığım kelimelerden de anlayacağınız üzere bu seçimde kadının adı yok. Bu erkeklerin seçimiydi. Kampanyaların diline baktığımızda da “seviyorum abiiiii” diye bağıran “mahalle kabadayılarının” sesinin çok çıktığını gördük. Özellikle de İstanbul’da[6]. Tek taraflı bir aşktı bu. Kadının görünmez olduğu, onun da sevip sevmediğinin önemsenmediği… Böylece farklı aşk hikayelerinin “yarıştığı” (gerçek bir yarış yoktu), ancak tehditler savurup avazı çıktığı kadar bağıranın değil, aşkını sessiz sedasız ve derinden yaşayanın yüzünün güldüğü bir seçim dönemi geride kaldı. Geride kaldı mı? Yoksa “bitmeyen seçimler”, “bitmeyen sayımlar” sürecine mi girdik? Sorunun yanıtı şüphesiz kararlı bir mücadelede saklı.

*Ayşen UYSAL
Siyaset Bilimci, Prof. Dr.,
uysalaysen@yahoo.fr


[1] Ayşen Uysal, “Seçim kampanyaları ve gündelik yaşam pratikleri ile siyaseti örgütlemek”, Sosyal Demokrat Dergi, sayı: 91-92, Temmuz-Ağustos, 2018, ss. 30-32.

[2] Asef Bayat, Siyaset Olarak Hayat. Sıradan İnsanlar Ortadoğu’yu Nasıl Değiştirdi? (İstanbul: Metis Yayıncılık, 2016).

[3] Hamit Bozarslan, Ortadoğu’nun Siyasal Sosyolojisi. Arap İsyanlarından Önce ve Sonra (İstanbul: İletişim Yayınları, 2012).

[4] Daniel Cefai, Pourquoi se mobilise-t-on? Les théories de l’action collective, (Paris: La Découverte, 2007); Doug McAdam, “Pour dépasser l’analyse structurale de l’engagement militant” içinde O. Fillieule, Le Désengagement militant, (Paris: Belin, 2005); Florence Passy, L’action Altruiste (Geneve/Paris: Librairie Droz, 1998).

[5] Bayat (2016); James Scott, Tahakküm ve Direniş Sanatları. Gizli Senaryolar (İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2014 (2010).

[6] Bkz. Ayşen Uysal, “Aşk ve nefret arasında AKP’nin seçim kampanyası”, https://www1.wdr.de/nachrichten/tuerkei-unzensiert/akp-fuehrt-einen-wahlkampf-zwischen-liebe-und-hass-aysen-uysal-100.html