2. Dünya Savaşı’ndan sonra yaklaşık 60 milyon insanın zorla yerinden edildiğine tanık oluyoruz. Bunların 28 milyonu ülkeleri içinde yerinden edilenler. 32 milyonu ise başka bir ülkenin sınırlarına giden yine zorunlu göç mağdurları. 32 milyon mültecinin, sadece 1,6 milyonunun sığınma için başvurabildiğini görüyoruz. Dolayısıyla eğer ülke içinde yer değiştirenleri hesabımızın dışında bırakacak olursak, uluslararası hukuk yaklaşık 30 milyon insanın haklarını korumaktan çok uzakta. Kaldı ki, özelikle 2000’li yılların başından bu yana Birleşmiş Milletler’in (BM) ülke içinde zorla yerinden edilen insanların sorunarıyla da ilgilenmeye başladığını hatırlatmakta fayda var. Ama ne olursa olsun, bugün bakıldığında uluslararası hukukun zorla yerinden edilen insanların çok ama çok azının (yaklaşık % 3,3) sorunlarına çözüm bulma konusunda techizatlı olduğu görülmektedir.
Mülteci meselesi sadece modern zamanların meselesi değildir, 19. yüzyılda Anadolu topraklarına akın eden milyonlarca Çerkes, Kırım Türkü veya Balkan Türkü de bugünkü terminoloji kullanıldığında gayet tabii “mülteci” olarak anılabilir. Dolayısıyla, Anadolu toprakları üzerinde hiç bir iktidarın mültecilere yönelik olarak kendisine bir pay çıkarmaması gerektiği kanısındayım. Bu topraklar mültecilere hep kucak açmıştır. Mülteci meselesi, özellikle modern zamanlarda 2. Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan bir meseledir. Suriye krizinden önceki uluslararası ortama bakıldığı zaman mültecilerin en çok görüldüğü coğrafya Afrika coğrafyasıdır. Özellikle Afrika’da yaşanan etnik, dinsel, kültürel, politik çatışmalar nedeniyle ve özellikle bu kıtadaki sömürgeci güçlerin 1950’li ve 1960’lı yıllar itibariyle sömürgelerini terk etmesi ve kendi uzantısı niteliğindeki işbirlikçi birtakım güçleri söz konusu topraklarda bırakmasıyla birlikte silahlı çatışmalar yaşandı. Burundi, Sudan, Etiyopya, Nijerya gibi pek çok ülkede soykırıma varıncaya kadar önemli gerilimler yaşandı. Bugün Afrika kıtasına bakıldığı zaman Uganda’da ve Etiyopya’da çok sayıda 40- 50 yıldır varlığını sürdüren mülteci kamplarının olduğunu görüyoruz.
Özellikle Afrika’da yaşayan mültecilerin yüzyıllardan beri kullandıkları bir takım göç yollarının olduğu gözlemlenmektedir. Afrika kıtasındaki yolculukları Libya’da sona eren ve daha sonra deniz yoluyla Avrupa’ya giden binlerce mültecinin varlığını hepimiz biliyoruz. Biraz derinlemesine inceleme yapıldığında görülecektir ki, özellikle Sahraaltı Afrikası dediğimiz bölgeden, yani Nijerya, Eritre, Etiyopya, Somali ve Sudan gibi ülkelerden gelen, kaçan insanların tarih boyunca aynı güzergahları kullandıkları görülecektir. 16. Yüzyıldan bu yana sözgelimi Nijerya’dan kalkıp yanına kattıkları kölelerle birlikte Mekke’ye hac için giden Müslüman Kabile liderlerinin önce Libya sahillerine erişip daha sonra gemilerle ya doğrudan Doğu Akdeniz sahillerine erişip oradan Mekke’ye gittiklerini veya hatta Libya’dan gemilerle İstanbul’a gelip oradan Padişahın kervanına katılıp kara yoluyla Mekke’ye gittiklerini Mahir Şaul (2015) çalışmalarında çok ayrıntılı şekilde betimlemektedir. Dolayısıyla, bugün kullanılan mülteci yoları, geçmişin güvenli göç yollarıdır aslında.
Mülteci sorununa palyatif çözüm: kamplar
BM gibi özellikle Batılı güçlerin kontrolünde bulunan uuslararası örgütler, Afrika ve Ortadoğu gibi coğrafyalarda ortaya çıkan mülteci sorununu bugüne kadar belli yöntemlerle çözmeye çalışmışlardır. Bu yöntemlerin en başında da, söz konusu krizin olduğu ülkeye yakın olan ülkelerde kamplar kurmak ve bu insanları kamplarda barındırmak ve yaşamlarını idame ettirmelerini sağlamak glmektedir. Ama Uganda veya Filistin’deki örneklere bakıldığında, bu kampların 40-50 yıldır var olduğunu görüyoruz. Bugün Türkiye’de de bulunan kamplar, BM Güvenlik Konseyi’nde (BMGK) söz sahibi olan modern gelişmiş kapitalist devletlerin bu tür krizleri çözme şeklidir. Bu tür “çözüm yöntemleri”, 1950 ve 1960’lardan bugüne değin varlıklarını devam ettiriyorlar. Kapitalist ulus-devletler, sorunları hep bildikleri yöntemleri kullanmak suretiyle çözmeye devam ediyorlar. Henüz Türkiye’den Ege Denizi’ni geçerek kitlesel olarak Yunanistan’a giden mültecilerin sayısında ciddi bir artış olduğu dönemde, 2015 yıında, Avusturya Dışişleri Bakanlığı yetkilileri İzmir’de bir kamp oluşturulmasını önermişlerdi. Hemen bir kamp oluşturup krizi mümkünse AB sınırlarının dışında tutmak, AB’nin öncelikli hedefi olmuştur. Bu yaklaşım bir süre başarılı olsa da, 2015 yazında 3 yaşındaki ölü bebek Aylan Avrupa kamuoyunda ciddi baskılar ortaya çıkarmaya başlamış ve AB devletleri sorumluluğu paylaşma yolunda bazı çabalar içine girmişlerdir. Ancak, Türkiye ile 2015 yılı sonunda varılan mültecilere yönelik anlaşma çerçevesinde AB mülteci meselesini yine bildik yöntemleri kullanarak çözmeyi denemitir. 3 milyar Avro karşılığında Türkiye’nin sınır kontrollerini artırarak mültecilerin Yunanistan’a geçişini engellemeye çalışması konusunda anlaşma imzalanmıştır. Bu anlaşmanın hükümlerinin yerine getirilip getirilmeyeceğini ise zaman gösterecektir.
Görüş birliğinden uzak AB
2015 yılında AB Komisyonu tarafından özellikle Yunanistan ve İtalya üzerine büyük bir yük bindiren 2013 Dublin III Mülteci Protokolü’nün değişmesine karar verilmiştir. Böylece, bu iki ülke üzerindeki mülteci yükünün ve sorumluluğun kısmen paylaşılması kararlaştırılmış ve AB üyesi ülkeler tarafından 160.000’lik bir mülteci kitlenin üye ülkelerin büyüklüklerine, nüfusuna ve GSMH değerlerine göre dağıtılmasına karar verilmiştir. Dört ülke ise açıkça bu kota dağılımına katılmadığnı bildirmiştir: Romanya, Slovakya, Macaristan ve Çek Cumhuriyeti. Hatırlayalım ki, Slovakya yetkilileri, “biz sadece Hristiyan mülteci alırız” dediler. Yani özellikle Doğu Avrupa ülkelerinde Avrupalı kimliğinin sorgulamaya başladığı görülmektedir. Sovyetler Birliği’nin ve Doğu Bloku’nun çözülmesi ile birlikte Doğu Avrupa ülkelerinde “koparıldığımız Avrupa kimliğine yeniden geri dönüyoruz” şeklinde bir kamuoyu oluşturulmuştu. Böyesine bir kamuoyu oluşturulurken, Avrupalılık düşüncesinin Hristiyanlıkla eşanlaml olduğuna vurgu yapılmıştı. 12’lerin Avrupası’nda Hristiyanlık çok da önemli bir unsur değilken Avrupalılık kimliği daha laik, daha politik ve sivil değerler üzerinden inşa edilirken, Doğu Avrupa ülkeleri Avrupa Birliği’ni Hristiyanlık üzerinden ve bu nedenle de belki Hristiyan olmayana karşı ırkçı, yabancı düşmanı bir tavır sergileyerek inşa etmeye başladılar. Burada zaten var olan bir problemin mülteci krizinde yeniden hareketlendiğini görüyoruz. Macaristan’n otoriter Başbakanı Victor Orban diyor ki; “biz Avrupa’nın Hristiyan sınırlarını koruyoruz”. Kendisine öyle bir görev biçmiş. Bugünün Avrupası’nda böyle bir söylem kabul edilemez. Avrupa’da çoğunluğun böyle bir Avrupa algısını kabul etmesi zaten mümkün değil. Dolayısıyla Avrupa bugün mülteci meselesiyle aslında kendi kimliğini de yeniden tartışmak durumunda ve tartışıyor.
Öte yandan, mülteci ya da sığınma adayları daha çok Almanya ve İsveç’e doğru akın etmeye başlamışlardır. Sayıları giderek artan mülteciler başta Almanya, İsveç, Fransa ve İngitere olmak üzere AB’nin tamamında aşırı sağ ve popülist siyasi oluşumların güç kazanmasına neden oldu. Almanya’nın daha çok hedefteki ülke olmasının bir nedeni, hiç şüphesiz bu devletin mültecilere daha iyi olanaklar sağlıyor olmasıdır. Diğer bir önemli neden ise, bu insanların zaten oralarda akrabalarının olmasıdır. Zaten göç süreçlerinde mülteciler, göçmenler akranlarının ve tanıdıklarının olduğu, aynı dili konuştukları insanların bulunduğu coğrafyalara doğru yönelirler. Almanya da bu anlamda oldukça iyi bir hedef ülke diye düşünülebilir. Aynı şeyin Türkiye coğrafyası için de geçerli olduğunu unutmayalım. İstanbul’da bugün itibariyle yaklaşık 570.000 kadar Suriyelinin olduğu ve bu rakamın yaklaşık %90’nın Halep’ten gelen ve Arapça konuşan sünni kitleler olduğu görülmektedir. Bu kitlelerin daha çok tanıtıklarının veya akrabalarının bulundukları semtlerde yaşamayı tercih ettikleri görülmektedir. Hatta Halep’in Osmanlı İmparatorluğu’nun İstanbul ve İzmir’den sonra gelen en büyük üçüncü kozmopolit kenti olduğu düşünülmelidir. İşte bu tarihsel ilişkisellikler ve ulus-aşırı toplumsal ağlar göç yollarını belirleyen önemli unsurlardır.
Dış politika yapım sürecinde yanlış öngörüler
2011 yılında henüz Suriye krizi çıkarken dış politika yapım süreçlerinde bir takım yanlış öngörülerin yapıldığını biliyoruz. Krizin çok kısa zamanda biteceği, Esad’sız bir Suriye’nin çok yakın olduğu karar alıcılar tarafından dile getirilmişti. Bugün her şey adeta tersine döndü, tekrar Esad’lı bir çözümün daha mümkün olacağı konusunda da dünya kamuoyu şu anda fikir birliğinde. Yine o dönemde kamuoyuna yansıyan şeyleri hatırlayalım; bazı kamplarda Esad karşıtı muhalif güçlerin eğitildiği, donatıldığı ve bunun uluslararası toplum tarafından bilinmesinin sakıncalı olacağı yönünde bir takım değerlendirmeler yapılmıştı.
Siyaset bilimi literatüründe “hesap verebilirlik” ve “şeffaflık” kavramlarının demokraside önemli yer tutan kavramlar olduğunu daima öğrencilerimize hatırlatırız. Bu bağlamda, demokrasilerde karar alıcılardan kararlarını şeffaf bir şekilde almaları ve bunlarla ilgili sonuçlar karşısında hesap verebilmeleri beklenir. Bununla birlikte muhalefet partilerinin konuya yaklaşımlarını da analiz etmek gerekir. Özellikle 7 Haziran 2015 seçimleri öncesinde muhalefetin kurduğu göçmen karşıtı, mülteci karşıtı söylemi hatırlayalım. Seçim döneminde sadece HDP doğru bir söylem inşa etti. CHP ve MHP ise, AKP karşıtlıklarını mülteci karşıtlığı üzerinden ifade etmeye çalıştılar: “Bizim kendi vatandaşlarımıza verecek aşımız yok ama sen 2 milyon insanı ülkemize aldın” gibi çok da insani olmayan bir söylemdi bu. Düşünebiliyor musunuz, böyle bir söylemin bir sonraki aşamada nelere yol açabileceğini? Mültecilere yönelen linçler ve benzeri girişimlere o dönemde malesef tanık olduk. Bu insanlar, köle gibi ve günlük 25 TL yevmiye ile 12 saat çalıştırıldıklarını gördükten sonra da Suriye’de de savaş devam ettiği için, “ben Suriye’ye gidip öleceğime Ege’de riski göze alıp belki Avrupa’ya ulaşabilirim” dediler. Sorumluluk hepimizin, unutmayalım. Ancak yine de teslim etmekte fayda var; CHP 1 Kasım 2015 Genel Seçimi öncesinde hatasını kabul etti ve mülteci karşıtı söylemini radikal şekilde değiştirerek daha mülteci yanlısı bir söylem inşa etti.
Yaşanan trajediden Türkiye siyaseti ve toplumu da sorumludur. Uluslararası toplumun büyük sorumluluğu var tabi ki, biraz önce de ifade ettiğim gibi mültecileri hep sınır dışında tutmaya çalıştılar ama ne olursa olsun bu insanların yaşadığı problemlerden ortaya çıkan gerilimlerden yerleşik toplum da ciddi zarar gördü. Ben onların ev ödevlerini yeterince yerine getirmedikleri kanaatindeyim. Ancak önce kendi üstümüze düşen sorumlulukları teslim edelim, sonra da AB, Körfez ülkeleri, ABD, Rusya veya diğer ülkeler hakkında istediğimiz eleştirileri yapabiliriz tabii ki.
Suriyeliler kalıcı mı ve uyum nasıl olmalı?
Türkiye nüfusu aslında giderek yaşlanan bir nüfus. Türkiye’nin demografik açığı kapatmak için bir takım yöntemler geliştirmesi gerekmektedir. Cumhurbaşkanın sürekli altını çizdiği “üç çocuk” yaklaşımı çok gerçekçi görünmemektedir. Çok çocuk politikası İsveç’te de yürürlüktedir, ancak İsveç devleti bu konuda daha gerçekçidir; çünkü İsveç devleti ailelere çocukları için önemli oranlarda sosyal yardımlar yapmaktadır. Türkiye’de “çocuğu veren rızkını da verir” şeklindeki muhafazakar yaklaşım ve üç kuşaklı aile şekindeki gelenekçi yaklaşım, aslında neoliberal pederşahi yaklaşımla harmanlandığında ortaya tam da bugün AKP tarafından benimsenen ve hak temelli olmaktan uzak cemaatçi ve geleneksel dini değerlere dayanan bir iaşe anlayışının ortaya çıktığı görülmektedir. “Mümkün olduğunca çocuk yapın, bu bizim için iyidir ama benden devlet olarak bir şey beklemeyin çünkü kaynaklarım sınırlı” çerçevesinde dile gelen egemen bir siyasal söylemin kurulduğuna tanık oluyoruz. Burada ilk bakışta göze çarpan muhafazakarlık söylemidir, ama işin özü neoliberaldir. Çünkü anne-babalar, kendi anne ve babalarına bakıyor, büyükanne-büyükbaba toruna bakıyor. Böylece neoliberal devlet kendi yükümlülüklerinden bir anlamda kurtulmuş olurken, sorumluluk yine yurttaşların omuzlarına yüklenmektedir.
Dolayısıyla Türkiye’nin bu demografik açık nedeniyle ciddi anlamda göçmen nüfusa ihtiyacı vardır. Bugüne kadar yüzlerce yıllık Türkiye temayülüne baktığımızda, Murat Erdoğan ile birlikte derlediğimiz ve İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları’ndan 2015 yılında yayınlanan “14. yüzyıldan – 21. yüzyıla Türkiye’ye Göçler” kitabında da açıkça ifade ettiğimiz bir eğilim var, Türkiye nüfusu tarih boyunca giderek Müslümanlaşan bir nüfus. Yani, bu bir saptama. Özellikle ulus-devletin homojenleşme süreci ile birlikte Müslümanlaşan bir coğrafyadır Anadolu coğrafyası. Muhtemeldir ki, buraya gelecek olan göçmenler de bugün ve geçmişte olduğu gibi gelecekte de büyük ölçüde Müslüman olacaklardır. Suriyelilerin belki bir kısmı kalacaktır. Özelikle, İstanbul genelinde yaptığımız alan çalışmalarında savaşta akrabalarını veya tanıdıklarını kaybedenlerin asla Suriye’ye dönmek gibi bir isteklerinin olmadığını varsayarsak önemli bir kitlenin en azından şimdiik bu yönde tavır sergilediğini görebilmekteyiz. Bugün Taksim’e gittiğinizde felafelcilerin açıldığını, Arapça yazıların giderek arttığını ve Araplar tarafından işletilen iş yerlerinin açıldığını görüyoruz. Fatih’e gidildiğinde belli semtlerde “Küçük Halep” denilebilecek diasporik mekanların sayıca arttığı görülmektedir. Aslında bunlar bizim kültürel coğrafyamızı, dokumuzu değiştiren, zenginleştiren özelliklerdir. Kamuoyu, bu demografik dönüşümü bir tehdit olarak görmemeli; aksine yaşanmakta olan kültürel, toplumsal ve ekonomik dönüşümün bizi zenginleştirdiği düşünülmelidir.
Uzun yıllardan bu yana göç konusunda çalışan bir sosyal bilimci olarak, farklılığın ve çeşitliliğin her zaman homojenlikten çok daha iyi olduğunu düşünmekteyim. Bizi dinamik kılan en önemli ögenin sürekli göç etme hali olduğunu düşünmekteyim; çünkü Türkiye öyle bir yerdir, iyi ki göç ediyoruz ve iyi ki yerimizde durmuyoruz. Böylece göç ettikçe birbirimizi tanıyoruz. Türkiye hep böyleydi ve bu şekilde de yoluna devam edecektir. Dolayısıyla biz fark etmeden uyum sürecinin özellikle İstanbul gibi büyük kentlerde çift taraflı gelişmekte olduğunu görüyoruz. Ortaya çıkan bir takım ırkçı, yabancı düşmanı motiflere rağmen uyum çift taraflı gerçekleşiyor.
Bugün Berlin’de Türklerin yoğunluklu olarak yaşadıkları Kreuzberg’e gittiğimiz zaman müthiş bir zenginlik görüyor, orayı “Küçük İstanbul” olarak niteliyor isek ve Almanlar da keza aynı şekilde orada bulunmaktan büyük keyif alıyorlar ise Türkiye’de yaratılan farklılık da göze, kulağa ve gönüllere hoş geliyor olmalı. Bizler de aslında bizden farklı olanlar ile birlikte yaşadığımız zaman bunun ne büyük zenginlik olduğunu fark edeceğiz. Bu durum aslında uzun yüzyıllar böyleydi, fakat ulus-devletin homojenleştirici perspektifi ile birlikte bu durum biraz belleğimizden silindi. Devletin veya siyasal partilerin söylemleri dışında düşünebilen binlerce entelektüel, donanımlı sivil toplum aktörleri ve insanları var. Türkiye’nin bu anlamda geleceğe daha hazır olabileceğini düşünüyorum. Burada da genç kitlelere büyük bir pay düşmektedir.
Sonuç: Tahammül mü dediniz?
Bu bağlamda, özellikle genç kitleler, zaman zaman yaratılan ırkçı ve yabancı düşmanı söylemlerden kendilerini arındırmalıdır. Sosyo-ekonomik ve siyasal anlamda var olan egemen iktidar biçimlerine eklemlenmekten imtina edilmeli. Güce tapınma şeklinde kendini gösteren bu refleks aslında gücün değil zayıflığın göstergesidir. Irkçılık, Türkiye’de egemen bir dil olmamal. “Türkiye’de farklı ırklar olmadığından ırkçılık yoktur” şeklindeki bir iddiayı çok sık duyarız. Unutmayalım; sıklıkla yinelenen sözler aslında aslında farklı bir gerçekliği inşa etme yönünde sarfedilen çabalara işaret eder. Bu ülkede ırkçılık vardır ve en aza indirgenmesi için sivil toplum olarak çaba sarfetmemiz gerekmektedir. Bir şey çok fazla dile getiriliyor ise, o şey aslında yoktur aslında. “Tahammül” sözcüğü gibi mesela. “Irkçılık yoktur” gibi bir takım ifadelerin Türkiye’de bu kadar çok kullanılmasının nedeni, aslında farklı bir gerçekliği söylemsel olarak inşa etme çabasından kaynaklanmaktadır. Bu çok ideolojik bir tutumdur. Halk arasında “bir şeyi kırk defa söylersen o şey gerçek olur” şeklinde bir ifade vardır. Tahammül sözcüğünün aslında Arapça ‘haml’ yani ‘yük’ kökünden geldiği düşünülürse, aslında “tahammül” pratiğinin çok da matah bir şey olmadığı görülecektir. Bize yük olana, bize acı çektirene tahammül ediyoruz aslında. Dolayısıyla, gündelik hayatımıza yerleşmiş olan bu tür kavramları ideolojik arka planlarıyla yeniden gözden geçirip belki “saygı etiği”, “farklılığı tanıma”, “farklılığı kabul etme” gibi bizleri öteki ile daha eşitikçi bir ilişki kurmaya doğru götürecek perspektiflere ihtiyaç duymaktayız. Yoksa, ötekinin varlığını çoğunluğun vicdanına, sadakasına ve hayırseverliğine tabi kılacak eşitsiz bir ilişki biçimi değil ihtiyacımız olan şey. Kendi yaralarımızı sarabilmeye ötekinin yaralarını iyileştirerek başlayabiliriz. Octavio Paz’ın Güneş Taşı adlı şiirinde de ifade ettiği gibi “kendim olabileyim diye bir başkası olmalıyım ben.” Ben’in varlığı; ötekinin asimilasyonu, yok edilmesi üzerinden değil, aksine ötekinin varlığının hukuki, siyasi, etik ve kültürel olarak garanti altına alınmasıyla mümkün olabilir…
*Jean Monnet Prof.Dr. Ayhan KAYA
İstanbul Bilgi Üniversitesi,
ayhan.kaya@bilgi.edu.tr