Germany's Chancellor Merkel arrives at a EU leaders summit in Brussels

Ayhan Kaya – Avrupa Birliği: Korku Tacirlerinin Birliği?

ayhan-kaya_as

 

 

 

 

 

1980’li yılların sonlarından itibaren, Yeni Dünya Düzeni adı altında belirginleşmeye başlayan ve liberal kapitalist anlayışın adeta mutlak egemen anlayış olarak tüm dünyada kök salmasına neden olan yeni bir süreç başladı. Hatırlanacağı üzere bu süreç, “Soğuk Savaş dönemi”nin temel hatlarını belirleyen ideolojik çatışma, topyekün nükleer savaş tehlikesi ve silahlanma tehdidi gibi unsurların geride kaldığı yönünde bazı iddiaları da beraberinde getirmişti. Ancak kısa sürede görüldü ki, yeni dünya düzeni öncesindeki soğuk savaş düzenini belirleyen en önemli özellik olan ‘ulusal güvenlik’ kaygıları, günümüzde de büyük ölçüde şekil değiştirerek ve hatta güçlenerek devam etmektedir.

Soğuk Savaş döneminin güvenlik söylemi özellikle 11 Eylül 2001 tarihli eylemlerin ardından, biraz içerik değiştirerek de olsa, yine tüm dünya toplumlarının gündemini belirlemeye devam etmiştir. Özellikle günümüzde Avrupa Birliği ülkelerinde azınlıkların, göçmenlerin, İslam dininin, farklı kültürlerin, Orta Doğulu olan hemen herkesin, “toplumsal huzuru, sosyal güvenliği ve kültürel güvenliği” tehdit eden unsurlar olarak algılandığına tanık olmaktayız. Güvenlik söylemi aslında her iki düzenin de en belirleyici özelliği olarak devam etmektedir; yalnızca bir farkla: soğuk savaş düzeninde devletlerin güvenliğinin tehdit altında olduğuna dair bir hegemonik söylem yaratılmışken, yeni dünya düzeninde toplumların, kültürlerin ve piyasaların güvenliğinin tehdit altında olduğuna ilişkin bir söylem hakim olmuştur.

Derinleşen kaygı ve hatta korku ortamı

Toplumların, kültürlerin ve piyasaların tehdit altında olduğuna ilişkin ortaya çıkan bu genel yargı, ötekine ve farklı olana karşı duyulan korkunun egemenliğini mümkün kılmıştır. “Korkunun iktidarı” şeklinde nitelendirilebilecek bu olgu pek çok yerde siyasal partilerin ve iktidarların başvurduğu bir tür yönetsellik aracı olarak karşımıza çıkabilmektedir. 11 Eylül saldırılarının ardından, pek çok Batılı devletin ve iktidarın gücünü milliyetçi, militarist, dinsel, İslamofobik ve ırkçı ögeler üzerine inşa ettiği; Batı uygarlığının, değerlerinin ve toplumunun tehdit altında olduğuna dair bir söylem geliştirildiğine tanık olduk hep birlikte. Muhafazakar iktidarlar, toplumsalın yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olduğu şeklinde bir yargıdan hareketle, baskıcı iktidarlarını toplumsal anlamda meşru kılabilmeyi başarmışlardır. Almanya, Fransa, Hollanda, İrlanda ve Avusturya gibi ülkelerde son yıllarda İslamın kamusal alanda artan görünürlüğü ve Türkiye’nin AB üyeliği konusundaki tartışmalar düşünüldüğünde, Batılı değerlerin ve toplumların ‘yabancı unsurlar’ tarafından tehdit edildiğine dair bir söylemin yaygınlaştırıldığını da görmek mümkün. 2010 yılında Almanya’da Thilo Sarazin tarafından popülerleştirilen bir tartışmadan da hatırlanacağı üzere; Alman kültüründen olmayanların ve özellikle Müslümanların, Almanya’nın yaşadığı siyasal, toplumsal ve ekonomik sorunların asıl müsebbibi olduğu dile getirilmiştir. Bu tür ırkçı ve yabancı düşmanı söylemlerin özellikle statükocu muhafazakar siyasal oluşumlar tarafından dile getirilmesi kolaylıkla anlaşılabilir. Muhafazakar siyasal partiler, kriz durumlarında ortaya çıkan milliyetçi ve yabancı düşmanı toplumsal refleksin devamını egellemek yerine bu reflekse yatırım yapan ve bu durumun devam etmesini sağlar nitelikte milliyetçi bir siyasal irade sergilerler.

Angela Merkel’in Almanyası’nda veya Nicola Sarkozy’nin Fransası’nda da görüldüğü üzere, Avrupa’da “içimizdeki yabancılar ulusal güvenliğimize, sosyal güvenliğimize, etno-kültürel ve dinsel bütünlüğümüze karşı tehdit oluşturuyorlar” şeklinde bir algı ortaya çıkmıştır. Bu çerçevede kitlelerin, muhafazakar siyasetçiler ve medya tarafından, Müslümanlar ve göçmenler karşısında mobilize edildikleri görülmüştür. Ancak 22 Temmuz 2011 tarihinde Norveç’te yaşanan katliam, Batılı ülkelerde yaşanan ırkçı saldırılardaki sayıca artış ve daha pek çok olumsuz gelişme Batılı iktidarların ve siyasal çevrelerin ektikleri nefret tohumlarının ve korku politikalarının ürünlerini biçmeye başladıklarına işaret etmektedir. Diğer bir deyişle, 1974 yılından bu yana giderek katmerlenen yoksulluk, dışlanmışlık, eşitsizlik ve işsizlik gibi yapısal sorunları çözemeyen Batılı neoliberal iktidarlar, adeta İslamofobyayı “siyasal bir ideoloji” olarak kullanmak suretiyle sadece yurttaşlarının oylarının peşinden koşmuşlar ve İslamofobyanın olası olumsuz toplumsal ve siyasal sonuçlarını hiç hesaba katmamışlardır. İşte, bugünlerde yüzünü yeniden gösteren aşırı sağ ve ırkçılık, sadece oy peşinde koşan ve günü kurtarmayı kendisine hedef edinen bağnaz iktidarların neden olduğu olumsuz gelişmelerdir.

Sosyal demokrat partilerin ise bu tür durumlarda daha farklı politikalar üretmeleri beklenir. 11 Eylül gibi kriz durumlarında ortaya çıkan milliyetçi toplumsal refleksin devamı ya da sona ermesi siyasal iktidarların elindedir. Muhafazakar iktidarlar bu toplumsal refleksi olumlayan milliyetçi söylemler üreterek toplumsal gerilimi geleceğe taşırlar. Muhafazakar partiler bu tür durumlarda popülist bir yaklaşım sergileyerek kolay olanı tercih ederler ve “korku tacirliği” yaparlar. Ancak, sosyal demokrat iktidarların ise benzeri durumlarda milliyetçi, güvenlikçi, popülist, dışlayıcı, ayrımcı ve korku tüccarlığını yücelten toplumsal refleksi önlemesi beklenir.

Nasıl bir Avrupa Birliği?

Günümüzde birbirinden farklı Avrupa tanımları yapmak mümkündür: “muhafazakar Avrupa” ve “sosyal demokrat Avrupa”. Muhafazakarlar -Avrupayı tanımlarken- daha çok Hristiyanlık, tikellik, gelenek, geçmiş, türdeşlik, fiziki coğrafya, kültürel birlik ve ulusal sınırlar üzerine vurgu yapmakla birlikte kültürel karışımı reddeden bir anlayışı savunmaktadır. “Avrupa” fikrini tözselleştiren bu tanım içerisinde, Türkiye ve İslam’a yer yoktur. Öte yandan, sosyal demokratların ve solun geliştirdiği “Avrupa” fikri ise çeşitlilik, kültürel farklılık, ortak bir gelecek, demokrasi, insan hakları, sekülarizm, siyasi coğrafya, ulusötesi anlayış ve siyasal birlik gibi ilkelere dayanmaktadır. Diğer bir deyişle, bir yanda tözselleştirilen bir Avrupa düşüncesi, öte yanda interkültüralizm (kültürlerarasılık) düşüncesi vardır. Hatta, bu analiz daha da ileri götürülürse, muhafazakarların yaptığı tanımın, dinsel, kültürel ve etnik açılardan verili ve değişmeyen tözcü bir ‘Avrupa’ ve ‘Avrupalılık’ anlayışını beraberinde getirdiğini; diğer tanımın ise ‘Avrupa’ ve ‘Avrupalılık’ anlayışının verili bir coğrafya ve kimlik olmadığını, -bunun aksine- inşa edilen, değişen, dinamik ve sürekli bir oluş hali içeren bir anlayışı ifade ettiği söylenebilir. Sosyal demokrat bir proje olarak adlandırılabilecek olan ikinci anlayıştan hareketle, sözkonusu “Avrupa” ve “Avrupalılık” tanımları içerisinde Türkiye ve İslamı ve diğer kültürel, dinsel ve etnik farklılıklara yer olduğu görülecektir.
Dünya Savaşlarının ve 1929 Büyük Buhranı’nın küllerinden doğan, önce iktisadi ve daha sonra siyasal ve kültürel bir nitelik kazanan Avrupa Birliği, 1974 dünya petrol krizinin genişleyerek, büyüyerek ve Avrupalılık kimliğine vurgu yaparak üstesinden gelmiştir ve krizden adeta güçlenerek çıkmıştır. Krizden sonraki dönemde üye ulus-devletlerin çıkarları yerine topluluğun ortak çıkarlarına vurgu yapılmıştır. Ancak daha sonraki yıllarda özellikle 2000’li yıllarda ‘demokratik açığı’ sürekli gündeme getiren sağ siyasal oluşumlar, kullandıkları milliyetçi ve populist retorikle ulusal çıkarları ön planda tutarak Birliğin küresel bir Siyasal aktör olmasına engel olmuşlar ve vizyoner yaklaşımlar sergilememişlerdir. Bu süreçte ortaya çıkan 2008 krizinde bu tür nedenlerden olsa gerek, AB yeterince hızlı kararlar alamamış ve krizin daha da derinleşmesine neden olmuştur. AB deneyiminin, krizlerin ardından doğan ve güçlenen bir deneyim olduğu, 17.5 trilyon dolarlık gayri safi hasıla ile NAFTA’dan sonra dünyanın en büyük ikinci ekonomik birliği olduğu göz önünde bulundurulursa, AB’nin muhtemelen bu krizden de yeni siyasal ve yapısal dönüşümler geçirmek suretiyle kurtulacağı varsayımında bulunabiliriz. Muhtemelen kurtuluşu ve bir küresel güç haline gelebilmesini sağlayacak vizyoner liderler yoluyla olacaktır.

Sosyal Adaletçi bir AB

Farklılıklardan korkmayan, türdeşliği bir erdem olarak görmeyen, kimlik temelli oluşumları ulusal güvenliğe karşı bir tehdit olarak algılamak yerine, bu oluşumların ilgili grupların hak ve adalet arayışlarının göstergesi olabileceği ihtimalini göz önünde bulunduran bir anlayış olarak kendini yenileyebilen bir “sosyal demokrat” anlayışa bugün daha fazla ihtiyaç duyulmaktadır. Bu, sadece modern Batı demokrasilerinin değil aynı zamanda Türkiye demokrasisinin de ihtiyaç duyduğu bir gerekliliktir. Muhafazakarlık, ırkçılık, milliyetçilik ve yabancı düşmanlığı gibi eğilimlerin yeniden yükselişe geçtiği bir dönemde kendini dönemin yeni koşulları karşısında yenileyebilmiş bir sosyal demokrat anlayışa ihtiyaç duymaktayız. Avrupa Birliği özelinde bu ihtiyaç daha da belirginlik kazanmaktadır hiç şüphesiz. AB’yi kültürel ve dinsel kodlamalarla geçmişe referansla tanımlayan muhafazakar anlayış karşısında, siyasal, seküler ve ulusötesi kodlamalarla geleceğe referansla tanımlayan vizyoner bir sosyal demokrat anlayış, Birliğin içine düştüğü krizden çıkmasına yardımcı olabilecek en önemli yaklaşım olarak belirmektedir.

*Prof. Dr. Ayhan Kaya, İstanbul Bilgi Üniversitesi, ayhank@bilgi.edu.tr