Yeni bir yıla girerken “paralel”, “kumpas”, “darbe” gibi kavramlarla bir kitlesel soygunun gözlerden kaçırılma çabalarına tanık oluyoruz. Oysa Batı’da İslam karşıtı bir toplumsal seferberlik şekilleniyor. Radikalleşen İslam’ın her seferinde onlarca hatta yüzlerce kişiyi canından eden eylemlerinin ve toplu kafa uçurma ritüellerinin insanlığı harekete geçirmemesi düşünülemezdi. Şimdilik sivil toplumda oluşan bu İslam karşıtı hareketlerin siyasal çevrelere bulaşıp iktidara tırmanması durumunda dünyayı önümüzdeki yıllarda derin bir kutuplaşma bekliyor demektir.
Öte yandan teknolojinin uzaya ilişkin düşlerimizi körükleyecek ölçüde ilerlemesi; Batı’da toplum vicdanının harekete geçerek, taşlaşmış İsrail tutkunluğunu üzerinden atıp Filistinli’nin durumuna eğilmesi; Tunus seçmeninin ilk kez bir Arap ülkesinde siyasal İslam’ı iktidardan uzak tutabilmesi umut verici gelişmeler.
Bu yazıda Türkiye’ye ilişkin bir “giriş”ten sonra yılın son günlerinde dünyada gündem oluşturan iki olayı yakın tarih bağlamında kısaca ele alacağız: ABD-Küba yakınlaşması, Putin’in Batı’ya resti
Türkiye; AKP ve Erdoğan sorunu…
Ülkemizde sıkıntıdayız, hatta korkuluyuz. AKP’nin seçimle kolay kolay gitmeye niyetli olmadığı açık. Çok suç işlendi ve iktidardan gitmek demek, bunların hesabını vermek demek. İktidar ve baş sorumlular bu gerçeğin bilincinde. Öte yandan Türkiye, böyle çeteleşmiş bir kadronun sultasında uzun süre yaşayamaz; daha doğrusu demokrasi içinde yaşayamaz.
AKP iktidarının yerinden olmasının önkoşulu seçimi kaybetmesi, daha doğrusu tek başına iktidar olanağının elinden gitmesidir. Bu noktada ise kilit sorun %10 seçim barajıdır. AKP iktidarı gözünü o kadar karartmıştır ki, barajı kaldırması durumunda AYM hükmünü tanımayacağını önceden ilan etmiştir. Esasen polise savcının talimatına uymama emri veren, idare mahkemesi kararına karşı “gücün yetiyorsa gel de yık” diye meydan okuyan iktidar zaten fiilen darbe yapmıştır. Çünkü “darbe”, geçerli hukukun zorla askıya alınması ise, iktidarın yaptığı da budur. O halde, gerçekçi olursak, bu seçimde de AKP ne yapıp edip iktidarda kalacağa benzemektedir. Sorun, “ne ölçülerde” kalacağıdır. Eğer HDP seçime parti olarak katılıp barajın altında kalırsa, AKP’ye anayasayı değiştirip başkanlık sistemi oluşturma yolu açılmış olur. Şu anda hukuksuzlukla fiilen yapılanlar o zaman hukuk zeminine oturtularak dikta koşulları tamamlanmış olacaktır.
AKP iktidarı, şu anda Ortadoğu, ABD, AB ve demokrat dünya kamuoyu gözünde bir yüktür. Otokrat Cumhurbaşkanının kimlik yapısı artık herkesçe malumdur. O, insanlık vicdanına maliyet yüklemektedir. Ne var ki, Türkiye’nin istikrarı, hele Batı ve AB için, her şeyden önemlidir. İstikrarsızlaşan bir Türkiye, IŞİD’e AB’nin kapısına dayanma yolunu açar. Dolayısıyla şu kritik dönemde istikrar öncelikli tutularak despotik bir rejimin varlığına fazla da ses çıkarmadan göz yumulmaktadır. Esasen bu nedenledir ki, etkili siyasal çevreler gözünde ülke istikrarını sürdürebilmeye aday bir iktidar seçeneğinin yeni yılda oluşması yaşamsaldır.
ABD-Küba barışması
Bugün orta yaşın üst sınırını aşmış “eski devrimci” kuşağın gözünde özel yeri bulunan birkaç ülkeden biri “devrimin son kalesi” Küba’dır. Özellikle 1960’lı yıllarda antiemperyalizmin simgesi konumuna gelmiş olan Küba şu anda yoksul bir ülkedir. Yarım yüzyıldır uygulanan ambargo, on yıl kadar önce ziyaret ettiğim ülkeye belini doğrultma fırsatı tanımamıştı. O sırada iki yıldır devlet hizmetinde çalışan bir mühendis ile sohbet etmiştim. 20 dolar aylık maaşla geçiniyormuş. Aslında kendini bedava eğiten, meslek sahibi yapan ve sağlıklı bir birey olarak yetiştirip hala daha temel gereksinimlerini parasız sağlayan devlete borçlu olduğunun bilincindeydi. Devrimin ve rejimin bu getirilerini yadsımıyordu. Ancak güzel yemekler yiyebilme, bir araba sahibi olma, yabancı ülkelere gidebilme gibi düşlerini bu rejimde belki de hiç gerçekleştiremeyeceği düşüncesine kapılınca umutsuzlaşıveriyordu. Sosyalist rejimlerin “Aşil topuğu”nun, toplumun temel özgürlükleri uğruna “bireyin düşüne geçit vermemek” olduğunu, Küba’da daha kolay saptayabilmiştim.
Fidel Castro ve arkadaşları, aslında ABD kuklası diktatör Batista’ya karşı savaşlarını yalnızca birer yurtsever kimliği ile başlatmışlardı. Sosyalizme, ancak iktidara geçtikten sonra yöneldiler. ABD ambargosu onları Soğuk Savaş yıllarında Sovyetler Birliği’ne “mecbur” bırakınca da sosyalist gidiş pekişti. O günden bu yana reformist çabaların sonuçsuz kalmasının en önemli nedeni yıllardır sürdürülen ABD ambargosudur.
Aslında Amerikalılar, itibar görüp istedikleri her lezzeti elde edebildikleri bu Karayip ülkesinden 1959’da birdenbire kapı dışarı edilmeyi galiba o gün bugündür kabullenememişler. Gerçekten de ABD ambargosunun nedeni, karşıtı olunan bir ideolojinin çok yakın bir yerde odak bulmasından ibaret değil. Zaten ABD, Komünizm’in çoktandır etkinliğini yitirmiş olduğunun ve ayrıca Küba’nın boyutlarının pekala bilincinde. Ambargonun sosyal-psikolojik kaynaklı “irrasyonel” bir bileşeni olduğu, bir başka deyişle, ABD’nin yıllardır “üzüm yemekten öte bağcı dövmeyi” sürdürdüğü besbelli. Kuşkusuz, ABD’de yaşayan Kübalı mültecilerin katı tutumu ve onların baskısı da ambargonun sürdürülmesinde etkili olmuştur. Ambargonun kalkmasına ancak ikinci dönemini yürütmekte olup oy kaygısı ve seçmen baskısı altında kalmayan bir başkan karar verebilirdi. Öyle de oldu; ama her şey Obama’nın kararıyla bitmiyor. Sırada Cumhuriyetçi ağırlıklı Kongre’nin ve Senato’nun ikna edilmesi var.
Kübalıların, tüm yoksulluklarına karşın, geleceğe umutla bakmaları için zaten çok önemli nedenler vardı. Bir kez sosyalist rejimin insana yatırım yapma ilkesi, bu ülkeye, geliriyle ölçüye vurulamayacak kadar sağlıklı, iyi yetişmiş, beceri ve meslek sahibi yurttaşlara sahip olma olanağı sağlamıştır. Öte yandan, beşeri yapısı gereği, sosyalizmi “suratını asmadan” uygulama eğilimindeki Kübalı, rejimin totaliter yönlerini bir hayli törpülemiştir. Kübalılar, Batı’nın öfkesini üzerine çeken Castro rejiminden ve ambargonun kalkmasından sonra çok daha iyi yaşamaya aday. Umarım Fidel’in başını çektiği devrimin maddi ve manevi getirilerini yine de unutmazlar.
Rusya; Putin sorunu
Ukrayna, Batı ile Rusya arasında bir çekişme alanıdır. Son Ukrayna krizini tetikleyen olay, 2013 Kasım’ında, Rusya yanlısı Başkan Yanukoviç’in düşürülmüş ve iktidarın Batı yanlılarının eline geçmiş olmasıdır. Ancak bu arada Rusya, zaten kendisine ait olduğu gerekçesiyle Kırım’ı ilhak etmiş; ülkenin güneydoğusundaki Rus kökenli halkın varlığını bahane ederek burada asker konuşlandırmıştır. ABD ve AB’nin bu işgalden ötürü Rusya’ya yaptırımlarının bir bölümü, ülke ihracatının ¾’ünden fazlasını oluşturan enerji fiyatlarının düşüşünde somutlaşmıştır.
1990’ları içine yuvarlandığı kaotik ortamla boğuşarak geçiren Rusya, 2000’li yıllardan itibaren küresel iddialara sahip olmaya başlamıştır. Putin, oluşmakta olan çok kutuplu dünyada Rusya’nın da küresel oyunculardan biri kimliğiyle yer alması; örneğin ABD’nin, AB’nin ve yükselen Çin’in yanında bir dördüncü kutup oluşturması için çabalıyor. Soğuk Savaş döneminin iki süper gücünden birini oluşturmuş Rusya’ya bu dönemde hiç değilse çok kutuptan biri statüsünü sağlamak, Putin’in vatanına “armağanı” olacak. Rusya’nın mevcut ekonomik yapısının, bu perspektifin gerçekleşmesi önünde çok büyük engel olması bir yana, 2015’e girerken oluşan karşıtlaşma yüzünden, çeyrek yüzyıl öncesinde kalan Soğuk Savaş ortamına neredeyse geri dönülüyor. Putin, yılsonu basın toplantısında NATO’yu “tehlike” ilan eden yeni savunma doktrinini açıkladı.
Bu arada Putin, ülkesinde dalga dalga yayılmakta olan Rus milliyetçiliği sayesinde popülaritesini arttırmakta. Nitekim iki yıl önce %64 ile seçilmiş bulunan Putin’in oyları, kamuoyu araştırma kurumlarına göre, şu anda %84’e tırmanmış durumda. Bu çerçevede Rusya’yı ve popülist bir siyasetçi olan Rusya Başkanı’nın siyasal davranışını gözden geçirirken, Türkiye ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan (RTE) ile benzerliklerini vurgulamak ilginç olabilir.
Yolsuzluk, Rusya’da bir yaşam biçimine dönüşmüş durumda. Teoride var olan “erkler ayrımı”, gerçekte söz konusu değil. Seçmen çoğunluğunun da zaten bu yönde bir talebi yok. Esasen, 2003-2011 arası Duma Başkanlığı yapmış olup şimdi de Putin’in partisi olan Birleşik Rusya Partisi’nin lider kadrosunda yer alan Boris Grizlov’un şu sözü her şeyi açıklamaya yetiyor: “Duma –yani parlamento- tartışma yapılacak yer değildir”. Türkiye’de ortadan kaldırılmaya çalışılan yargı bağımsızlığı, genelleşip kanıksanır olmuş yolsuzluk ortamı ve TBMM’de AKP Grubu’nun otomatik el kaldırma süreçleri de bunlara benzemiyor mu?
Rusya’da, saydamlıktan ve kontrol mekanizmalarından yoksun siyasal ortamda girdilerin ne olduğu belirsiz. Esasen yolsuzlukla palazlanan rejimlerin, kamusal denetim mekanizmalarını yok edip toplumun girdilerini -kendi kasaları gibi kullandıkları kurumlar eliyle ve özellikle inşaat faaliyetinde- erittikleri bilinen bir gerçektir. Bu, Rusya’da böyle. Kontrol, merkezde tek adamın ve çevresinin elinde. Ya Türkiye’de? Rusya’yı inceleyince Meclis’e getirilmeyen Sayıştay raporlarını, AKP kasası gibi kullanılan TOKİ’yi ve RTE’nin kupon arazilerini ve inşaat ağalarını anımsamamak mümkün mü?
Putin’in 2000’den itibaren iktidarda tutunup kemikleşmiş bir yandaş kitlesi edinebilmesine olanak sağlayan bir etken de, iktidara tırmandığından bu yana ekonominin görece iyi gitmesi. Makro-ekonomik göstergelere girmeyelim. Ancak, petrol ve gaz fiyatlarının 2000-2007 arasında yaptığı patlamayı ve bunun da, enerji ihracatçısı Rusya’ya bu dönemde çok bol para girmesini sağladığını anımsayalım. Türkiye’de de AKP, 2002-2008 arası olumlu ekonomik konjonktürden ve Ortadoğu sermayesinden yararlanarak iktidarda tutunmadı mı? Ne var ki, orası için de burası için de denizin bitmesi yakındır.
Ruslar milliyetçi; güce ve büyüklüğe tutkun. Putin de halkının bu eğilimlerini olabildiğince kullanıyor. Ruslar, vatanlarının “büyük” olduğu ve olması gerektiği düşüncesine çok bağlı. Putin, Rus halkının büyüklük düşlerini sürekli körüklüyor ve eski imparatorluğun dağılmış parçalarını birleştirmeye çalışıyor. İktidarını bu yöntemle daha da pekiştireceğinin bilincinde. İşte Putin, bu “büyüklenme” duygusu ekseninde popülizm yapıyor. Kırım’ı ilhak edip Ukrayna’dan geri alıyor. Seçmenin “büyük Rusya” özlemini okşuyor. Türkiye’de, “büyük Rusya” yerine Osmanlı İmparatorluğu’nu ve milliyetçilik yerine dini koyun; aynı popülizmi RTE’de izleyin!
Rusya, 1991’de koca “imparatorluk” yıkılırken, yıllar boyu kendilerine ram olmuş Sovyet cumhuriyetlerinin, “anavatan” Rusya’yı teker teker bırakıp bağımsızlığa kanatlanmasını hazmetmekte zorlanmış. Putin, halk gözünde hem bu ezikliği gidermek hem de büyüklük duygusunu doyuma ulaştırmak için eski Sovyet İmparatorluğunu bu kez “komünist” olmayacak bir kimlikle yeniden oluşturmaya çabalıyor. Amerika kıtasını bir Müslüman’ın bulduğu türünden iddiaları, Batıyı kendi kamuoyuna hitap ederken sürekli aşağılama eğilimini RTE’ye hangi eziklik duygusu dikte ediyor; “Esed” ile didişip Sünni bir eksen oluşturma kaygısını ve Sünni halifelik hevesini hangi büyüklük düşü besliyor?
Putin, Rusların “kötü adam” rolünü yakıştırdığı Batı’ya meydan okuyarak popülizm repertuvarını tamamlıyor. 2014 sonu yeni doktrin işte bu düşüncenin ürünü. Pek çok otoriter yönetici gibi Putin de dış politikayı, saldırgan bir retorik yoluyla iç politikada kullanıyor; RTE’nin, İsrail’e posta koyup “siz kendi işinize bakın” diye Batıya meydan okuması gibi…
Çok çarpıcı bir benzerlik de şu: Putin, kişisel yazgısının kendini ülke ve dünya tarihinde başat bir rol oynamaya yönlendirdiği kanısında. Siyasal davranışlarına da, sahip olduğu bu kanı ve dünya tarihinin ön sayfalarında yer kapma çabası önemli ölçüde damgasını vuruyor. Bu kanı ve bu çabanın yanısıra; yokluktan var olması, sıradanlıktan en üste tırmanması ve bir ulu iradenin, kendisini, tarihin akışında kırılmalar yaratmak üzere görevlendirdiği yolundaki “imanı”, RTE’nin kimliği ve ruh yapısı ile çakışmıyor mu? O halde, son dönemdeki Türkiye-Rusya (RTE-Putin) yakınlaşması, enerji politikası veya yatırım olanakları gibi salt rasyonel nedenlerden kaynaklanmıyor olabilir; işin içinde bir de kimlik örtüşmesi ve üslup benzerliği var.
*Aydın Cıngı,
Siyaset Bilimci,
acingisdv@gmail.com