Aydın CINGI – Ukrayna Krizinde Tüm Tarafları Anlamak

1.Ukrayna ve yakın geçmiş

Aydın CINGI
Araştırmacı
acingisdv@gmail.com

Ukrayna’da olup bitenler konusunda çoğu gözlemcinin kafası karışık. Ancak bugünü anlamak için galiba çok kısaca yakın geçmişe bakmak gerekiyor.

Ukrayna, Karadeniz’e en uzun kıyısı olan kuzey komşumuz. 44 milyonu aşkın nüfuslu ülke, 1922’de Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’ne (SSCB) katılmış ve 1991’de SSCB dağıldıktan sonra bağımsız olmuş. Bir süre işleyen sistem 2004 yılında alarm vermiş. İnsanlar, seçimlerde hile yapıldığı gerekçesiyle sokağa inmiş; Turuncu Devrim diye anılan halk hareketi sonucunda seçim yenilenmiş ve Yuşçenko başkanlığa seçilmiş. Onu, başkanlık mevkiinde, 2010’dan itibaren Yanukoviç izlemiş.

Kiev’de Kasım 2013 “Maidan” protestoları, zamanın başkanı Yanukoviç’in –Rusya’nın baskısı nedeniyle- Avrupa Birliği (AB) ile yoluna girmekte olan görüşmeleri birden kesip yüzünü Rusya’ya dönmesi nedeniyle patlak vermişti. Doğu Ukrayna’nın Donbas Bölgesi’nde yaşayan Rus kökenli yurttaş grubunun Yanukoviç’in son manevrasını desteklemesine karşılık, başkentteki dinamik kesimler sokağa döküldü. Ancak, bu tetikleyici olgunun yanı sıra, rejimin yolsuzlukları ve bunların otoriter yöntemlerle bastırılma çabaları da halkın sabrını taşıran etkenlerdi.

Protestolar kalkışma boyutuna ulaşınca Yanukoviç istifa etti; 2014 yılında yeni seçim yapıldı ve Poroşenko başkanlığa seçildi. Ancak bu arada Putin, zaten Kruşçef’in Ukrayna’ya bir tür “gereksiz” armağanı gibi gördüğü Kırım’ı ilhak ederek Rusya Federasyonu topraklarına kattı. Daha sonra düzenlenen referandumda ise Kırım halkı Rusya’ya bağlanmayı büyük bir çoğunlukla kabul etti. 

Bunun dışında da Ukrayna’nın doğusundaki Rus kökenlilerin yerleşik bulunduğu –Donbas adı verilen-Donetzk ve Lugansk bölgeleri de kendilerini birer “halk cumhuriyeti” olarak ilan etti. Birleşmiş Milletler (BM) bünyesinde Putin’in edimlerinin tersi yöndeki çabalar Rusya’nın vetosuyla karşılaştı ve sonuçta Kırım’ın ilhakı ve bu iki cumhuriyet, meşruiyeti milletler topluluğunca tanınmayan siyasal olgular olarak kaldı. Esasen Putin’in bugün 2022’de ateşkes için öne sürdüğü koşullardan biri de bu ilhak olgusunun ve iki cumhuriyetin BM nezdinde tescili ve tanınmasıdır. 

Bu arada, tarihin ve coğrafyanın var ettiği bir gerçeği gözden kaçırmamak gerek: Polonya’nın, tarihi boyunca Rusya ile Almanya arasında kalması gibi; Ukrayna da Rusya ile Batı arasında gidip geliyor. Ne var ki Rusya, Batı standartlarına özenen Ukraynalılar için tepelerinde “zaptiyelik yapan ağabey” imgesi taşıyor. Putin’in, “Kazakistan’dan Ural’a Avrasya” hayalleri Ukrayna’sız gerçekleşemez. Ayrıca Ukrayna, doğal gaz ve petrol gereksinimi dolayısıyla Rusya Federasyonu’na bağımlı. Öte yandan Ukrayna nüfusunun %20 kadarı da esasen Rus kökenli ve Rusça konuşuyor.

2015 yılında, bölgenin silahsızlandırılmasını karara bağlayan Minsk Protokolü imzalandı. Ancak Poroşenko ve ondan sonra 2019’da başkanlığa seçilen Zelenski döneminde Ukrayna sürekli olarak Batı’ya göz kırptı. 2016’da AB’nin Ukrayna ekonomisi ile ilişkilerini düzenleyen bir sözleşme, 2017’de ise Ukrayna vatandaşlarının Schengen Bölgesi ülkelerine vizesiz girmelerine ilişkin anlaşma imzalandı.

İki tarafla da empati çabası

Bu arada Donetzk ve Lugansk bölgelerinde yaşayan Rus kökenli ve ana dili Rusça olan Ukrayna yurttaşlarına karşı bazı ayrımcı davranışlar gösterildiği, hatta bunlardan 13 bin kadarının, uç sağcı Ukrayna grupları tarafından öldürüldüğü yolundaki söylentiler yaygın olup Rusya tarafından Ukrayna’ya saldırma gerekçesi olarak öne sürülmekte. Rus kökenlilere şiddet uygulayan sağcı grupların kimilerinin Putin tarafından “neo-Nazi” olarak nitelendirilip savaşın bir ölçüde de bölgeyi bunlardan temizlemek için yapıldığı belirtilmekte.

Bu, kuşkusuz ki, bölgesel olan ama genelleşme riski de içeren bir savaş gerekçesi olmak için fazla abartılı bir argüman. Kaldı ki “Nazi” terimi, II. Dünya Savaşı bağlamında kullanılagelen bir tanım ve o dönemi çağrıştırıyor. Nitekim buna karşılık, Zelenski’nin bir Yahudi olduğu ve bu kimlikte bir kişinin yönetimiyle Nazizm kavramının bağdaşamayacağı belirtilerek, Putin’in sözlerinin bütünüyle temelsiz olduğu ileri sürülüyor. Oysa bu da, tam doğru değil; çünkü bir Yahudi’nin yönetimi de, örneğin tıpkı Netanyahu’nun Filistin kökenli halka karşı tutumu gibi, -“Nazizm” değilse de- uç sağ eğilimler taşıyabilir. Ayrıca Poroşenko ve Zelenski’nin de Rus kökenlilere karşı “haydutluk” yapan “Azov taburları” adlı uç sağcı militanların davranışlarına kayıtsız kaldıkları da bir gerçektir. Bunun ise Putin’e bir müdahale bahanesi sağlamış olduğu açıktır.

Ukrayna ilk kez 1991’de bağımsız bir devlet statüsü edinmiştir; şu anda da bağımsız bir devlettir. Dolayısıyla -tüm bağımsız uluslar gibi- kendi kaderini tayin hakkına sahiptir. Bu açıdan, Ukrayna’nın -şimdiden belli belirsiz hazırlığını yaptığı- NATO üyesi olma hevesi, uluslararası hukuk açısından tamamen meşrudur. Ancak uluslararası ilişkiler, yalnızca meşruiyet ve hak/hukuk kavramına dayanmayan ve karşılıklı güç dengelerini, tarihsel/etnik yapıları, coğrafi ve sosyal-politik konumlanmaları dikkate alması gereken bir alandır. ABD’nin, 1962 yılında Küba’ya yerleştirilmiş Sovyet füze rampalarını nasıl nükleer savaş tehdidiyle söktürdüğünü anımsayın. Bu manevrayı, zamanın ABD Başkanı Kennedy’nin, burnunun dibindeki Küba’da Castro rejimini yıkmak veya -en azından- korkutmak için bir bahane olarak tasarlamış olduğunu ileri süren çok sayıda yorumcu vardı. Rusya da bugün, kendini batıdan ve kısmen kuzeyden sarmış bulunan NATO’nun bir de güney yamacına yerleşmesini istemiyor.

Eski Federal Almanya Dışişleri Bakanlarından Joschka Fischer, Rusya’nın, İskandinav komşularından AB üyesi İsveç ve Finlandiya’nın da NATO’ya girmesini istemediğini, hele de Ukrayna’nın bu örgüte yönelmesinin savaş nedeni olabileceğini daha yılın başında yazmıştı. (Ukraine and the future of Europe, 31.01.2022, Social Europe Journal)   

Nitekim 2021 ilkyazında Ukrayna sınırına asker yığmaya başlayan Rusya, Şubat 2022’de de bu ülkeyi fiilen işgale başladı. Önceleri bir yıldırım harekatı olacağı düşünülen savaş, aradan geçen bir aydan fazla bir sürede hala bitmedi. Bu yavaş gidişin, Rus ordusunun başarısızlığından veya Ukraynalıların direncinden mi kaynaklandığı; yoksa zaten Rus kurmaylarının süreci –yapılacak müzakerelerde kendileri için olgunlaşmış bir ortam hazırlamak amacıyla- bilerek mi uzattıkları şimdilik anlaşılamıyor.

Çelişkili görüşler

Şu anda kimi solcu dostlar kendilerini ideolojik gerekçelerle Rusların yanında yer almak zorunda hissediyorlar; neden?

Çünkü onlar, öncelikle Batı emperyalizminin silahlı gücü ve simgesi olan NATO’dan hoşlanmıyor. Öte yandan, Rusya onlara ideolojik olarak “komünizmi” çağrıştırıyor. Rusya, ülkenin doğusundaki “ezilen” Rus kökenli Ukraynalı halkı koruma çabasında ve “emperyalist” Batı’nın ve onun örgütleri NATO ve AB’nin karşısında yer almakta. Oysa benimsedikleri görüşün ve baktıkları yönün odağındaki “Moskova” ve “Putin”, günümüzde kapitalizmin, “sırıtırken” sivri dişlerini en az saklayabildiği kent ve rejim. Bu aşamada Rusya ve Putin karşıtlığını “antikomünizm “ sanmak tam bir bilinçsizlik.

Ayrıca, yurtlarını koruyan Ukraynalılar arasında bir olasılıkla bazı ufak uç sağcı gruplar da vardır; ama yine bu yörede, II. Dünya Savaşı’nda 6 milyon ölü verildiği unutulmamalı. Ukraynalılar, ağırlıklı olarak AB yanlısı. Biz Türkiye’nin solcuları da, en azından demokratikleşmek için, çoğunlukla Türkiye’nin AB üyeliği sürecini desteklemiyor muyuz?

2.Rusya

Güçlü şef

Putin gibi bir otokrat nasıl oluyor da Rusya gibi koskoca bir ülkeyi yıllardır despotça yönetebiliyor? Bunun bir nedeni, bir süre önce yitirdiğimiz gazeteci dostum Boris Toumanov’a göre, Rusya’nın hiçbir döneminde muhalefetin bulunmamış olmasında yatıyor. Gerçekten de Rusya’da, ne Çarlık döneminde ne de onu izleyen komünist rejim bünyesinde muhalefet vardı. Örneğin Anadolu topraklarında neredeyse bir buçuk yüzyıllık bir süredir demokrasiye iyi kötü “talim edilen” dönemler bulunmasına karşın, Rusya hiçbir zaman muhalif sesler içeren bir demokrasi benzeri dönem geçirmemiştir.

Biraz da bu nedenle halk, taşımayı hiç deneyimlememiş olduğu toplumsal sorumluluğu, toplum için bir şeyler yapabilen “güçlü bir şef”e devretme eğiliminde. Her şeyi devletten beklemeye alıştırılmış insanlar, mevcut şefe itaat halini büyük çoğunluğuyla içselleştirmiş.

Öte yandan erkler ayrımı, adalet vb kavramların kırıntısı olmadığı gibi, yolsuzluk da Rusya’da bir yaşam biçimine dönüşmüş durumda. “Oligark” denen post-sovyetik dönem fırsatçılarının ve rejim beslemelerinin olağanüstü zenginlikleri nerdeyse yadırganmaz olmuş.

Küçük ve orta boy işletmeler, genellikle tüm demokratik Batı ülkelerinde istihdamın ve üretimin büyük bölümünü sağlar. Rusya’da ise rejimin kontrolü merkezde tutma çabası o ölçüde belirgin ki, bu tür işletmelerin üretimde payı 2010-20 yıllarında %15’i hiç aşmadı. Üretimin neredeyse tamamı, merkezin denetimi altındaki belli sayıda büyük şirket eliyle yapılıyor. Böylece rejim, otoriter siyasal yapıların yeğlediği –ve örneği şimdilerde Türkiye’de de görüldüğü- üzere kontrolünden çıkmayacak sayıda büyük şirketini ve kendi zenginlerini/oligarklarını üretiyor.

Öte yandan orta ve küçük boy işletmelerin bir tür orta sınıf meydana getirdiği bilinir. Bugün Rusya’da orta sınıf oluşmuyor. Yalnızca orta katmanlar var. Bu ikisi, benzer yaşam standardına sahip olması nedeniyle birbiriyle karıştırılır. Ancak orta katmanların ideolojisi yoktur; oysa orta sınıflar sorumlu yurttaşlardan oluşur. Onların ideolojik omurgaları, sosyal-politik talepleri vardır. Esasen Putin rejimi, ekonominin üretim işlevini kendi denetimindeki az sayıda şirkete yükleyip düşük boyutlu işletmelere yaşam hakkı tanımayarak, bir olasılıkla muhalefet potansiyeli taşıyacak böyle bir orta sınıfın oluşmasına olanak tanımıyor.

Putin, “Büyük Rusya” özlemini okşuyor

Putin’in Rus seçmenince önemli ölçüde tutulmuş olmasının nedenlerinden biri, o iktidara tırmandığından bu yana ekonominin görece iyi gitmiş olması. Petrol ve gaz fiyatlarının 2000-2007 arasında yaptığı patlamayı ve bunun da enerji ihracatçısı Rusya’ya bu dönemde çok bol para girmesini sağladığını anımsayalım.

Ne var ki, Putin’in bir kesim yurttaş tarafından koşulsuz beğenilmesinin esas nedeni,  sosyal-psikolojik nitelikte. Rusların, vatanlarının “büyük” olduğu ve “büyük” olması gerektiği düşüncesine çok bağlı oldukları biliniyor. Bu yüzden, Kırım’ı vaktiyle Ukrayna’ya veren Kruşçef’e ve vatanı küçülten Gorbaçov’a kızgınlar. Özetle, Rus halkının çoğunluğu milliyetçi ve güce tutkun. O kadar ki, zalimce yönetimi yüzünden dünyanın lanetlediği Stalin’e dahi pek çok Rus, sırf ülkesi onun döneminde gücünün doruğuna ulaşmış olduğu için kızamıyor.

İşte Putin, bu türden bir “büyüklenme” duygusu ekseninde popülizm yapıyor. Kırım’ı ilhak edip “sadakatsiz” Ukrayna’dan geri alıyor. Seçmenin “büyük Rusya” özlemini okşuyor.

Esasen Ruslar, 1991’de koca imparatorluk göçerken, on yıllar boyu kendilerine ram olmuş Sovyet cumhuriyetlerinin anavatan Rusya’yı teker teker bırakıp bağımsızlığa kanatlanmasını hazmetmekte epeyce zorlanmışlardı.

Bu bilginin ışığında 1913’te Balkanlar’da birkaç ay içinde topraklarının önemli bir bölümünü yitiren Osmanlıların travmasını düşünün. Türkiye’de bugün hala bu parçalanmayla kısmen bağlantılı bir “bölünmez bütünlükçülük sendromu” yaşanmıyor mu? Özetle Rusya, her biri “karşı tarafa” geçen eski Varşova Paktı üyelerini görünce, beraber geçirilen yıllardan sonra kendini başkasıyla aldatıp terk eden eşinin ardından bakakalan bir kocanın yaşayabileceği türden bir ezikliğe kapılmış.

Benzer bir duygu durumu ABD-Küba ilişkisinde de gözlemlenmiyor mu? Aslında Amerikalılar da, itibar görüp istedikleri her lezzeti elde edebildikleri bu Karayip ülkesinden 1959’da birdenbire kapı dışarı edilmeyi kabullenememişler. Rusya’nın eski uydu ülkelere ve hala arka bahçesi olarak gördüğü eski Sovyet cumhuriyetlerine karşı tavrının da, ABD’nin Küba‘ya karşı hala sürdürdüğü anlamsız ambargo gibi, kısmen sosyal-psikolojik kaynaklı irrasyonel bir boyuttan da beslendiği besbelli.

Putin’in kişisel özlemleri

Putin, halkın gözünde hem bu ezikliği gidermek hem de büyüklük duygusunu doyuma ulaştırmak için eski Sovyet imparatorluğunu bu kez “komünist” olmayan bir kimlikle yeniden oluşturma çabasında. Bunu yaparken de Rusların, “ayartıcı kötü adam” rolünü yakıştırdığı Batı’ya meydan okuyarak popülizm repertuvarını tamamlıyor; dış politikayı –tüm popülist otokratlar gibi- saldırgan bir retorikle iç politikada kullanıyor.

Putin, kişisel yazgısının kendini ülke ve dünya tarihinde başat bir rol oynamaya yönlendirdiği inancında. Siyasal davranışlarına da, sahip olduğu bu inanç ve dünya tarihinin ön sayfalarında yer kapma çabası önemli ölçüde damgasını vuruyor. Yokluktan var olması, sıradanlıktan en üste tırmanması ve bir ulu iradenin, kendisini, tarihin akışında kırılmalar yaratmak üzere görevlendirdiği yolundaki “imanı” başka örnekleri de çağrıştırıyor.

1990’ları, içine yuvarlandığı kaotik ortamla boğuşarak geçiren Rusya, 2000’li yıllardan itibaren küresel iddialara sahip olmaya başladı. Putin, ABD’nin tek kutuplu bir dünyanın tek egemeni rolünden artık vazgeçmesi gerektiği görüşünde. Oluşmakta olan çok kutuplu dünyada Rusya’nın da küresel oyunculardan biri kimliğiyle yer alması; örneğin ABD’nin, AB’nin ve yükselen Çin’in yanında bir dördüncü kutup oluşturması için çabalıyor. Soğuk Savaş döneminin iki kutbundan birini oluşturmuş bulunan Rusya’ya bu dönemde hiç değilse çok kutuptan biri statüsünü sağlamak, Putin’in –kendince- vatanına “armağanı” olacak. Ancak Rusya’nın mevcut ekonomik yapısının, –hele de şu anın yaptırımlarından sonra- bu perspektifin gerçekleşmesi önünde en büyük engel olduğu da açık bir gerçek.

3.Diğerleri: Batı ve tarafsızlar

ABD, AB ve NATO

Bir bütün olarak Batı’nın, bu savaşın özellikle öncesinde, taraflarla hiçbir empati çabası göstermediği öncelikle vurgulanmalıdır. Savaş sırasında ortalığa serilen görünüm, güçlünün güçsüze acımasızca vurması ve bunun, durumu izleyende uyandırdığı infial. “İnsan” olan her bir kişinin ruhunda her bombayla büyüyen bir isyan duygusunun oluşması doğaldır.

Ancak, “Batı” diye andığım siyasal/askeri cephe, yukarıda benim özetlemeye çalıştığım analizin daha ayrıntılısını savaş çıkmadan önce bilmiyor muydu? Hatta Rusya’nın Ukrayna sınırına asker yığdığını gören Biden, savaşın çıkmak üzere olduğunu dünyaya ilan etmemiş miydi? Buna karşın, uzun süredir Rusya’ya yönelik kışkırtmalar sürdü. Ukrayna’yı, mevcut koşulları zorlayarak ille de AB ve NATO üyesi yapmaya kalkışmanın ve bunu Rusya’nın gözüne soka soka yapmanın, ihtilaf potansiyeli taşıdığı besbelli değil miydi? Bunların bedelini şimdi Ukrayna halkı tek başına ödemekte. Özetle Batı, üzüm yemektense bağcıyı dövmeye yöneldi. Ukrayna’yı Rusya’nın önüne atıp yaptırımlara abanarak Rusya’yı olabildiğince zayıflatma yolunu yeğledi.  

Üstelik düşününüz ki Biden, belki de caydırıcı olabilecek- herhangi bir askeri girişimde bulunmayacağını daha savaş çıkmadan önce açıkladı. Bu, Rusya’ya yönelik bir tür “gelin vurun, biz de sizi ekonomik olarak çökertelim” çağrısıydı. Öyle de oldu. Biden, bu satırların yazıldığı sırada, Rusya Federasyonu’nun sınırdaşı olan ve “illiberal demokrasi” tanımıyla AB bünyesinde uç sağ bir rejim oluşturmuş bulunan Polonya’da boy gösterip tahriklerini sürdürüyor.

Tarafsızlar / BRICS ve Türkiye

İki tarafa da eşit mesafede kalma çabasında olan ülkeler genellikle farklı motivasyonlarla yönleniyorlar. Bu çerçevede, Rusya’nın da üyelerinden olduğu BRICS (Brezilya, Rusya, India -Hindistan-. China –Çin-, South Africa –Güney Afrika-) diye anılan ekonomisi yükselmekte olan ülkeler örgütünü öncelikle saymak gerekir. Dünya nüfusunun %43 kadarı bu beş ülkede yaşamakta. Bunlar, açıktan açığa Rusya’nın yanında görünmüyor; sözde ne Batı’ya ne de Rusya’ya net biçimde cephe alıyor. Ne var ki yine de, Rusya’ya Çin’in belirgin, Hindistan’ın daha az belirgin destekleri göze çarpıyor.

Bir de tarafsız görünme çabasındaki tekil ülkeler var. Bunlardan Türkiye “aktif tarafsızlık” diye nitelenebilecek bir tutum içinde. Kuşkusuz ki Türkiye, savaş alanına en yakın ülkelerden biri. Savaş her yönüyle Türkiye’yi ilgilendiriyor: Enerji bağımlılığı, savaşın yayılma olasılığı karşısında topun ağzında olma konumu, tahıl ithalatının durması durumunda kıtlık kaygısı, turizminin savaşmakta olan iki ülkeye muhtaç durumu… Buna eklenecek daha birçok endişe verici sorun dışında, kısa süre önce “tu kaka” edilip şimdi yaslanılan Montrö Andlaşması dikkat çekmekte. O olmasa, bir yandan Rusya’nın öte yandan da ABD’nin baskıları karşısında ne yapılırdı; bilinmez.

Bunların da ötesinde Erdoğan’ın taraflar arasında arabuluculuk çabaları göze çarpıyor. Ortadoğu’da yıllardır yapılan hatalar, neyse ki bu kez yinelenmedi. İyi kötü tarafsızlık konumu korunabildi. İktidarın barışa yönelik çabalarını olumsuz karşılamamız doğru olmaz. Ne var ki, Cumhurbaşkanı’nın yıllardır bir hayli yıpranmış olan uluslararası imajını bu vesileyle parlatma kaygısı da, iktidarın arabuluculuk yolundaki işgüzarlığında başat bir rol oynuyor olsa gerektir.

4.Savaşın getirdikleri / götürdükleri

Sığınmacı/mülteci sorunu

Ukrayna’yı terk eden sığınmacı sayısının şimdiden 4 milyonu aştığı söyleniyor. Savaşın sonuna değin ve savaş sonunda oluşacak koşullarda 44-45 milyon Ukraynalıdan ne kadarının ülkesinden ayrılmış olacağını şimdiden kestirmek olanaksız.

En çok sayıda sığınmacıyı, her durumda Rusya’nın karşısında yer almayı başat dış politika çizgisi edinmiş olan Polonya kabul etmiş durumda. Bu “iyilikseverliğin” Rus karşıtlığı kaynaklı bir motivasyonu ve moral değerlerle kuşkulu bir ilişkisi var; çünkü Polonya, Ukraynalı sığınmacılara gösterdiği “insancıllığı”, sınırına gelmiş Iraklı veya Afgan sığınmacıların bir tekine dahi göstermemiştir. Öte yandan Romanya, Moldova gibi ülkeler de çok sayıda Ukraynalı sığınmacı kabul ettiler. Bunların önemli bir oranının, daha sonra, kendilerine “sarışın ve mavi gözlü” oldukları için kucak açmaya hazır diğer gelişmiş Avrupalı ve hatta denizaşırı Batılı ülkelere gidecekleri düşünülebilir.

Yaptırımlar, enerji ve küresel ekonomik düzen

Batı ülkelerinin yaptırımları kısa dönemde Rusya’ya zarar verdi, rublenin değerini düşürdü vb; ancak bunlar aslında iki tarafı keskin bir bıçağa benziyor. Batı Rus gazına ve enerjisine muhtaç; Rusya da, toplam ihracatının dörtte üçünü oluşturan enerji satışından elde ettiği gelire. Bir de şu olgu var: Batı tüketicisi enerjisiz –veya az enerjiyle- yaşayamaz, ama Rus halkı kısıtlı yaşamaya alışıktır. Ne var ki yaptırım sorunu enerji alışverişinden ibaret değil. Birkaç yıl önce görüştüğüm Profesör Portanski, Batı sermaye piyasasının yasaklanmasının Rusya’ya olağanüstü zararlar verebileceğini belirtiyordu. Şu anda Batı, Rusya’ya daha kapsamlı yaptırımlar ve tam bir boykot uygulamakta. Rusya da enerji ihracını ancak “ruble” karşılığı yapmakta kararlı. Küresel ekonominin bütün bu zıtlaşma ve restleşmelerden zarar göreceği kesin. Şimdiden –dünyanın ikinci büyük ekonomisi olan Çin dahil- tüm ülkelerin yıllık büyüme tahminlerini aşağı yönde revize etmelerine tanık oluyoruz.

Bu bağlamda bazı Batılı “işgüzar” çevrelerin, yaptırımları kültür ve sanat ortamına da yaydıklarını; konser repertuvarından geçmiş yüzyıl Rus kompozitörlerinin yapıtlarını çıkardıklarını, Rus sanatçıları boykot ettiklerini görüyoruz. Bütün bunlar anlamsız hatta ayıp davranışlardır. Ayrıca tüm Rus sporcular uluslararası yarışma ve karşılaşmalardan men ediliyor. Ayrıca Batılı toplumlar bünyesinde, medyanın da körüklediği bir iç bulandırıcı “anti-Rus” histerisi belirgin düzeyde.

Yeni bir “Soğuk Savaş” ortamı

Rusya-Ukrayna savaşı sonrasında ortaya çıkması en olası sonuç, dünyada yeni bir Doğu-Batı gerilim çizgisinin yerleşiklik edinmesi. Çok şematik bir değerlendirmeyle, ABD ile AB karşısında Rusya ile Çin’i göreceğiz. Yineleyelim ki bu, ara tonları olan çok genel bir şema. Yaptırımların –sürdüğü takdirde-uzun dönemde Putin’i zayıflatması veya tersine Ukrayna’yı “döve döve” NATO hevesinden vazgeçirdiği için parlatması bile söz konusu olabilir.

Öte yandan “Sovyet tehdidine” karşı kurulmuş olan N ATO, bir süredir varlık nedenini yitirmişti. Daha geçen yılın ortalarında bu görüşte olanlardan biri de London School of Economics profesörü Mary Kaldor idi (What is NATO for?, 09.06.2021, Social Europe Journal). Kendini küresel terörizm ile mücadeleye adamış olup “gerçek işlevi ile maliyetinin orantısızlığı” yüzünden varlığı sorgulanan NATO, şimdi yeniden görünürlük ve önem kazanmış olacak.  AB içinde ise, bir tür gerçeği teslim sürecine girilme gerekliliği netleşecek. Şöyle ki; -2004 yılında bir kesim eski Varşova Paktı üyesi ülkelerden Polonya, Macaristan, Çekya, Slovakya vb ülkeler AB’ye alınmadan önce bile- Birlik bünyesinde iki ayrı hızda ilerleyen ülke grubundan söz ediliyordu; çünkü örneğin Yunanistan belirli reform adımlarını Almanya ile aynı hızda atamıyordu.

Günümüz Batı Avrupa ülkeleri açısından demokrasinin “miladı” Nazizm ve Faşizm’den kurtuluşu simgeleyen II. Dünya Savaşı sonudur. Oysa eski Varşova Paktı ülkeleri için demokrasiye geçişin miladı Berlin Duvarı’nın yıkılışıdır. Dolayısıyla bir grup “aşırı sağa” yani Faşizme, diğer grup “aşırı sola” yani Komünizme düşmandır. Bu anlayış farkı, -aralarında zaten ekonomik gelişmişlik farkı da bulunan- bu iki ülke grubunun sosyal-politik yönelimlerine ve dış politika yaklaşımlarına yansımakta olup AB’den homojen bir ülkeler grubu olarak söz etmek olanaksızdır. Bu gerçek, Ukrayna-Rusya savaşına ilişkin kolektif histeriye yol açan heyecan geçtikten sonra büsbütün ortaya çıkacak ve Ukrayna’nın da bünyeye katılması perspektifinde çok belirginleşecektir.

Bu ve benzeri konularda daha çok görüş üretmek mümkün; ancak yazı çok uzadı ve dergimizin sınırlarını zorlar boyutlara ulaştı. Umalım ki, artık can kaybı olmasın ve çekilen acılar kısa sürede sona ersin.