Kapitalizm 18.yüzyılda doğup gelişiminin her evresinde yoğun karşıtlığa göğüs germiştir. 20. yüzyıl başı “büyük ekonomik bunalım”ın, kapitalizmin sonunu getireceği sanılmıştı. Oysa o, -Keynes’i panzehir gibi kullanıp- daha da güçlenerek sürecin galibi olarak çıktı. Soğuk Savaş yıllarının başından beri amansız düşmanı olan komünizmi de, plan ekonomisini de alt etti. İki buçuk yüzyıllık yaşamı -kuşkuya yer bırakmayacak ölçüde- gösterdi ki, kapitalizmin yalnızca bunalımları yoktur; o zaten kendisi bunalımdır. Kapitalizm, ardı arkası kesilmeyen eleştiri dalgalarına karşı, kuşku ve güvensizlik çemberi içinde pekala da yaşayıp gitmektedir.
Sosyal demokrasi: tarihsel uzlaşma
Sosyal demokrasi, aslında emeğin kapitalizmle yaptığı bir anlaşmadır. Bu tarihsel uzlaşma 1920’li yıllarda ortaya çıktığında, -Dünya Ekonomik Bunalımı’nın da etkisiyle- kapitalist toplum düzenine ilkesel bir seçenek, tamamen gerçekçi bir perspektifti. Eğer Avrupa’da işçi hareketinin her iki kanadı, -demokratik sosyalistler ve komünistler- o zamanki farklı yönelimlerini birleştirseler bu seçenek gerçeğe dönüşebilirdi. Sonuçta bu olmadı; ama toplum, piyasanın varlığını ve üretim araçlarının mülkiyetini, o zaman ilke olarak –ancak ve ancak herkesin yararına kullanılmak kaydıyla- onayladı.
Tarihsel uzlaşma çerçevesinde emek dünyası şunu demiştir: “piyasa ekonomisini, özel mülkiyeti ve parlamenter demokrasiyi kabul ediyoruz; karşılığında da sosyal devlet güvencesi, yüksek ücret, belirli ölçüde söz hakkı istiyoruz.” Ne var ki 1970’li yıllardan bu yana, söz konusu uzlaşmanın bir dizi farklı unsuru birbiri ardına bunalıma girdi ve borç krizindeki devlet, finans piyasalarına bağımlı hale geldi; olanaklarını tüketti. Seçmen artık neredeyse finans piyasalarına hizmet ediyor; gelir dağılımının manevra sınırları daralıyor. Aslında sosyal demokratlar şu anda kendilerine, böyle bir uzlaşmanın hala daha mevcut ve geçerli olup olmadığını sorma aşamasına vardı.
Her iki tarafı bu tarihsel uzlaşmaya zorlamış bulunan geçmiş deneyimler ve felaket tehditleri, on yıllar boyu tarafların ve toplumların içine derinlemesine işlemişti. Dolayısıyla uzlaşmanın geçerliliği; Doğu Avrupa’da meydana gelen bir devrim, kapitalizmin seçeneği olduğu öne sürülen rejimleri yerle bir edinceye değin sürdü. Kimilerine göre artık söz konusu seçenek arayışı kökünden yok olmalıydı: liberal demokrasi ve kapitalizm, tarihin sonunu getirmişti. Öte yandan piyasaların sınır tanımama olgusu, aynı zamanda siyasal bir talep olarak belirmiş ve gerçekleşmişti. Bu durum, ekonomik sistem seçeneği düşüncesinin soluğunu kesmekle kalmamış; çalışma koşulları, ücretler, özetle sosyal devlet ve sendikal müzakere kabiliyeti üzerindeki baskıyı sert biçimde arttırmıştı. Kapitalist piyasaların her türlü sosyal, siyasal öğeleri ve insancıl bileşenleri bu şekilde adım adım yok edildi. Oysa bunlar, Batı toplumlarının, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra -kapitalist sistemi koruyarak- barış içinde yaşamasını sağlayan güvencelerdi.
Aslında bu barış ortamının, içinde tehlikeli bir yanılsamayı da taşımakta olduğu sonradan anlaşıldı. Sosyal demokrat uzlaşmanın, -hazırda “özgürlükçü sol” bir sistem alternatifi bulunmamasından dolayı- varlığının kalıcı olacağı düşünülüyordu. Oysa sosyoekonomik temeli kaydığında sosyal demokrasi adına sanal bir kültürel yapıdan başka bir şey kalmamış olacaktı. Gerçi sosyal demokrasinin kapitalizm eleştirisi, kuralsızlaştırılmış piyasaların ve sosyal bağlarını koparmış üretim araçları mülkiyetinin yıkıcı etkilerine yönelik ilke analizlerini içermiş; hatta bu eleştiriler, yüksek büyüme oranlarının şımarttığı kapitalizmin bir tür dokunulmazlık edinmiş gibi göründüğü dönemlerde dahi sürmüştür. Ne var ki, sosyal demokrasi, -kapitalizme yönelik temel eleştirel tutumu bir yana- onunla uzun bir yol boyunca Keynesçilik, regülasyon ve kamu yönetimi aracılığıyla hareket alanı ve istikamet belirlemiş; ona ortaklık etmiştir.
1970’lerden bu yana; Polanyi’nin sarkacı
1970’li yıllarda herkes hala kapitalizmin, savaştan sonra sendikaların ve sosyal demokratların da katılımıyla ehlileştirilmiş olduğuna; “çağdaş kapitalizme” veya “karma ekonomiye” dönüştüğüne inanıyordu. Bu bir yanılgıydı. Sosyal demokrasi kafesine hapsedilmiş “kapitalizm”in vahşi güdüleri bu dönemde güç kazandı; artık özgürleşmek istedi ve bunun için de 30 yıldır savaş veriyor. Şimdilik adım adım ve aşamalı gidiliyor; ama bu çerçevede savaş sonrası vaatler ve güvenceler teker teker geri alınıyor. Oysa kapitalizm, zamanın güçlü işçi sınıfına –bu vaat ve güvenceler aracılığıyla- “bir tür refah üretim makinesi” olarak pazarlanmıştı. Şimdi ise, emekçinin yaşam koşullarının piyasanın gelgitlerinden bağımsız olacağı; ya da piyasa koşullarının, piyasa aktörlerinin eşit olacağı şekilde ayarlanabileceği doğrultusundaki sosyal demokrat ütopyadan vazgeçiliyor.
Neler vaat edilmişti? Artık konjonktür dalgaları ve bunlara bağlı bunalımlar olmayacaktı. Bu, siyasal olarak güvenceye bağlanmış tam istihdam anlamına geliyordu. Söz konusu vaat, tüm emekçilerin, güçlü sendikalar aracılığıyla kapsamlı biçimde temsili ve büyük işyerlerinde kararlara katılımı sayesinde gerçekleşecekti. Buna bir de devletin, istihdamı teminat altına alan sosyal politikası eklenmekteydi. Bu, insanları –piyasa dalgalanmalarına karşı- güvenceye alıyor, sosyal eşitlik sağlıyordu. Bu arada, gelecek kuşakların daha iyi yaşama olanaklarını sağlayacak olan sürekli ekonomik büyümenin varlığı da unutulmuyordu. İşte bu program -belirli ulusal farklılıklarla- tüm Avrupa’da ve hatta ABD’de geçerli oldu; ancak bunlar, 1970’leri izleyen on yıllarda tüm dünyada adım adım geri alındı.
20.yüzyıl düşünürlerinden Karl Polanyi’nin görüşlerine göre, sosyopolitik dalgalanmalarda bir sarkaç hareketi söz konusudur. Kapitalizm uzun süre tahrip edici etki yaptığında toplum savunmaya geçer; sosyal çerçeve ve düzenlemeler oluşturur; kapitalizmi siyasal ve ekonomik açıdan dizgine alır. Bu dizginlenme süreci belirli bir noktaya gelir gelmez kapitalist aktörler “kafeslerinde” kıpırdanmaya başlarlar. Sarkaç bu kez ters yönde harekete geçer ve bunu, kuralsızlaşma ve liberalizasyon süreçleri izler. Ancak sarkacın günümüzde bu ölçüde geriye hareket etmiş bulunmasının ve bir türlü geri dönememesinin derin nedenleri, -yukarıda da açıklandığı üzere- sosyal güçlerin yorgunluğu, bu güçlerin zayıflamasına yol açan küreselleşme ve kapitalizm üzerinde meşruiyet baskısı oluşturan Doğu-Batı karşıtlığının sona ermiş olmasıdır.
Emek ile sermaye arasında savaş sonrasında oluşmuş uzlaşma ortamının epeydir dağıldı; ancak söz konusu uzlaşma, ara çözümlerin bulunmaya çalışıldığı ve –eğer denebilirse- sistemin yaşaması için süre kazanma çabalarının harcandığı değişik aşamalardan geçti. Yeniden yapılanma evresinin hemen öncesinde, 1970’li yıllarda, gelişmiş kapitalist toplumlar bünyesindeki işçi sınıfı henüz çok güçlüydü; o kadar ki, -gelir dağılımının emek lehine düzenlenmesi amacıyla- üretimde verim artışını aşan ücret artışlarını talep edebiliyordu. İşsizliği ne pahasına olursa olsun önlemek zorunda olduklarını düşünen hükümetler, bu nedenle gevşek para politikası uyguluyorlardı. Bu, kapitalist dünyada enflasyona kapı araladı.
1980’li yıllarda, uygulanan enflasyonist politikadan geri dönmeye çalışıldı. ABD’de faizler astronomik ölçülere tırmanmıştı. Bunun sonucunda ABD endüstrisi, önemli bütçe açıkları ve hızlı bir kamu borçlanmasıyla birlikte giden ciddi bir gerileme gösterdi. Devletin, para basmak yerine borçlandığı başka kapitalist demokrasilerde de buna benzer sorunlar ortaya çıktı. Bu durum, elbette ki, sonsuza değin sürdürülemezdi. Nitekim 1990’lı yılların başında, yine ilk kez kamu bütçesi konsolidasyonuna girişildi. Bu uygulama dünya çapında dalga halinde yayıldı. Tabii burada da yine duraklayan büyümeye, artan sosyal eşitsizliğe ve düşen reel ücretlere karşı dengeleme yolları bulunmalıydı.
Denge, birçok ülkede kamu borçlanması yerine bu kez özel/hane borçlanma olanakları genişletilerek arandı. Bu, birikim süreçlerini endüstriden uzaklaştırdı ve finans sektörünün olağanüstü büyüyerek küresel finans sektörüyle bütünleşmesine yol açtı. Öyle ki, 2008 krizi patladığında devletler, yurttaşların almış olduğu kredilerin yükünü üstlenmek zorunda kaldı. Sarkacın bir türlü bu yana dönmemesi karşısında ister istemez akla takılan soru şudur: kapitalizm; gelecekte enflasyon, kamu borçlanması, özel borçlanma döngüsünü tükettikten sonra büyümenin yerine geçecek hangi demokratik dengeleme yöntemi bulacaktır? Bundan böyle hangi çıkar yol vardır?
Yeni bir muhalefet mi?
Yeni kapitalizm, sosyal zincirlerinden koptukça topluma daha da acı verici görüntüler sunuyor: yoksulluk, eşitsizlik, sosyal güvencesizlik. Aslında bu an, Polanyi’nin analizinde tam da sarkacın ters yönde harekete geçip sosyal mücadelenin başlayacağı an gibi görünüyor. Bugünkü koşullarda sarkacın; sosyal önlemlerin, piyasa düzenlemelerinin ve kuralların güçlenmesi yönünde vurmasına yol açacak etkenler ve aktörler potansiyel olarak bulunuyor. Ancak bunlar, neler ve kimlerdir? İşte sorun budur! 1960’lı, 1970’li yıllarda emekçiler ve sendikalar, gerektiğinde harekete geçerek işvereni daha yüksek ücret ödemeye zorluyorlardı. Devletin borçlandığı dönemde ise emeğin sözcüsü olan güçlü partiler vardı. Oy baskısı, iktidardaki partiyi emekçinin talebini yerine getirmeye zorluyordu. 1990’lı yıllardan bu yana ortaya çıkan özel borçlanma aşamasında ise emeğin muhatabı, çerçevesi belirsiz, şekilsiz ama güçlü bir sermaye.
Öte yandan bugün “kapitalizm insanca yaşama olanağımızı elimizden alıyor” diyenlerin içten gelen öfkesi, bu öfkenin günlük davranışa yansımasını sağlayan siyasal manivela, seferber olmaya hazır bir sivil toplum, seçmen ve destek elde etmek için bir şeyler yapılması gerektiğini gören duyarlılaşmış partiler var. Bu bir gerçek, ama bu şemanın/mekanizmanın, mevcut küreselleşme koşullarında işlerlik edinebilmesi mümkün mü? Bu sorunun yanıtı da belirsiz.
Bir kez sorumlu bir muhalefet olanağı bulunuyor mu? Yatırım ve finans şirketlerinde çalışıp ayda 100.000 TL kazananların emek/hizmet sektörü ile temizlikçi kadınların veya ayda 1.000 TL’den de aza ne iş olursa yapanların emek/hizmet sektörü aynı mı? Toplumu ve ekonomiyi istediği yönde düzenleyen her yasayı çıkartabilenlerle taleplerinin karşılıksız kalması kesin olan kesimler aynı haklara mı sahip? Bunların birbirleriyle hiçbir ilişkileri yok. Zayıfların, kuvvetlilerin ekonomik/sosyal gücünden yararlanması için bu iki kesim nasıl bir araya getirilip örgütlenebilir?
Eğer sorumlu muhalefet bir işe yaramıyorsa, sorumsuz muhalefet de vardır. İnsanlar sokaklara çıkıp protesto ederken belki bir şeyler olur. Sorumlu ve mantıklı muhalefet adına var olan her ne ise; eğer bunlar birilerinin yaptıkları haksızlıkların giderilebilmesine elvermiyorsa; o zaman en sorumlu tutum, belki de bu kez sorumsuz davranmaktan geçer. O takdirde ne olur? Mevcut sistemi ayakta tutmaya çalışanlar, son yirmi yıllık neoliberal düzen boyunca sürünmekte olanları tekrar biraz dikkate alırlar mı? Bilinmez! Ancak bu çerçevede, olası sonuçları sorumluluk ahlakı içinde gözden geçirmeye başladığınız an, uluslararası finans diplomasisinin monetarist mantığının ortasına düşme tehlikesiyle karşı karşıya kalırsınız. Bundan ise, sıradan insanların lehine hiçbir sonuç çıkmaz. O nedenle, sorumsuzluk yapmadan önce sorumluluk çerçevesinde düşünmek anlamlı olmayabilir!
Bizim -bu düşünceler ötesinde- bugün verecek somut bir yanıtımız yok; ama yeni kuşağın daha iyi bir fikri olacağından kuşku duymamalıyız. Belki de düzensiz, sorumsuz bir protesto dönemi yaşayacağız ve gelecekte yükü omuzlayan aktörler “artık bir şeyler olmalı, bir şeyler yeniden düzenlenmeli” diyecekler. Gerçek şu ki; toplum, çözülüp yok olmayı sessizce kabullenmeyecektir. Şu anda nasıl ve hangi biçimde olacağını bilemiyoruz. Wall Street, Sao Paulo, Gezi Parkı protestolarını -vuku bulmadan önce- aklımıza getirebilmiş miydik?
İnsanlar, şu anda geçerli olan ve “demokrasi mantığını sermayenin mantığına tabi kılan” düzene karşı etkili bir girişimde henüz bulunamıyor. “Bir şeyler olmalı” diye düşünmemizin nedeni, insanların bu ölçüde çarpıcı adaletsizlikleri içlerine sindiremez olacaklarına ve durumun saçmalığının onurlarını yaralamakta olduğunu hissedeceklerine ilişkin beklentidir. Durum daha da vahimleşir ve birikim oluşursa, belki de önceleri amaçsız radikal protesto niteliğindeki hareketlerden -19. yüzyılda olduğu gibi- yeni bir ruh doğar ve ondan da yeni bir örgütlenme çıkar.
*Aydın Cıngı, Siyaset Bilimci,
acingisdv@gmail.com