Küresel yönelimleri ve dünyanın gidişini birkaç paragrafta anlamlandırıp özetleyivermek olanaklı değildir. Ancak bunu, bir derginin dosya konusu çerçevesinde, yine de kıyısından kenarından deneme cesaretini gösteren birileri bulunabilir! Kuşkusuz, süreler ve olaylar üzerinden uçarcasına geçivermenin yol açtığı aşırı şematik anlatımın okur tarafından anlayışla karşılanacağı umuduyla…
Dünyada …
Liberal/özgürlükçü demokrasi ve kapitalizm, son yüzyılın başlıca küresel gücü olan Batı’yı genel anlamda yönlendiren siyasal ve ekonomik fikriyat olmuştur. İşte bu demokratik kapitalizm, son dönemin Avrupa ve Amerika’sında derin ve sistemik bir hastalık belirtisi gösteriyor. O kadar ki, bazı başka yönetişim sistemleri, kapitalizmin Çin ve Rusya’daki otoriter biçimleri, kendilerini hastalanan Batı sistemlerine seçenek olarak sunmaya başlıyor.
Demokratik kapitalizmin gelişmekte olan ülkelerde ise daima iki yönlü anlamı olmuştur. Çünkü Batı, kendi evinde özgürlük ve adalet ilkeleri uygularken bu ülkelerde siyasal ve ekonomik sömürü çizgisinden hiç kaçınmamıştır. Esasen bu açık ikiyüzlü davranış, kolonyal dönem sona erdikten sonra dahi, Asya, Afrika ve Latin Amerika’nın -Batı’da geçerli- demokratik kapitalizm ilkelerini sorgusuz sualsiz kabullenmesini engellemiştir.
Sosyalizm, Batı ile dünyanın geri kalan kesimi arasındaki sömüren-sömürülen ilişkisine karşı her iki tarafı da serinleten ve “iyileşme” vadeden bir ortam getirmişti. Ne var ki Soğuk Savaş sonrasında eski mevzilere dönüldü; ama bu arada demokratik kapitalizmin Batı’daki egemenliğini tehdit eden bazı sorunlar belirdi: finansal istikrarsızlık, teknolojik ilerlemenin getirdiği parçalanma, toplum bünyesinde gittikçe artan sosyal ve ekonomik eşitsizlik ve de demokratik politikalarda göze çarpan yapısal zaaflar. Bu sorunların üstesinden gelinemediği takdirde, ” rahatsızlık” dünyanın bütününe bulaşarak her yerde “açık bir toplum, politika ve ekonomi” modelini yok etmeye adaydır.
Örneğin 2008 finans bunalımı, söz konusu sistemik hastalığın belirtilerinden biri olup finans piyasasına kumanda edenlerin yeterince kurala bağlanamamış bulunmasından kaynaklanmıştır. Ortaya çıkan iflas, istihdam kaybı, kamu borcu gibi zararlar sonuçta vergi mükellefine yüklenmiştir. Bir başka deyişle, piyasalar kazançlarını özelleştirmiş, kayıplarını sosyalleştirmiştir.
Yinelemek gerekir ki, finansal ve teknolojik yapılanmadaki sorunlar, uçurum olarak nitelenebilecek ekonomik eşitsizleşmeye yol açıyor. Altta kalanlar bu gidişe, “gün gelip üste çıkma” yolunda akla yakın bir olasılık gördüğü sürece dayanabilir; aksi takdirde bunların, ana akım “demokratik” politikaları bir yana bırakacağı ve milliyetçiliğin ve yabancı düşmanlığının ana akımın yerini alacağı açıktır. Avrupa’da birçok ülke, şimdiden bu türden görüntüler sunuyor.
Avrupa’da …
21. yüzyıl başı Avrupa politikasının en çarpıcı özelliği, seçmen tabanında saptanan oynaklıktır. Artık eskiden olduğu gibi ekonomik sınıf davranışları, ömür boyu ve sınıfsal ve/veya kültürel yapı gereği hep aynı partiye oy verme alışkanlıkları yok. Hele bu oynaklık, son ekonomik gelişmeler ve göç/göçmen bunalımı yüzünden daha da artmış görünüyor. Olan bitenler, sağ ve soldaki popülist partilere ana akım merkez sağ ve merkez sol partilerin seçmenlerini kendine çekme olanağı verdi. Radikal sağ ve radikal sol popülizminin son on yıldaki yükselişi ve bunun nedenleri ile ilgili yüzlerce araştırma bulunuyor. Ben de bu konuda çok sayıda makale yazdım. O nedenle bunları bu yazı bağlamında ele almadan, demokratik parti sistemleri bünyesinde siyasal rekabetin -20. yüzyılın sonunda olduğu gibi- merkeze yanaşarak değil artık uçlara savrularak yapıldığını not etmekle yetinelim.
James F. Downes, 28 AB ülkesinin her birinin son iki parlamento seçimlerini ele alarak farklı parti familyalarının kazanç ve kayıp ortalamalarını hesaplamış. Buna göre en önemli kayıpları merkez sol –yani sosyal demokrat yönelimli- partiler yaşamış. Bu, özellikle 2008 bunalımı sonrası bir olgu; aynı zamanda, iktidarda olan veya iktidara yakın ana akım partilere muhalif oylarla pekişen bir gidiş. Merkez sağ ana akım da, bu nedenle, kayıptan nasibini alıyor, ama merkez sola oranla çok daha az alıyor. Buna karşılık radikal sol partiler oy kazanıyor, ama bu artış radikal popülist sağ partilerin oy artışına oranla düşük. Özetle merkez partilerden uçlara, hele popülist sağ radikallere doğru kitlesel kaymalar var. Aşırı sağ ve popülist radikal sağ partilerin oy kazancı ile merkez solun/sosyal demokratların oy kayıpları neredeyse birbirine denk.
Radikal sağın seçim strateji ve söylemi basit ve açık; göç sorununa ve bunun yarattığı genel memnuniyetsizliğe ve bu yüzden AB’ye karşı hissedilen kızgınlığa odaklı. Bu basit anlatının seçmen tabanındaki “müşterisi” soldaki partilerden daha çok. Göç sorununun kullanılması, geleneksel sol/merkez sol parti seçmenlerini çekiyor. Esasen sağ radikal anlatının/söylemin özünün halkın korkularına dayandığı bilinen bir gerçek. Küresel bağlamda demokratik ana akım politikaların, milliyetçilik ve yabancı düşmanlığı kullanılarak geriletileceği yolundaki öngörü, Avrupa’da böylece gerçeğe dönüşmekte. Bunun en somut örneğini de eski Doğu Avrupa/yeni AB ülkelerinden Macaristan sunuyor.
Macaristan’da …
Şu anda Avrupa’da, demokrasiye ve göçe ilişkin iki temel yaklaşım ve bunların birer temsilcisi var: Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un temsil ettiği açık toplum, yani kurallı göçe destek çıkan liberal demokrasi ve Orban’ın temsil ettiği kapalı toplum, yani göçmen karşıtı “illiberal demokrasi”. Şimdiye değin Avrupa siyasal eğilimlerini karakterize eden sağ-sol karşıtlığı, bugün Avrupa bağlamında “AB yanlısı liberaller-illiberal milliyetçiler” şeklinde oluşuyor. “Ekonomik açıklık, Avrupa ve göç” kavramları artık merkez sol ile merkez sağı ayrıştırmıyor. Bu iki eski karşıt kesimi artık söz konusu kavramlara ilişkin tavırları ayrıştırmıyor. Gerçi merkez sağ, göçe ilişkin olarak ikircikli davranıyor; ama o da göç olgusunu en azından bir veri gibi kabul ediyor. Bu alandaki ayrışma, merkez sağ ve sol ile radikaller ve kimlik politikası derdindeki sağcı popülistler arasında.
Başbakan Orban, 1988 yılında kurulmuş Fidesz adlı partinin genel başkanı. 2010 ve 2014 genel seçimlerinden sonra 2018 seçimini de kazanarak Macaristan’ı üst üste 12 yıl yönetmiş olacak. Ayrıca daha önce 1998-2002 yıllarındaki başbakanlığı dikkate alınırsa ülke, bir sonraki seçime değin toplam 16 yıllık bir Orban yönetimi yaşamış olacak. Öte yandan 1963 doğumlu oloan görece genç politikacı daha da uzun süre Macaristan’ın başında kalabilir. Partisi Fidesz popülist sağ bir parti. Ülke siyasetinde rol oynayabilen diğer partiler, Fidesz’in küçük koalisyon ortağı Hıristiyan Demokratlar (KDNP), Sosyalist İşçi Partisi (MSZP) ve “aşırı sağ” olarak nitelenebilecek uç milliyetçi ve radikal Jobbik.
Fidesz, adeta Avrupa’nın ortasında bir “AKP”. Macaristan’da da ağızdan ağıza Orban’ın ve partisinin becerisine ilişkin menkıbeler(!) dolaşıyor. “Çalmadık kapı bırakmıyorlar; Fidesz’e oy verecek olanlara kutularla yiyecek getiriyorlar vb”. Sivil haklara ve hukuka sürekli devlet saldırısı, yolsuzluk ve kayırmacılık, seçimlerde hile, devletin propaganda aygıtı, kampanyada eşitsizlik ve kullanılan kamu fonları, medyanın tek yönlülüğü, Macaristan’a düşmanlık güden Avrupa Birliği, Soros’çular, lobiler, düşmanlar… Ne ararsanız var. Yukarıda belirtildiği gibi Fidesz, Macaristan’da bir AKP esintisi! Bu çerçevede Erdoğan’ın, 24 Haziran’da cumhurbaşkanlığına seçilmesinden sonraki ilk kutlama mesajını Orban’dan almış olmasına da kuşkusuz ki şaşmıyoruz.
2010 ve 2014 seçimlerinde elde ettiği zaferler, Orban’a Macaristan anayasasını büyük ölçüde değiştirme olanağı vermişti. Kuvvetler ayrılığını ortadan kaldıran Orban, yönetimini bir “illiberal demokrasi” olarak tanımlıyor. 2018 seçiminden de parlamentonun üçte ikisine egemen olarak çıkması, ona bu kez liberal demokratik Avrupa ile ayrışma olanağı sunmuş gibi görünüyor. Macaristan, AB’nin bünyesinde üreyen tek illiberal demokrasi değil. Bir de Polonya ve onun, adı Hukuk ve Adalet Partisi olan iktidar partisi “PiS” var. PiS de, Fidesz gibi, sağcı popülist bir parti. Aslında AB’nin göç politikalarına karşı çıkan ve ülkelerinde bir tek göçmen dahi görmek istemeyen Polonya, Macaristan, Çekya, Slovakya ve şimdi de Avusturya’nın katılımıyla oluşan Vişegrad ülkeleri grubu benzer ideolojik doğrultuya sahip. Ancak Polonya ve Macaristan AB açısından özel önem taşıyor.
AB, başta Macron ve Avrupa Parlamentosu Liberal Demokratlar Grubu Başkanı ve eski Belçika Başbakanı Guy Verhofstadt’ın çabaları sonucunda, Kopenhag kriterlerine uyum sağlamayan Polonya ve Macaristan’ı bölgesel kalkınma fonlarından yoksun bırakacak. Oysa Polonya ve Macaristan, bu fonlardan, sırasıyla en çok yararlanan birinci ve dördüncü ülke. Bu önlemin, tam da “dış düşmanlar” argümanını kullanarak popülizme sapacak iktidarlardan çok bu ülkelerin halklarına zarar vereceğini öne sürenler var. Ancak Macar ve Polonya seçmenlerinin de -tıpkı Türkiye seçmenleri gibi- tercihlerinin sonuçlarına katlanmamaları için bir neden olmasa gerek.
Eldeki yazı, küresel çaptaki paradigma değişikliklerinin, Avrupa’daki farklılaşmaları kıta genelinde ve bir ülke örneğinde nasıl tetiklediğini göstermeye yöneldi. Gerçekten de dünya artık bir küçük köy ve onun her bir hanesinde olanlar ile diğer hanelerinde olanlar birbirinden bağımsız değil. Bu arada bizim hanede de hiç iyi şeyler olmuyor.
*Aydın CINGI
Siyaset Bilimci
acingisdv@gmail.com