Fransa Cumhurbaşkanlığı seçimi dünya çapında bir dönüm noktası oluşturabilir mi? Bir tür kimlik bunalımı yaşayan Avrupa’ya, Trump önderliğinde ne yapıp nereye yöneleceği belirsiz ABD’ye ve alevler içindeki Ortadoğu’ya, Güney Çin Denizi ve Kuzey Kore gibi her an patlamaya hazır bölgelere bakıldığında Fransa’da popülist sağın olası iktidarı bir tür karabasan olarak görünüyor.
Dünya tarihinin akışını geriye dönüşsüz biçimde değiştiren olaylar vardır. Ancak, küresel bağlamda en güçlü birkaç aktörden biri olmayan Fransa gibi bir ülkede yapılacak bir seçim sonucunun böyle bir etki yaratması olanaklı mıdır?
Buna yanıt aramadan önce bu seçimin, küresel çapta iki siyasal savruluşu izlediğini saptamak gereklidir. Söz konusu seçim, gerçekten, her ikisi de uluslararası gözlemcilerin öngörülerini altüst etmiş, küresel düzeni bozmuş ve ulusalcı dalganın geri dönüşünü öncelemiş iki seçimden/tercihten sonra düzenlenecek. Bunlardan birisi, AB’nin Büyük Britanya gibi en güçlü ortaklarından birinin bu birlikten çıkmış; diğeri ve belki en önemlisi de, Donald Trump’ın ABD başkanlığına seçilmiş olmasıdır. Üstelik bu iki siyasal deprem, güllük gülistanlık bir küresel ortamda gerçekleşmemiştir. Bu sarsıntılar, yurttaşlarına refah yerine bol büyüklük düşü ve nostalji doyumu sunan Putin Rusya’sı ile eski egemen konumuna veda etmekte zorlanan Batı dünyası arasındaki Soğuk Savaş benzeri bir ortamın hortladığı bir dönemde oluşmuştur. Ortadoğu’da, Sünni İslam önderliğine soyunan bir rejimin neden olduğu alevlenme tüm bölgeyi sarmış; ortalığa salınmış siyasal İslamcı teröristler şimdi cumurbaşkanını seçecek olan Fransa’yı 2015 ve 2016’da kana bulamışlardır.
Fransa cumhurbaşkanlığı seçimi
Popülist sağcı lider Marine Le Pen’in de girdiği cumhurbaşkanlığı seçimi işte böyle gergin bir konjonktürde düzenleniyor. Bilindiği üzere, Fransa seçimi iki turludur. İlk turda seçime giren çok sayıda adaydan en çok oyu alan ikisi, iki hafta sonra yapılan ikinci ve son turda yarışır. İkinci turda geçerli oyların yarıdan bir fazlasını alan aday seçimi kazanmış olur. Bu sistem, aslında Fransa yerleşik yapısının uçtaki adaylara karşı bir tür sigortasıdır. Çünkü eğer adaylardan birisi sistem karşıtı bir yörüngedeyse, yerleşik düzen parti seçmenleri ikinci tura kalmış « makul » aday üzerinde birleşir. Dolayısıyla bu kez de “aklı başında“ çoğunluk, ikinci tura kalacağı şimdiden belli olan uçtaki Ulusal Cephe’nin popülist adayı Marine Le Pen’e karşı –duruma göre- merkez sağın adayı Fillon veya Juppé’yi, eğer o geride kalmışsa bağımsız liberal Macron’u veya Sosyalist Parti’nin adayı Hamon’u destekleyecektir.
Adayların adları değişse de Fransız seçmeninin önündeki seçim; ulusalcı, korumacı ve yabancı karşıtı bir içe kapanma seçeneği ile dünyaya açılım, küresel düzene uyum ve Avrupa Birliği projesine devam seçeneği arasında tercih yapmak olacaktır.
Kuşkusuz ki, yukarıda açıklanan seçim mekanizması, Marine Le Pen’in bu seçimi alarak Fransa Cumhurbaşkanı olmasını çok zorlaştırmaktadır. Ancak, tarih bize gösteriyor ki, bir sürpriz olasılığı daima vardır. Eğer “tarihsel bir kaza“ olarak nitenelebilecek böyle bir sonuç ortaya çıkarsa, bunun son derecede yıkıcı küresel oluşumlara yol açması kaçınılmaz olacaktır.
Olası uzantılar
Aslında böyle bir siyasal depremin, Fransa içinde ve dışında, sonunun nerelere uzanacağı belirsiz bir domino etkisine yol açması öngörülebilir. Bir kez içeride ekonomik göstergeler tepetakla olmaya başlar; faizler fırlar, Avro’nun sonu gelir. AB’nin iki temel direğinden biri olan Fransa, Ulusal Cephe’nin karşı olduğu AB üyeliğinden ayrılma (Brexit örnek alınarak buna da Frexit deniliyor) manevralarına başlayınca da Birliğin sonu görünür. Bunun, yine bu yıl Eylül ayında genel parlamento seçimine sahne olacak diğer temel direk ve Avrupa’nın “ekonomik patronu“ konumundaki Federal Almanya’yı etkilememesi düşünülemez.
Esasen, Ulusal Cephe’nin lideri Marine Le Pen de, seçildiği takdirde, Brexit’in ve Trump seçiminin yarattığı domino etkilerinden biri olarak değerlendirilecektir. Ayrıca Marine Le Pen’in seçilmesi, dünyanın diğer ülkelerindeki benzerlerine “sosyolojik meşruiyet“ görünümü bağışlayacaktır. Hele Avrupa’nın Hollanda, İsveç, Danimarka, Norveç, Finlandiya gibi Kuzey ve Avusturya, İsviçre gibi Orta Avrupa ülkelerindeki benzer partiler çok güç kazanacak; Polonya, Macaristan gibi popülist yöneticilerin iktidarda bulunduğu Doğu Avrupa ülkeleri daha gür sesle konuşacaklardır. Bu gidişe Avrupa dışından bakan Putin ve Erdoğan gibi popülist otokratların da ellerini mutlulukla ovuşturacakları kesindir.
Öte yandan şu da unutulmamalıdır: AB’nin sonu, aynı zamanda NATO’nun da sonunu getirmekte gecikmeyecektir. Zaten, Trump’ın da hoşuna gideceği kesin olan bu gelişme, Rusya ile sempati ilişkileri açık olan Avrupa popülist sağını da çok mutlu edecektir. Küresel dünyanın en önemli oyuncularından biri olan AB’nin yıkılışı, Avrupa gibi bir özgürlük ve yaratı alanının dünyaya kapanmasına ve genel anlamda bir korumacı akımın geçerlilik kazanmasına yol açacak; içe kapanmacı akımlar her yerde güçlenecektir. Ayrıca popülist sağın ilerleyişi ve ulusalcı akımların gü ç kazanması, dünyada medeniyet savaşları diye anılan oluşumların da belirginleşmesi sonucunu doğurabilecektir.
Demek ki, baş küresel aktörlerden biri olmayan Fransa gibi bir ülkenin seçimi de, birbirini etkileyen oluşumlar yoluyla, orta dönemde, çerçevesi şu anda öngörülemeyecek kadar farklı bir dünyanın ortaya çıkmasına neden olabilecektir. Böyle bir dünya, daha insancıl, özgürlükçü ve yaşanabilir bir dünya özlemindekilerin isteyebilecekleri bir dünya değildir. Neyse ki Fransa cumhurbaşkanlığı seçimi, seçmen çoğunluğunun sağduyusu sayesinde kazasız atlatılmaya daha yakındır. Benzer bir sağduyu gösterisini, 16 Nisan Referandumu’nda ülkesini bir ihtirasa kurban gitmekten alıkoymasını dilediğimiz Türkiye seçmeninden de bekliyoruz. Hiç kuşku duyulmamalıdır ki, 16 Nisan’da yapılacak tercihin de, bölgenin ve dünyanın geleceği üzerinde önemli etkileri olacaktır.
*Aydın CINGI
Siyaset Bilimci
acingisdv@gmail.com