Siz bu satırları okumaktayken belki bir Filistinli daha öldürülmüştür. Tıpkı birkaç gün önce Başbakan ve çevresi, Mahmud Abbas ve malum iftar müdavimi sanatçılarla(!) birlikte poz vermekteyken olduğu gibi… Filistin sorunu 1940’lardan bu yana uluslararası vicdanlara taşınmıştır. O zaman Avrupa’dan kaçan Yahudiler Filistinlilerin yaşadığı topraklarda bir devlet kurmuş ve sonra o devlet, yaşam alanını 1967’deki 6 Gün Savaşı yoluyla genişletmişti.
Ben o zamanlar Zürih’te öğrenciler birliğinin düzenlediği forumlarda Filistin tarafının sözcüsü olarak konuşurdum. Daha sonra da bu alanda epey okudum ve çok sayıda makale yazdım. Bunu şu nedenle anlatıyorum: konuya, İsrail’in barış aramadığını, tam tersine savaş ortamından yararlandığını bilecek kadar vakıfım. İsrail’in en ufak bir sorunu olduğu düşünüldüğünde dünyanın her yanından fonlar yağar. Dünyaya, varlığının tehlikede olduğu sinyalini yayarak söz konusu fonları kendi lehine seferber etmek de, hep İsrail Devleti’nin işine gelmiştir. Nitekim Marc Hillel’in 1968’de Fayard yayınlarından çıkardığı “Israel en danger de paix (İsrail Barış Tehlikesinde)” adlı kitabında bugüne kadar süren “bozulmaya dönük yarı barış” sürecinin özü anlatılmıştır.
İsrail Batı’nın şımarık çocuğudur.
Avrupa, Yahudilere karşı yüzyıllardır zulmederek içselleştirdiği suçluluk duygusundan Filistin toprakları aracılığıyla kurtulma çabasında olmuştur. Yahudi soykırımı (holokost), aslında önceki yüzyıllar boyu birikmiş ve kabarmış “antisemitizm” dalgalarının sonuncusunun ürünüdür. Avrupa, Yahudileri Filistin topraklarında yurtlandırarak, kendi yüzlerce yıllık problemini Ortadoğu’ya ihraç etmiştir. Onun yeni “Yahudileri”, şimdi yabancı göçmenlerdir!
ABD ise, bünyesindeki güçlü Yahudi azınlık ve tüm köşe başlarını tutmuş Yahudi Lobisi dolayısıyla İsrail’in adeta tutsağıdır. Gerçeği gören -ve hatta Netanyahu’dan nefret eden Obama dahil- hiçbir Amerikalı politikacı bu lobinin iradesini göz ardı etme yetisinde değildir.
BM ve diğer uluslararası örgütler ise reel bir yaptırım gücünden yoksun olduklarından İsrail Devleti’nin işlediği tüm insanlık suçları “kınama” ile geçiştirilir.
Türkiye’nin dış politika dehaları güdümünde Hamas
Filistin şu anda iki coğrafi parçaya bölünmüştür. Batı Şeria’daki kesimde El Fetih egemendir. Gazze Şeridi denen toprak parçasına sıkışmış Filistinlilerin tepesinde ise Hamas adlı bir örgüt vardır. Bunlar, son dönemde birleşik bir yönetim kurmuş olmakla birlikte birbirinden çok farklı oluşumlardır. Hamas, daha 1970’lerde bir tür sosyal yardımlaşma örgütü olarak kurulmuş, kitlelerin gözüne girmiş, sonradan siyasallaşarak seçimde El Fetih’i yenip Gazze’ye egemen olmuştur. Hamas, eylemleriyle dünya “terör örgütü” listesine girmiş, kadın haklarını kısıtlama benzeri köktendinci uygulamalarıyla dünya kamuoyunun “mağdur” Gazze’ye yönelen sempatisini kendi eliyle ve akılsızca yok etmiştir.
Öte yandan, on yıldan uzun bir süre Suriye’de barınıp Hamas’ı oradan yönlendiren Halid Meşal de Erdoğan/Davutoğlu gibi dostlarının(!) aklına uyup kısa vadede yıkılacağını sandığı Suriye’yi terk ederek Katar’a yerleşmiştir. Malum; o zamanlar “büyük reis” ruhunu, birkaç hafta içinde Esad’sız Şam’da namaz kılacağı hülyasıyla besliyordu. Böylece Gazze’ye Suriye’nin -silah dahil- her türlü desteği sona ermiş, bunu izleyen İran ve aynı akstaki Hizbullah da yardımı kesmiştir. Mısır’da Müslüman Kardeşler’in yıkılması ise Hamas köktendincileri için tam bir felaket olmuştur. Böylece, Türkiye’deki ustaları gibi, her aşamada yanlış ata oynayarak ortada yalnız başına “sipsivri” kalan Hamas’ın, İsrail saldırılarına maruz kalması kaçınılmaz olmuştur. Yıllardır yitirdiği 1 cana karşı 100 Filistinlinin canını almayı alışkanlık haline getirmiş İsrail için 3 İsrail gencinin kaçırılıp öldürülmesi “meşru” bir bahane üretmiştir.
Türkiye bu arada ne yapıyor? Öngörüsüzlüğü ile Hamas’ın yalnızlaşmasında başrollerden birini oynamış dünya lideri, -“laf ola” diye nitelemek ayıp olacağından- “retorik” üretmekle yetiniyor. Tabii seçim öncesinde iç tüketime dönük bir faaliyet olarak…”Ortadoğu’da bizden habersiz yaprak kımıldamaz” diyen Davutoğlu, daha IŞİD’in elindeki rehineleri kurtarmaktan aciz olduğunu unutuyor. Bunlar, AKP iktidarının yaveleri. Onları gerçek bölge politikası bağlamında dikkate almamayı çoktan öğrendik. Yalnız toplumsal dokuda bazı hasarlar var ki, onlar kalıcılaşmadan onarılmalı.
Türkiye kamuoyunda hasar oluşuyor
AKP çevrelerinde, yandaş basın ve dinci aktivistler arasında esasen var olduğunu bildiğimiz ama bu vesileyle su yüzüne çıkan “antisemitizm” iğrendirici boyutlardadır. Hitler, gömüldüğü tarihin derinliklerinden çıkarılıp günümüzün bir siyasal figürü haline getiriliyor. Hitler, dünyanın ve hele Batı’nın unutmak istediği bir dönemin sembolüdür. Bu adın, “TC Başbakanı” konumundaki kişi tarafından tam da kurbanlarının torunlarının eylemlerini nitelemekte kullanılması öncelikle ileri sürdüğü argümanları geçersiz kılar. Ayrıca, içerideki kamuoyuna şirin gelse de dış dünyada Türkiye aleyhine büyük tepkiler oluşturma potansiyeline sahiptir. Bu kişi, bu basit ve yüzeysel benzetmelerle, sözcüsü olduğu savındaki İslam’a da kötülük etmektedir; çünkü zaten önyargılı ve kısmen İslamofobiyle malul dünya kamuoyuna İslam’ın bu yüzyılda “Haçlı karşıtı”, “Yahudi düşmanı” ve “dünyanın lanetlediği Hitler soykırımını onaylar” yüzünü sunmaktadır.
Öte yandan Gazze’de yapılanlara karşı protestolar tamamen İslami bir vurguyla gerçekleştirilmektedir. Kadınlar, çocuklar dahil tüm kitle İsrail’i “Allahüekber” diye bağırarak protesto ediyor; “olabilir, tekbir getirerek protesto da yapılabilir” denecektir. Oysa televizyon izleyicisi bu türden toplu bağırışları IŞİD’in kafa kesme veya Afganistan’da kadın recmetme vb ritüellerinde duymaya alışıktır ve yaptığı çağrışım irkilticidir. Ben, seküler ve İsrail’in yaptıklarını “Müslüman”a değil “insan”a karşı suç olarak gören biri kimliğimle, örneğin “kahrolsun İsrail” türü bir sloganı yeğlerdim. İsrail-Filistin davasını din ekseninden kopararak insan hakları ve uluslararası hukuk kapsamında düşünmek zorunludur. Sorun, bir Yahudi-Müslüman kavgası değildir; hak ve hukuk kavgasıdır.
Kaldı ki konunun dinsel bağlama indirgenmesi, Türkiye’de de İslam’ın sözcüsü kimliğini üstlenme çabasındaki demagogların işine yarıyor. Onlar ki, Hamas’ı, destekçileri olan Suriye, İran, Hizbullah’tan ayırıp bu yalnızlığa mahkum etmişlerdir ve de şimdi boş laf üretmenin ötesinde elleri kolları bağlı oturmaktadırlar; şimdi bir de yaptıkları hatanın faturasını çoluk çocuk zavallı Filistin halkı öderken bu süreçten “Allahüekber” nidalarıyla siyasal güç kazanarak çıkma telaşındadırlar. Malum; onlar ezeli mağdur ve ebedi arsızdırlar!
*Aydın Cıngı, Siyaset Bilimci,
acingisdv@gmail.com